KARA YUSUF - IV
...................................
**
Oldukça kalabalık bir aile. Onun için aynı avlu içinde iki ayrı ev... Her ev iki katlı ve alt katı hayvanlara ait olan ahırlar vardır. Küçük baş hayvanlardan tavuk, horoz, kaz, ördek ve bazı yazlar hindi de bulunur. Ahırın içinde ayrı bir yerde altlı üstlü, hep bir aradadırlar. Büyük baş hayvanlardan tarlaların her zaman vazgeçilmez baş emektarları öküzler, geleceğin emektarlarının anaları olan ve özel kıymet verilen inekler...Ayrı köşelerde bir at ve bir eşek...Kimi ahırda da ayrıca mandalar kapkara ve iri cüsseleriyle... En zorlu işlerde ve en ağır yüklerde gözünü yummadan, her an göreve hazır korkusuz kahramanlar gibi dururlar.
Her kapı açıldığında yatıyorlarsa kalkmağa çalışırlar. Ayakta iseler boyunlarını döndürürler. Kimileri kendine has o bilinen garip sesleriyle sevinçlerini, aç olduklarını, ya da sıkıldıklarını haber verirler. İçeriye giren kimse, ne maksatla girdiyse çok geçmeden belli olur. Ona göre de bütün hayvanlar hemen alışılmış pozisyonlarını alırlar.
Ne maksatla girilirse girilsin, içerisi çok çeşitli ve karmakarışık kokuyla doludur. Karmakarışık da olsa belli ki, hayvânî bir koku akciğerleri doldurmaya başlar. Dışarı çıktıktan çok zaman sonrasına kadar akciğerler zor değiştirir bu kokuyu. Sık sık elbiseler bile değiştirilir. Banyo yapılma gereği bile duyulur.
İş güç zamanı... Banyo, çamaşır... Kazanlar kurulur sıkça. Genellikle özde, derede, yunaklıkta, bağ ya da bahçelerde kurulur. Çoluk çocuk, herkes tarafından tüm çamaşırlar kâh elde, kâh sırtta taşınırlar. Ateşler yakılır büyük ocaklarda. Büyükçe kazanlarin ateşi de büyük olur. Onun için de altına sürekli odun atılır. Odunlar hep korudan getirilir. Kalın çalı dalları ve meşe gövdeleridir. Uzun süre yanar bu odunlar. Meşe odununun verdiği ısı çok yüksek kalorili olduğu gibi uzun süreli ateş sağlar aynı zamanda.
Bir sabah vakti ‘Değirmenin Önü’ adlı bahçede kazan kurulur. Güneş bir iki mızrak boyu yüksekliktedir. Her yer daha tam olarak ısınmaya başlamamıştır. Hafiften, geceden kalma bir yel, kenarlardaki kavakların, söğütlerin ve erik ağaçlarının dallarını sallar, yapraklarını okşamaya devam eder. Kucak kucak, kalınca meşe ve çalı dalları, kurulmuş ocağın hemen yanı başına yığılır.
Bir Perşembe günü... Hemen her hafta genellikle Perşembe günleri böyle kazan kurulur. Yarın Cumâdır. Cumâ gününe mutlaka temiz girilmelidir. Bu, bir alışkanlık ve giderek de âdet haline gelmiştir.
Başında fötr şapkasıyla, yukarıdan aşağıya, sırtından hiç çıkarmadığı boz renkli kalın paltosu ve en önemli arkadaşı gibi baş ucundan bile hiç ayırmadığı meşe yapılı bastonuna çökerek ağır ve vakurlu bir şekilde biri iner. Onu bu hâliyle tâ uzaktan kim görse tanır. Yusuf Çavuş… Zaten her gün gelmezse, yoklamazsa bahçeyi ve yeni aldığı meşhur değirmenini, sanki işi rast gitmez. Onun için hemen her gün buradadır. Yaklaşır iyice ve düzlüğe iner. Kurulu kazanın yanındaki meşe odunlar hemen dikkatini çeker.
-Nerden aldınız bu galın meşeleri?
Bu sırada kazanın başında ve yanlarında Mahi Kadın, gelinleri Rabia ile Hanım, torunları Boncuk ve Mahi kızlar vardır. Boncuk kız, sesini yükselterek dedesine çabucak karşılık verir;
-Yusuf getirdi. Bilmiyon mu dede?
Yusuf Çavuş, üzerine iyice binmiş olan yaşlılığın da verdiği ağırdan duymalarla anlayamaz gibi olur ve bir daha tekrarlar sözünü.
-Kim getirmiş dedin, gızım?
Satı kız, biraz daha sesini yükseltir:
-Yusuf getirdi dede. Yusuf, Yusuf!
-Hangi Yusuf?..
Yusuf Çavuşun bu anlamazlığına karısı Mahi Hatun dayanamaz. Araya girer. Gülerek ve sevinerek karşılık verir;
-Gaç Yusuf var herif? Bizim Yusuf! Torunun, torunun...
-Yusuf mu dedin? Benim Gara Yusuf’um, ha!
-He ya!.. Yusuf tek başına denk etmiş...Eşşa de tek başına yuklemiş! Hasan’a elletmemiş, yiğidim. ‘Sen elleme, ağa!’ demiş. Hasan da ellememiş... Ya! Yiğit Yusuf’um tek başına yukleyip getirmiş, dedesi!..
Yusuf Çavuş, o ihtiyar halinde canlı bir gülücük çıkarır, tâ yüreğinin derininden.
-Yusuf ha! Gara Yusuf, ha! Vay yiğidim, benim! Delânı olmuş Gara Yusuf’um!.. Delânı olmuş...
Bu içten sevince Mahi Hatun da katılır.
-Yusuf’um artıh her bi işi gorür oldu, dedesi.
Yusuf Çavuş, sevincini gülücüklerle devam ettirir. Ara sıra da garip bir şekilde kafasını yaylandırır durur.
-Yusuf, gorudan odun getirmiş!..
Yavaş yavaş güler. Sonra da gülümseyerek ve başını sallayarak eriklerin dibine doğru gider. İki sıra hâlinde ve taşlardan oluşmuş uçuk bahçe duvarının üzerine yavaşça oturur. Gözlerinin içiyle birlikte yüreği de parıldar. Derinden konuşmaya başlar;
“Gara Yusuf, deliganlı Yusuf olmuş...”
