KARA YIUSUF-III
........................................
**
Yusuf sabah erkenden kalkar. Sanki gece hiç uyumamıştır. Avluya iner, geri yukarı çıkar. Belki on defa, belki de daha fazla iner çıkar. Çok heyecanlıdır. Öbür kardeşleri daha uyumaktadırlar. Ama onlar kızdır. Yine de sessizce yatağından kalkmıştır. Kız kardeşlerinin uyanmalarını istememiştir. Çünkü uyanırlarsa anasına, babasına haber vereceklerinden endişe eder. O kadar sessiz ve yavaşça dışarı çıkar... Kapıyı da aynı dikkatle açar ki gerçekten hiç kimse anlamaz. Halbuki dış kapının arkasındaki zelze, ufak bir harekette dahi sallanmakta... Kapının menteşeleri o kadar eskidir ki uzun süre yağsızlıktan gıcırdamaktadır...
“Nasıl duymazlar? Neden kalkmazlar?” bilinmez. Bu, zaten pekte önemli değildir. Önemli olan Yusuf’un, kimse anlamadan dışarı çıkmasıdır. Yusuf, dışarı çıkmasına çıkmıştır ancak, istediği hâlâ ortada yoktur. Çapar’la Karabaş’ta avluda ayrı ayrı köşelerde yatmaktadırlar. Koyunlar da hâlâ avludalar. Bu saatte otlamaya götürülmezler.
Yusuf sabırsızlanır. Köpeklerin yanına varıp sevmek ister. Sonra vazgeçiverir. Kendi kendine, ‘ya şımarırlar da ses çıkarırlarsa...’ diye düşünür. Tekrar çıkar yukarıya. Gezintide oturur. Sırtını duvara yaslar ve ayaklarını uzatır. Bekler öylece. Yusuf ilk kez böyle erken saatte kalkıp dışarıda beklemektedir. Koyunları seyreder. Koyunların birbirlerine iyice sokulmuş vaziyetlerini, geviş getirmelerini... Kimilerinin gözlerini yumarak uyuduklarını, aksırmalarını... Bazılarının garip bir biçimde inlemelerini, sanki nefes almadan izler.
Yusuf, öylece dalıp gitmiştir oturduğu yerde. Hareketsiz bir şekilde kalıverir. Gözlerinin birisi sanki hep çatal kapıdadır. Birini bekler...Yusuf öyle dalar ki etrafındaki başka olanlardan habersiz kalır. Çünkü o, sadece bir yere odaklanmıştır. Gözleri çatal kapıya, beyni çoban Seyit’e ... Seyit Çoban gelecek, koyunları ve köpekleri alacak...Yusuf ‘ta onunla birlikte gidecek.
Hani insan çok güzel bir rüyâdan uyanır da, sonra uyandığına çok üzülür ya!.. İşte, öyle oluverir birden. Ne zaman gelmiş; bir el, Yusuf’un omzu üzerindedir. Yusuf hiç fark edememiştir. Bu, anasının elidir. Sessizce yaklaşmıştır anası. Rabia Hanım, tuvalete gitmek üzere kalkmıştır. Yusuf’u görünce durur ve usulca yanına varır. Ancak elini omzuna dokundurduğunda Yusuf, ancak kendisini fark eder.
-Oğlum! Hayrola! Burda niye oturuyon?
Yusuf hiç seslenmez, Şaşırır kalır. Zaten anası da şaşırmıştır. Tekrar iki eliyle Yusuf’un kollarından iyice sarılır ve ayağa kaldırır. Yusuf hâlâ konuşmamaktadır.
-Allah, Allah! Bah şu yaptığına! Üşümüşsün!.. Ah, ahılsızım!..
Anası, Yusuf’u içeri götürür. Yatağına kadar eşlik eder. Yatağının yorganı açık vaziyettedir. Rabia Hanım da sessiz bir şekilde hareket etmeye çalışır. Yusuf’un sedirdeki yatağına girmesine yardım eder. Yorganını kendisi örter. Yusuf, pencere kenarındaki sedir üzerinde yatmaktadır. Kız kardeşleri ise karşı duvar kenarındaki sedirde yatmaktadırlar. Rabia Hanım kafasını bir sağa, bir sola sallar. Kafasında cevaplanmamış bir takım sorular bırakarak tekrar dışarıya, tuvalete gider.