**
İlkbaharın son günleri. Yusuf on dördünü yeni bitirmiş, on beşine girmiştir. Çatal kapı iki kanadıyla ardına kadar dayalıdır. Yusuf, kollarını sıvamış, kürek elinde, avlunun içinde bulunan hayvan gübresini kağnıya dolduruyor. Kağnı koşuludur. Öküzler boyundurukta öylece dururlar. Kağnının üzerinde üzüm çeteni, şimdilik ‘kün’ dedikleri hayvan gübresini içine alır. Gübre, yakınlardaki tarlalara, bağa, bahçeye dökülür. Daha sonra toprakla karıştırılır. Ekilecek ve dikilecek olan her çeşit tahıl, sebze, meyve ve ağaçların daha verimli, kaliteli ve gelişmelerinde tek temel kaynaktır.
Koyunların artık yoğun olarak kuzuladığı, yani yavru verdiği sıralar. Gübre, avluda büyük bir yer işgâl eder. Hayvanların yeri daralmamalıdır. Hem zamanı da gelmiştir. Yusuf, babası, amcası veya dedesinden izin almadan kağnıyı koşmuş, doldurmaya başlamıştır. Çeteni iyice doldurduktan sonra, kağnının okundan tutarak aşağı yola doğru götürür. Yusuf, kağnıyı nereye götürür bilinmez. Bu, çokta önemli değildir. Daha önceden büyükler tarafından gübrenin nerelere, ne kadar götürüleceği söylenmiştir. Yusuf, bütün bunları bilir. Götüreceği yerler: Kavaklı Tarla, Fırın Deresi, Bödünün Tarla, Ören, Değirmenin Önü, Bağ...
Yusuf, çabucak geri gelir. Avluda gübre çoktur. Başladın mı bitirilmelidir. Onun için çok hızlı çalışır. Hızlı hızlı gider gelir. Avlu kapısı açıkça durur. Kağnıyla içeri girer. Hiçbir şeye dikkat etmez. Kağnıyı avlunun ortasından çevirir ve gübrenin yanına yanaştırır. Kağnıyı dayaklar. Kolları hâlâ sıvalıdır. Elindeki övündereyi çetenin ön tarafına diker. Küreği eline alır ve doldurmaya başlar. Bir ses, Yusuf’u durdurur. Bu, gayet yavaş ve titrekçe bir ses;
-Yusuf! Hele buruya gel.
Yusuf, önce aldırmaz. Gübre doldurmak ister gibi yapar. Aynı ses ısrar eder. Yusuf, küreği daldırır gübreye. Arkası dönüktür o sese. Bir yandan dinler, bir yandan devam eder işine. Yusuf, etrafına hiç dikkat etmez. Kendini işine verir ha bire!..
-Yusuf! Sana diyom!.. Bi bahsana oğlum!..
Yusuf biraz daha sertçe ve yüksekçe söylenen bu sese hemen yöneliverir. Karşısındaki anasıdır. Anası, amcasının evlerinin gezintisinden seslenmektedir.
-Ana ne diyon?..
Anası önce eliyle işaret eder ve arkasından da yine yavaşça seslenir:
-Çabuh buruya gel Yusuf!..
Yusuf, birden anlamaz anasının bu emrini. Dayanamaz, gene sorar;
-Ana, gormüyon mu? Kun çekiyom. Ne diyosan ordan söyle.
-Oğlum, ganıyı bırah. Oküzleri de içeri bağla. Deden çok hasta. Herkes başında!..
Bu sırada ebesi Mahi Hanım çıkar. Yusuf, ebesini görür görmez seslenir:
-Ebe! Dedem nasıl?..
Başını hafif bir rüzgârda sallanan selvi ağacı gibi sallar Mahi Kadın. Yusuf’a karşılık verir;
-Deden eyi daal, oğlum! Gel de gor dedeni, Yusuf’um! Belki bi daha goremen!..
Yusuf, kağnıyı öylece bırakır. Öküzler de koşuluca durur boyundurukta. Amcasının iki dönemeçli taş merdivenlerini sanki iki adımda çıkar. Yıldırım gibi içeri girer. Dedesinin yattığı oda dopdoludur. Yusuf Çavuş, pencerenin önünde bir yatağın içinde yatmaktadır. Doğruca yanına varır. Yusuf Çavuş, döşüne kadar yorgan çekili bir vaziyettedir. Yüksekçe bir yastık, başının altındadır. Hiç konuşmamaktadır. Sadece gözleri açılıp kapanmaktadır. Baş ucunda oğulları Hasan ile Musa, damadı Memduh, kardeşinin oğlu Osman, amcasının oğlu Eşref...
Ağlamaya başlar Yusuf. O ana kadar kimse ağlamamıştır. Yusuf Çavuş gerçekten çok hastadır. Ancak sabahtan beri konuşamamakta, yerinden kıpırdayamamaktadır. Onun bu durumu herkesi telaşlandırmış ve korkutmuştur. Ama Yusuf dışarıda, anasının ve ebesinin tavırları ve seslenişlerinin etkisinde de kalarak ağlamaya başlar. Hemen yanında bulunan amcası Musa, arkasından kucaklar ve kendine doğru çeker Yusuf’u. Sıkıca sarar kolları arasına. Bu sırada içeri, birileri girer. Bekçi Arif, köyün imâmını getirmiştir. İmâm Efendi selâm vererek girer. Hep birlikte selâm alınır ve ayağa kalkarlar. Yusuf Çavuş’un baş ucuna oturur imâm. Gülümseyerek ve yüksek tonla seslenir.
-Nasılsın Yusuf Çavuş? Beni tanıdın mı?
Yusuf Çavuş, duyar ve başını hafifçe çevirir. Birbirine tutkal gibi yapışmış dudaklarını açmaya çalışır. Ardından da gözlerini açıp yumar... Kendiliğinden başını geri döndürür. İmâm, şöyle bir, herkese bakar. Kendini toparlar ve besmele çeker. Kur’an okumaya başlar; gayet yavaş ve sessizce. Musa, yerinden kalkar ve Yusuf’un elinden tutarak dışarı çıkar. Kapının ağzında durur; dönüp el işaretiyle Memduh’un gelmesini ister. Bu sırada salonda da kadınlar vardır. Mahi Hanım, Musa’nın çıktığını görür görmez yanına yaklaşır.
-Oğlum, Musa! Elif Bacına haber gönderek...
-Ana, ben de onun için dışarı çıhtım. Aha, Memduh eniştemi salah. Arif Bekçiyi de yanına gatıyım. İstersen, Yusuf sen de get.
-Yoh emmi! Ben getmem. Ben dedemin yanından ayrılmam.
Memduh hemen araya girer;
-Yusuf’a gerek yoh canım! Ben Arif’le gider getiririm baldızı.
-Hadi, hemen gedin Memduh. Biriniz bizim atı alın, biriniz de Hamza’nın atı alın. Giderken gardaşlarıma da sesleniverin... Hamza’yla Paşa’nın haberleri yoh.
Memduhla Arif hızlıca inerler avluya. Arif ahırdaki atı çıkarırken, Memduh da Hamza’nın evine gider. At eyerlenmiştir. Ancak Arif, bir türlü binemez. Musa, Yusuf’u aşağı salar. Yusuf atın başını tutar ve Arif fazla zorlanmadan biner. Mahi Hanım arkalarından çıkar.
-Arif’im, gurban olurum!..Tez gedip gelin.
-Merah etme Mahi Bacı! Bi saatte gider gelirik, Allah’ın izniyle...
-Hadi gule gule gedin. Çabuh gedin! Olur mu?
Arif Bekçi ve Memduh, Eğecen Köyüne doğru giderler. Yusuf, Arif Bekçi avludan çıkıncaya kadar kalır. Sonra dönüp yukarı çıkar. Merdivenin bir iki basamağını ancak çıkmıştır ki amcası seslenir:
-Yusuf!
-Buyur emmi!
-Oküzleri çöz de, içeri al. Hadi aslanım!
Yusuf hiç karşılık vermeden geri döner. Öküzleri boyunduruğundan çözer. Ahıra götürür ve bağlar. Başını önüne eğerek tekrar amcasının evine çıkar. Sessiz ve hüzünlüdür. İlk salona girer. Ebesi, anası ve başka kadınlar; kimi sessiz ve suskun, kimi usulca konuşur. Dedesinin yattığı odada sessizlik vardır. Kapıya doğru yaklaşır. Adımını içeri attığında birinin hâlâ Kur’an okuduğunu anlar. Sadece sesi vardır odanın içinde. Okuyan Kara İmâmdır. O da gayet yavaş bir biçimde mırıldanır gibi okur. Bu arada Hasan, elinde beyaz bir keten, bir ucunu toplamış diğer elindeki su dolu bir tasa batırıp Yusuf Çavuş’un kuruyan ağzına su çalmaktadır.
Kapının hemen kenarında ayakta durup öylece dedesine bakan Yusuf, dayanamaz ve varır, dedesinin baş ucuna diz çöküp oturur.
-Dedem benim! Canım dedem!..
Yusuf kendini bırakıverir. Başını dedesinin yastığının kenarına koyar. İki elini yüzüne kapar ve yüzünün üzerine öylece yatar. Titrer bütün gövdesiyle. Derinden ama sessiz ağlar. Onun bu hâli herkesi etkiler. Babası Hasan da başlar, sessizce ağlamaya. Hemen ötede amcası Musa tutamaz kendini ve dışarı fırlar aniden. Ta gezintiye çıkar. O da ağlamaya başlar. Musa, daha yeni muhtar olmuştur. Nasıl sevinmişti babası Yusuf Çavuş...Daha bir senelik muhtardı Musa. Yusuf Çavuş ömründe, sayılı birkaç kez sevinmişti. Bunlardan biri torunu Yusuf’un doğduğu gündü. Biri de oğlu Musa’nın muhtar oluşuydu. Ömrünün en önemli baharı ve yazı bu anlardı. Musa, bunları düşünüyordu ve babasının daha kendi muhtarlığının baharını göremeyeceğini hissediyor, onun için de çok üzülüyordu.
Öğle vakti olmuştu. Çatal kapıdan çoban köpekleri giriverdi. Arkasından koyunlar...
Musa, dışarıdan anasına seslendi:
-Ana! Söyle, dışarı çıhsınlar...Davarı avlunun bi tarafına alsınlar. Kopekleri de bağlasınlar.
Musa’nın mesajı alınmıştı. Lâf anasına ama emir başkalarına idi. Musa’yla Hasan’ın hanımları, diğer kızlar ve gelinler hemen dışarı çıkarlar. Her biri aşağıda bir işe koyulur. Kimi köpekleri bir köşeye bağlarlar. Kimileri de koyunları, yarısı çitle çevrili avluya alırlar. Sonra da çitin kapısını kapatırlar. Çünkü, Yusuf Çavuş’un durumunu duyan dost, akraba ve komşular gelmeye başlamıştır.
Çatal kapı öylece açıktır.Yusuf Çavuşun kayınbiraderleri Hamza ile Paşa girerler. Musa, evinin gezintisindedir.
-Ne o Musa? Eniştem nasıl?
-Gelin, dayı. İşte!.. Yatıyo sessizce, dayı...
Hamza ve Paşa kardeşler, Musa ile birlikte içeriye girerler. Hamza, Musa’nın aynı zamanda kayınbabasıdır.
Yeni yavrulayan koyunlar vardır. Avludaki kadınlar koyunları sağmaya koyulurlar. Sonra da kuzularını ahırın içinden alarak, emzirmek üzere analarına verirler.
Öğle namazı vakti gelmiştir. Yusuf Çavuş’un evinden birkaç kişi birden çıkar. Kara İmâm, Hamza, Eşref ve Hasan dışarı çıkmak üzere hareketlenirler. Kadınlar tarafından önceden çevrilmiş lastik ayakkabılarını ve çarıklarını giyerler. Kara İmâm, salona döner ve konuşur:
-Allah, Yusuf Çavuş’un eyiliğini versin. Elimizden gelen bi şey yoh. Her şey Allah’tan. Sağlıkta, hastalıkta, ölüm de O’ndan...İnşallah ayağa gahar. Ne diyelim... Hele biz, şu namazı gılıp gelelim. Eyi olur inşallah!
Duyan gelir... Çatal kapı hiç kapanmaz. Kimi eve girer doğrudan. Kimi avluya kadar gelir durum sorar ve gider. Kimileri de ta dışarıda yüksek sesle birbirlerine bilgi verirler. Ezan okunur. Kara İmâm, câminin hemen yanında ve ancak çatının boyunda olan ağaç yapılı küçük minaresinin şerefesinden zayıflamış sesiyle asılır. Genç, yaşlı herkes kalkar duvar diplerinden. Kimi evlerinden çıkar; hızlı, yavaş giderler câmiye. Câminin avlusunun büyük bir bölümü mezarlıktır. Avluya girilir girilmez önce, ölmüş Müslümanlar için dua okunur. Kimileri kendi yakınlarının mezarının yanına ve yakınına kadar varır. Dua bittikten sonra câmiye girerler. Câmi köyün tam ortasındadır. Köyün en büyük yolu yani caddesi üzerindedir. Câminin her iki yanında ikişer tane büyükçe pencereleri vardır. Dışarısı rahatlıkla görülebilir. Büyük yoldan gelen geçen görüldüğü gibi, biraz yüksek sesle konuşulanlar bile duyulabilmektedir.
Namaza başlanır başlanmaz at aksırmaları ve ayak sesleri duyulur. Çok geçmez hemen görülür ve anlaşılır. Bu, bir iki saat önce giden Memduh ile Arif Bekçidir. Yanlarında da Elif ile kocası Ali de vardır. Ali de ayrı bir ata binmiştir. Ancak Elif, yaya yürür. Belli ki köyün girişinde attan inmiştir.
Namaz kılınır. İmâm, câmiyi kapatır. Hasan, imâmı bekler. Avludan çıkar çıkmaz Kara İmâma yaklaşır;
-Hocam, bize gidek. Hem yemamizi de yerik.
-Tamam, Hasan Kâ. Gidek. Ben de düşünüyodum zaten.
-Her halde bizim bacı geldi, Eğecen’den.
-Elif Bacı mı?
-Hee.
-Biz namazdayken, geçen atlılar onlar mıydı?
-Onlardı, hocam!
-Yahın canım, Eğecen! Bah, guş gibi geldiler. Kimlerdi attakiler, Hasan?
-Şey, hocam! Bizim Memduh’la, Bekçi Arif gettilerdi. Enişte de at ile geldi her halde.
-Eyi, ya! Gelsinler tabi. G Elif Bacı gorsün babasını.
-Bacım bekte yuha yüreklidir, hocam. Üstelikte gurbette. Şimdi ağamı gorünce heç dayanamaz. Bek yangılıdır...
-Ee, kolay daal! Emme Allah’ın yazgısı Hasan Kâ. Senin, benim yapacamız sadece moral vermek, destek olmah... ‘Gurbette olan, garip bi guş gibidir.’ der böyükler.
Konuşa konuşa ve ağır adımlarla yürür giderler. Eve girdiklerinde sofralar hazırlanmaktadır. Yusuf Çavuş aynı vaziyettedir. Henüz hiçbir değişiklik yoktur. Odanın içi eskisinden daha kalabalıklaşmıştır. Hatta bazıları ayakta durur. Bu sırada Yusuf’ta sofranın kurulmasına yardım eder. Hem Yusuf Çavuş’un yattığı odada hem de karşı salonda sofralar kurulur. Tahta yapılı sofralara çok sıkı bir şekilde hemen bütün misafirler oturur. Yusuf, Memduh ve Arif Bekçi ayakta durup yardım ederler. Yemekleri, ekmekleri, suları getirir götürürler.
Musa, babası Yusuf Çavuş’un baş ucunda kalır. Bir elini babasının alnına ve arada bir usulca yüzüne koyar. Okşayarak dolaştırır elini. Sanki bir çocuğu seviyor gibidir Musa. Yastığının arkasına oturmuş, boynunu hafifçe bükmüş, gözlerini kıpırdatmadan öylece babasına bakar. Gözlerini gözlerinden ayırmaz Musa. Yusuf Çavuş, sadece gözlerini arada bir açıp kapar. Başını hiç sağa sola bile oynatamaz olur. Soluk alıp verdiği artık neredeyse hissedilememektedir. Musa anlar. Misafirler hâlâ yemek yerler. Musa, aniden heyecanlanır, telaşlanır. Ses tonunu yükseltiverir birden;
-Ağa!..Ağa!.. Gurban olurum ağam, gozlerini aç! Ağam, gozlerini gapama!...
Sofranın başındakiler, salondakiler bir ‘hortum’un yarattığı dalga gibi karmakarışık olur herkes. Ayaklanırlar... Kadın erkek içeri giriverir. Sofra aceleyle toplanır. Kara İmâm, Yusuf Çavuş’un başucuna oturur. Bir doktor gibi gözlerini açar, nabzını yoklar, göğsüne başını yanaştırır ve kulağı ile kalbini dinler. Kara İmâm, bunları yaparken bir sessizlik olur odada. Eşref Emmi yumuşak bir sesle konuşur:
-Bi ayna yoh mu? Ağzına tutun, yahu!.. Annaşılır, soluh alıp almadığı...
Yusuf, cebinden delikanlı aynasını çıkarıverir. Aynayı imâma uzatır. Kara İmâm, Yusuf Çavuş’un hem ağzına hem burnuna iki, üç kez tutar.Yine bir sessizlik oluverir. Aynanın her tutulduğunda bakılır; hiç buharlaşma görülmez. Kara İmâm hafifçe başını sallar. Bir sağa, bir sola döner... Hem gözleriyle hem de yavaşça iki elini kaldırarak ‘öldüğünü’ işaret eder. Daha hoca hiçbir şey söyleyemeden, Musa ve arkasından Yusuf, düşüverirler Yusuf Çavuş’un üstüne. Biri ‘ağam’, biri ‘dedem’ diyerek ağlarlar. Oda birbirine karışır. Hasan gelir, babasının ayaklarından sarılır. O da ağlar ‘ağam... ağam...’ diyerek...
Kara İmâm, olduğu yerden yavaşça kalkar. Hiç konuşmadan dışarı çıkar. Doğruca avluya iner ve arka taraftan dolaşarak evin damına çıkar. Kara İmâm, Yusuf Çavuş’un ‘salâsını’ okur. Avlu insanla dolmuştur. Hocanın, damın üzerinde çıkıp okuması onun acele etmesindendir. Salâyı okur okumaz hızlıca eve gelir.
Bir ses ortalığı tümüyle kaplar. Bir hançer gibi saplanıverir her sözcüğü. Gökyüzündeki kapkara bir bulutun aniden yere boşalttığı yağmur gibi... Elif Gelin, Yusuf Çavuş’un kızı... Gurbetteki kızı Elif, şimşek olur çakıverir... Bulut olur, yağıverir odada. Mahi Hanım, kızının kolunu bırakmaz. Gelirler, Yusuf Çavuş’un yanına. Sarılıverir babasına Elif. Mahi Hanım da elleriyle, son kez başını ve yüzlerini okşar. Dayanamaz o da ağlayıverir. Herkes ağlar... Ama Elif sadece ağlamaz; bir yandan da ağıt yakar babasına:
“Hoca dam üstüne çıhtı,
Ağam guş olup uçtu,
Gomşular Yusuf Çavuşa
Ezirayil vurdu gaçtı.
Senin için aştım ağam,
Yüce dağları dağları.
Ben ellere de alıştım,
Gül hatırın için ağam.
Gül hatırın soramadım,
Yatıyodun varamadım,
Gurbet elden geldim ağam.
Son kez sesin duyamadım,
Gariplerin dostu ağam,
Câmilerin postu ağam,
Sen herkesin yanındaydın
Sana kimler kustü ağam?
Üç gun evvel düş’ün gordüm,
Uzattın, gul elini öptüm.
Gozün gırptın, gulümsedin,
Sustun, düş’ümde de ağam.
Musa oğlun baş ucunda,
Hasan da ayağın ucunda,
Yusuf’un delânı olmuş
O da baş ucunda ağam.
Yalnız galdın canım anam,
Ben buna da dayanamam,
Zaten uyhu tutmaz idi,
Bundan böyle heç uyumam.”
Elif’in kolundan tutup odadan çıkarırlar. Elif, döner döner ağlar. Elif’i gurbet doldurmuştur. Elif de babasına tutkundur. Onu hiç kırmamış, üzmemiştir. İsteği sorulmadan gurbet ele verilmiştir ama gene de babasına karşılık bile vermemiştir. Babası ne dediyse ‘he’ demiş, ‘sen bilirsin ağa’ demiştir. Karşı salonda oturtulur bir köşeye Elif. Orada da durmaz yüreği, gene feryat eder. Gözleri ırmak ırmak olur. Sözleri, herkesi, rüzgârın ağaçları salladığı gibi sallayıverir. Herkesi yerinden oynatır. Odanın içinde gittikçe yükselen bir fırtınanın uğultusuna dönüşür;
-“Gelirken şimşek olurdum,
Neşemi burda bulurdum,
Giderken cansız galırdım.
Sessiz sessiz gettin ağam,
Sultanlarla eğleşmiştin,
İstanbul’a yerleşmiştin,
Paşalarla yemiş idin,
Yetimler Paşası ağam.
Eşref Emmim boynu bukük,
Gozlerin ışığı sönük,
Üzüntüden yönü dönük,
Yiğenini gormez, ağam.
‘Esgerlikte zabit idim,
Sarayda vazifeliydim,
Gırmızı liralar ile,
Gelir idim’ derdin ağam.
Teker teker sayar idin,
Öksüz, yetim başlar idin,
Fakir fukara galmazdı
Liralar verirdin, ağam.”
Elif, hem gurbet hem de baba acısıyla verir veriştirir. İçerde Yusuf Çavuş’u yatağının içinde soyarlar. Zaten üç gündür pijama ve fanilasıyla yatağın içindeydi. Yiyeceği içeceği burada verilirdi. Mahi Hanım, sandığında sakladığı bir kefenlik bezi getirip vermiştir hocaya. Sedir üzerinde Yusuf Çavuş, çıplak vaziyette yorganın altında yata dursun, aşağıda Kara İmâm çoktan başlamıştır, kefen yapmaya.
Sanki acelesi vardır Kara İmâmın. Çabuk çabuk yapar her şeyi. Bir yandan da emirler yağdırır etrafına.
-Suyu goydunuz mu? Câmiyi biriniz açın; teneşiri, tabutu getirin. Cenaze yıhamah için tas, tavalar da olacah... Bi helkenin içinde hepsi. Öylece getirin...
Kara İmâm cebinden câminin anahtarını birine uzatır. Birkaç kişi birden câmiye giderler. Avluda, duvarın dibine büyük bir kazan kurulur. Su hazırlanır hazırlanmaz, Yusuf Çavuş içinde yattığı yatakla birlikte, üzerinde çarşaf örtülü indirilir avluya. Daha ikindi vakti olmamıştır. Kara İmâm ikindiye yetiştirmek için acele eder.
Dambaşlar da insanla dolmuştur. Avlunun içinde iğne atacak yer yok sanki. Kara İmâm, üzerine beyaz kaput bezinden önlük takar. Kollarını sıvar ve Yusuf Çavuş’u yıkamaya başlar. Bütün erkekler, teneşirin etrafını çevirir. Kimi sabununu verir, alır, Kara İmâma. Kimi suyunu döker bir yandan. Yusuf Çavuş yıkandıktan sonra olduğu yerde kefenlenir. Başından ve ayak tarafından bağlanır. Kara İmâm yüksek sesle seslenir:
-Gonşular! Biraz sona cenaze namazı gılınacah,. Ancah, ben gene derim ki; burada, Yusuf Çavuş’a hakkınızı helâl edin!
Bütün topluluk...Yakındakiler uzaktakiler, aşağıdakiler yukarıdakiler...Herkes bir ağızdan seslenirler:
-‘Helâl olsun!..’
Bunu Kara İmâm üç kez tekrarlattırır. Arkasından da;
-‘El Fâtiha!’ der.
Kısa bir an sessizlik olur. Herkes Yusuf Çavuş’un ardından ilk kez ‘Fâtiha’ okurlar. Bindirirler cansız ata. Ağır ağır omuzlarda gider. Yusuf Çavuş bir daha çıkmamacasına, câminin avlusuna son kez girer. Cenaze namazı kılınır. Câminin batı tarafında ve en ön kısmına götürülür. Babası Osman Kâyâ, onun da babası Bekir Kâyâ, dip dedeleri Salih ve kardeşi Seyfullah’ın üzerlerine mezarı eşilmiştir...
Musa ve Hasan, mezarın içine inerler. Yusuf Çavuş’u kucaklayarak mezara alırlar. Bu arada torunu Yusuf’ta inmek ister mezarın içine. Kara İmâm, Yusuf’a işaret eder ve usulca seslenir:
-Sen dur, oğlum! Ağanla emmin yeter. Üçünüz sığmazsınız.
Genç Yusuf, durur. İki üç adım geri çekilir ve dizlerinin üstüne çömelerek oturur. Hemen bütün akrabalar ve komşular birer ikişer sırayla toprak atarlar. Üç kişi vardır ki toprak atmaz. Daha doğrusu atamazlar! Eleri tutamaz! Üstelik gözleri ve yüzleri ıslaktır. Boyunları büküktür. Bunlar, oğulları Hasan, Musa ve torunu Yusuf’tur. İlk toprak atılmaya başlandığında Kara İmâm başlar Kur’an okumaya. Son toprak atılıncaya kadar başkaları da sırasıyla Kur’an okumaya devam ederler.
Buğday öbeğini savururlar da, samandan ayrılan ekin gibi çıkıverir mezar ortaya. Kara İmâm ayağa kalkar ve yüksek sesle seslenir:
-Kimse ayrılmasın. Böylece câmiye girelim. Çünku, vahitte yahlaştı. Yusuf Çavuş’a ve geçmişlerine mevlit ohuyalım. Buyurun! Yusuf Çavuş’un ruhuna; El Fâtiha!
Duadan sonra hemen herkes, sesli olarak , ayrıca tek tek iyi dileklerde bulunurlar:
-“Allah, rahmet eylesin.”,
-“Allah, taksiratını artırsın.”,
-“Allah, toprağını bol etsin.”
-“Allah, gittiği yerden utandırmasın.”,
-“Allah, yattığı yeri cenet mekân etsin.”
- “Allah, kalanlarına ömür versin.”
-“Allah, günahlarını affetsin...”
Yusuf Çavuş, ikindiye çok az kala toprağa verilir. O şimdi babası, dedeleri, kardeşi, hemen yakınında amcalarıyla, akraba ve komşularıyla koyun koyuna yatmaktadır. Köylü son görevini yapmıştır. Kimileri câmiye girer, kimileri de dışarı çıkarlar. Kara İmâm, herkes dağıldıktan hemen sonra mezarın başında kalır. Ellerini önüne bağlar, başucuna durur ve kıbleye döner, başlar telkin vermeye. Daha sonra Kara İmâm, doğruca câmiye girer. Vakit gelene kadar Kur’an ve dualar okurlar.
İkindi namazı kılındıktan sonra doğruca Yusuf Çavuş’un evine giderler. Mahi Hanım, muhtar oğlu Musa’nın yanındadır. Âdet üzere Mahi Hanım neredeyse, komşular o eve gider. Böylece herkes Musa’nın evine yönelir. Mayıs’ın dokuzu... Bir Perşembe günü... Komşular gecenin geç vakitlerine kadar oturur. Ogün sabaha kadar, her odada bir idâre lambası yanar.
Aradan sadece bir gün geçer. Hemen mevlit okutulur. Çünkü, bugün Cumâdır. Gece hiç uyumamışlardır. Helvalar hazırlanmıştır. Helvalar, hem câmide hem de evde dağıtılır. Ayrıca hem iki evde hem de odada yemek verilir. Köy halkının yanı sıra dışarıdan gelenlere de yemek verilir.
Odada ve evlerde daha bugün Yusuf Çavuş anlatılmaya başlanır. Yusuf Çavuş’un kim olduğunu herkes bilir. Ancak çokları onun nasıl biri olduğunu pek bilmez. Merak etmeye başlarlar. Yusuf Çavuş’un askerliğinden, muhtarlığından, gençliğinden başlarlar sormaya. Yusuf, odaya ekmek, yemek taşır. Odaya vardığında orada kalır oturur. Birisi, Yusuf’a seslenir:
-Ee, Yusuf! Başın sağ olsun, aslanım! Deden; ‘Allah rahmet eylesin.’seni bek severdi, canım!
Bir başkası hemen lâfa karışıverir.
-Sevmekte ne kelime. Adını verdiğinden, belli daal mi? Daha üç gun evveline gadar, ‘Yusuf, delânı olmuş...Gorudan odun getirmiş...’ deyin, pınarın başında öyle bi seviniyodu,...Toprağı bol olsun!
Bu sırada Hasan, odaya girer. Biri Hasan Kâyâya, Yusuf Çavuş’tan anlatmasını ister. Başkaları da bu isteği destekler.
-‘Hasan Kâ! Yahu, Yusuf Çavuş’tan ecik annnat da dinniyek...’
-Ağamın neyini annatıyım? Muhtarlığını deseniz herkes biliyo işte. Emme eskerliğini derseniz, heç kimse onun gibi eskerlik yapmamıştır...
-Annat öyleyse Hasan Ağa.
-Annatıyım da, gısadan annatıyım. Tam yedi sene eskerlik yapmış ağam. Hem de ‘zabit’ olarak. Sizin annıyacanız sıhhıye zabitiymiş. İstanbul’da, Saraylarda bulunmuş. Çanakkale Harbinde İstanbul’daymış. Yusuf İzzet’in yaverliğini yapmış. Yusuf İzzet, sarayda birgün ölü bulunmuş. Anası çok ağlamış. Ağamı da oğlu gibi severmiş.
-“Oğlum, Yusuf get memleketine, senide öldürürler. Gozü dönmüş herkesin.” demiş. Ağam gafasını sallamış:
-“Getmem Valide Sultanım! Sizi yalınız bırahmam. Ben sizin de emrinizdeyim!” demiş. Ağamın hizmeti, dürüstlüğü ve hele candan bağlılığı Valide Sultanı çoh etkilemiş. Oğlunun bir yalısını ağama vermiş. Ağam, gozlerini yummuş, gafasını yuharı doğru galdırmış:
-‘Olmaz! Alamam Validem!’ demiş. Ama ısrar etmiş Valide Sultan. Ağam da ısrar üzerine gabul etmiş. Hasan Ağa konuşurken araya bir başkası girer:
-‘Yalı duruyo mu Hasan Ağa?’
Hasan Ağa hafifçe güler ve konuşmasına devam eder:
-He, duruyo. Duruyo da başkasının...
-‘Satmış mı Yusuf Çavuş?’
-Yoh, satmamış!..Bi arkadaşına bırakmış.
-‘Alsaydınız elinden. Tabi ya! Yusuf Çavuş, tapusunu almayı unutmuş, elleham!’
-Tapusu da var emme Arapça yazılı. Atatürk, Cumhuriyeti gurunca, bildiğiniz gibi bütün tapular Türkçe’ye çevrildi. Yani değiştirildi. Emme ağam, bunu yapmamış. Değiştirmemiş tapuyu.
-‘Ee, sona...’
-Ağam heç bi şeyi unutmadı. Hatta biz bile, ‘Ağa! Gel şu yalıyı alah... Zaman varken deniştirek tapuyu...’ dediysek de ağam, ‘Olmaz, ben galleşlik yapmam. Benim sözüm namusumdur.’ dedi.
-‘Bunda, namus meselesi nerede?.. Annamadım Hasan Ağa!’
-Annatıyom işte. Ağam, Valide Sultandan sarayı almış. Onunla da galmamış, Valide Sultan, ağama çil çil gırmızı liralar da vermiş. Yani altınlar...
-‘Yapma yahu!..’
-‘Vay be!..’
-He ya! İşte annnıyacanız ağam, iki guşak dolusu kırmızı liralarla koye gelmiş. Biz ufaadık o zaman.
-‘Yahu, Hasan Ağa, gırmızı liraları bırah da, yalıyı niye bırahmış Yusuf Emmi? Onu annat!..’
-Ağam, artık gelmek için garar gılmış. Ancah, gelmeden üç beş gün evvel eskerlik yaptığı bi arkadaşı, memleketinden gız alıp gaçmış. Doğruca İstanbul’a gemiş. Ağamı bulur. Ağama halını, keyfini annatır. Ağam, düşünür düşünür ve gararını verir.
-“Bah, beni eyi dinne: Bu yalıda oturun. Ben memleketime gediyom. Gelirsem alırım, gelmezsem yalı sizin. Gule gule oturun. Hadi bana eyvallah!...” deyip çekmiş gelmiş. Bi daha da yönünü dönüp bahmamış yalıya. Ya, işte böyle ağamın işi.
-‘Yoh canım! Olmaz böyle bi şey! Yalı bu, yahu!..’
-‘Ben olacahtım ki...’
-‘E, sen Yusuf Çavuş olamazsın zaten, aslanım! Allah, herkesi ayrı ayrı huyda soyda yaratmış. Biz Yusuf Çavuş’a benziyemek, aslanım!..’
Kapıdan yemekler gelmeye devam eder. Sofralar kurulur. Konuşmaya son verilir. Birer, ikişer sofranın başına otururlar. Hem otururlar hem de Yusuf Çavuş’a rahmet okurlar.
İlk Cumâsı mevlitle, helvayla, yemekle, hayırlı dualar ve konuşmalarla geçer. Yusuf Çavuş anlatılır odalarda, evlerde, duvar diplerinde... Bağlarda, bahçelerde, ekin tarlalarında, dağda ve koruda anlatılır, konuşulur Yusuf Çavuş. Cumâlar gelir geçer, aylar gelir geçer gene Yusuf Çavuş konuşulur.
Yusuf Çavuş’un üzerinden dört ay kadar geçmiştir.Yusuf, ebesi Mahi Hanımın yanındadır. Değirmenin Önündeki bahçedeler. Yanından Büyük Öz geçer. Bir başı Derbent, Baltasarılar daha yukarılarda Kırım’dan başlar; Dağboğmul, Âlemdar, Çorak, Eğecen Köylerinin özleriyle birleşerek Boğaz, Musabeyli Köyleri istikâmetinde Yerköy’ü de içine alarak Kızılırmak’ın Delice koluna ulaşır. Yusuf, konuşur, sohbet eder tatlı tatlı ebesiyle.
-Ebe!
-Eben gurban sana! Söyle. Ne diyon Yusuf’um?
-Ebe diyom, dedemden ecik gonuşsak...
-Neyini gonuşah dedeyin, Yusuf’um? Aha bah, dört ay oldu. Guş olup uçtu, getti deden. Allah, onun ömrünü sana versin, yiğidim.
-Şey, ebe! Hani diyom, dedemin unutulmıyacah hatıraları...
Mahi Hanım şöyle bir durur. Bu sırada bahçenin içinde ayrı ayrı yapılmış karıkların otunu almaktadır. Yusuf’a gülümseyerek bakar.
-Dedeyin eyiliği çoh Yusuf’um. Şu koyde eyilik yapmadığı kimse yoh.
-Dedem gençliğinde yiğit biri miydi ebe?
Mahi Hanım, Yusuf’un bu sorusuna gülerek karşılık verir.
-Yiğitti ya! Beri benzer daldan budaktan gozünü esirgemezdi. Herkese hem yardım ederdi hem de gendi canını tehlikiye bile atardı. Onun bu halini az da olsa, çekemiyen de vardı. Ama deden, heç aldırmazdı. “Benim kalbim doğru ya!.. Allah benimle nasılsa...” der geçerdi.
-Ebe! Dedemin heç komik olayı var mıydı?
Mahi Hanım gene gülümser ve başını hafifçe bir sağa, bir sola sallar.
-Var ya! Var da şimdi nerden ahıl ettin bunnarı? N’edecan Yusuf’um, bunnarı?
-İşte ebe! Birden merahlandım da...Haberim olsun dedemin bi şeylerinden dedim, kendi kendime!
-Allah Allah! Demek merahlandın! Hay gurban olsun eben sana, Yusuf’um!
Mahi Hanım anlatmaya hazırlanır. Bir yandan da yere çöker ve karığın içindeki yabancı otları ayıklamaya başlar. Tatlı tatlı gülümseyerek başlar anlatmaya:
-Deden eskerden geliyodu. Atın üstünde, zabit elbiseliydi. Bi kemeri vardı, iki gattı. Arası gırmızı liralar doluydu. Üstündeki elbise pırıl pırıl yanıyodu. Elbisesinin dumeleri iriceydi, ayna gibi parıldıyolardı. Guzün son günleri miydi, ne?.. Bayraktar Deresinden geliyodu. Şimdiki harman doktüğümüz yerden geçmiş. Öze girmiş. Su epey varmış o zaman. Suya girer girmez bir oğlak sesi duymuş. Oğlak sesi arha arhaya devam etmiş. Deden, atı döndürmüş geriye. Çıhmış suyun içinden. Oğlağın sesinin geldiği yöne atı sürmüş. Bahsa ki gerçekten bir geçi oğlağı. Oğlak, hemen az ileride, bi bahçe duvarının üstünde yalınızca duruyomuş. Yanına eyice yahlaşmış. Attan enmiş, oğlağı gucana almış. Gendi gendine;
-“Yazıh, bi komşunundur. Gaybolmuş belli ki. Alıyım, bizimkilere veriyim de, sabah kiminse versinler...” diye düşünmüş. Ata binmiş, sürmüş öze. Özün tam orta yerine geldiğinde merahk etmiş deden...
Mahi Hanım hikâyenin tam burasında başlar gülmeye. Yusuf, ebesinin bu durumunu görünce şaşırır ve sonra o da güler. Ama nedenini daha anlamamıştır. İyice meraklanır.
-Ee, ebe! Sona n’olmuş ki?..
-Sonası Yusuf’um; deden, suyun ortasında oğlak ‘erkek mi, dişi mi’ diye merah etmiş. Senin merah ettiğin gibi. Oğlağın arhasından bahmak istemiş. İşte o zaman olanlar olmuş...
Mahi Hanım gene gülmeye başlar. Bir süre gülmekten anlatamaz. Kendini toparlar toparlamaz anlatmaya devam eder. Yusuf’un merakı gittikçe artar. Gözlerini iyice patlatır, öylece ebesini izler.
-Önce elini oğlağın garnına gotürmüş. ‘Erkek mi, bi bahıyım?’ demiş kendi kendine. Tam bu sırada oğlak gonuşuvermiş;
-“He ya! Erkek, erkek...” deyivermiş. Deden, yıldırım çarpmış gibi gucağınndan oğlağı geriye doğru fırlatıvermiş. Atı da o telaşla hızlıca sürmüş, geçmiş özü. Özü geçer geçmez durdurmuş atını. Dönüp garşıya bahmış. Deden oğlağa, oğlak da dedene bahışmışlar... Sona oğlah bi daha gonuşmuş;
-“Hadi, var get esker! Anan seni Cumâ gunü doğurmuş. Ben suyu geçemiyom...” demiş. Deden şaşkın şaşkın eve gelmiş...Yaa! İşte böyle Yusuf’um. Dedeyin ahlından çıharamadığı, senelerce ahıl erdiremediği gerçekten oğlah mı, cin mi?.. Biz de ahıl erdiremedik buna, Yusuf’um!
-Vay be! Desene ebe! Dedem hem ahıllı hem de çok pratik biriymiş, canım! Gine de o cin mi, oğlah mı neyse, dedeme yapışamamış daall mi ebe?
Mahi Hanımla Yusuf tatlı tatlı sohbet ederlerken, özün karşısından Hasan Ağa seslenir:
-Yusuuf!.. Nerdesin oğlum?
Yusuf, elinde uzunca bir övündere, bahçe duvarının üstünden ayağa kalkar. Babasına karşılık verir.
-Burdayım, ağa!
-Hadi, gelsene oğlum! Oküzleri bekliyoh biz. Düven gecikiyo, oğlum.
-Tamam, ağa! Geliyom aha.
Yusuf, harman yerine doğru giderken, ebesi bahçede kalır ve yabânî otları ayıklamaya devam eder. Mahi Hanım, Yusuf giderken de arkasından seslenir:
-Birazdan ben de harmana gelirim Yusuf’um. Gurban olsun eben sana, yiğidim!
Yusuf, dedesi hakkında almış olduğu bu enteresan olaylara hayret eder. Giderken kendi kendine hem gülümser hem de başını sağa sola sallar:
-‘Dedem yiğit adammış, canım!..’ der kendi kendine.
-‘Cin bu yahu!.. Tuttu mu bırakmaz adamı. Ama dedemi tutamamış!.’ diye düşünür.
-‘Belli ki dedem okumuş, kultürlü biriymiş ki...’ der içinden.
Kendi kendine dedesini över durur Yusuf. Ağır ağır öküzleri söğüt ağaçlarının serin gölgesinden kaldırır. Yusuf’un ağır aldırışına sanki öküzler de katılır, nazlanarak kalkarlar. Şöyle bir başını kaldırır ve harmana doğru bakar. Baksa ki karşıda başkaları döven sürmeye başlamıştır. Bunu görünce biraz hızlanır. Öküzlere övündereyle dürter. Bir yandan da seslenir onlara:
-Vehaa!..Veha!..
-Gahın artıh, sizi tembeller. Herkes düven goşmuş bile...
Arada bir yavaşça vurur hayvanların vücutlarına. Harmana varır varmaz babası, emmisi öküzleri dövenlere birlikte koşarlar. Başlarlar serilmiş ekinleri sürmeye. Ağustos sıcağının altında saatlerce döner durur öküzler ve dövenin üzerindeki insanlar. Arada bir değişirler dövenin üzerindekiler. Ancak öküzler maalesef değiştirilmezler. Onların böyle bir şansları yoktur. Onlar ise sadece döner durur. Tek farkları durmadan da yerler sürdükleri ekinden. Buna zaten istense de istenmese de izin verilir. Tabi durmamak şartıyla bu izin verilir.
_________ romanın devamı _________ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.