Olan olmuştur. Yusuf, ‘Nasılsa anam gördü, önemli değil artık!..’der gibi düşünür. Uyanık durur yatağın içinde. Anasını gözler...Anası yattığı pencerenin önünden geçip gelecektir. Tuvaletten çıkıp odasına girmesini bekler. Yusuf, anası daha odasının kapısını kapatır kapatmaz başını kaldırır ve oturur duruma gelir. Yorganı yavaşça başına çeker. Dikkatlice pencereye doğru bakar. Çok geçmez, anası hızlıca ve bir gölge gibi girer içeri. Hemen yorganın içine girmeye çalışır. Başını usulca yastığa koyar. İçeri giren olmaz. Diğer odanın kapısının kapandığı duyulur. Rahatlar. Anlar, anasının kendi odasına gittiğini. Sevinir. Hemen doğrulur yeniden. Yavaşça pencereye iyice sokulur. Dışarısı iyice aydınlanmıştır. Çok heyecanlanır. Yerinde duramaz. Usulca üzerinden yorganı kaldırır, iki ayağını birden yere basar. Tekrar giyinir. Bir pantolonu, bir gömleği, bir de yün çorabı vardır.Giyip giyeceği bunlardır. Çok acele bir şekilde, ters, düz fark etmez onun için...
Kendi kendine ama sessiz bir biçimde içten içten konuşur. Bir yandan da garip hareketler yapar. Kâh kafasını sağa sola salar, kâh ellerini açarak kaldırır, indirir. Bütün bunları yaparken üç parça elbisesini giyer.
-Ya şimdi gelirse, Seyit Emmi!...
-Ya anam, bi daha gaharsa!...
-Ya ağam da salmazsa!...
Hep endişe, hep heyecan, hep korku...Sanki yakalanmış, kıstırılmış bir kuş gibi ürperip durur. “Ya... ya... ya...” deyip durur kendi kendine.
Yusuf’un evleri köyün tam ortasındadır. Her hareketlilik, her olan biten şey hemen duyulur ve görülür. Pınara su doldurmaya gelen kadınların, kızların, gelinlerin kollarındaki helkelerinin yürürken çıkardığı ince ve gıcırtılı sesler... Erkenden ahırdaki hayvanlarını su içirmeye getirenlerin seslenişleri...
-Vehaa!.. Çüüşş! ...
Arada bir kalın kalın öksürüşleri...Sabahın ilk hareketliliğinin provasını yapar gibi genç danaların ve her zamanki huysuzluklarıyla başı çeken eşeklerin tepişmeleri... O ağır gövdeleriyle hâlâ geviş getirerek, aheste aheste çölde yürür gibi, mandaların derin solukları...Güne ‘merhaba’ demeye hazırlanan, damların serpeneğindeki yuvalarında bekleşen serçelerin çoğunlukla koro halinde ötüşmeleri...
Sanki ilk pınara gelen kadını gözlüyormuş gibi...Sanki ilk pınara gelen hayvanları takip ediyormuş gibi...Arkası gelir çok geçmeden. Tepişmeler, seslenişler, aksırmalar, öksürmeler, helke sesleri...Derken serpeneklerden arı gibi çıkıverir bütün serçeler. Gün kulağını gösteriverir. Bunu ilk önce serçeler haber verirler. Hemen en yakındaki ağaç dallarına konarak sabah sporunu yaparlar. Aceleleri yoktur. Beklerler günün tüm yüzünü. Çok sürmez zaten, ‘selâm verir’ önce serçelere. Çünkü onlar en yüksektedir. Güneş sanki bir ‘saygı’ olarak kabul eder bu bekleyişi...
Çatal kapı açılır. Yusuf birden irkilir. Bu sırada Yusuf, gezintide öylece bekliyordu zaten. Hemen yönünü oraya çevirir ve yürür. Bu, ebesi Mahi Kadındır. Elinde sadece bir helke... Her tarafı koyunlarla dolu avludan, iki helkeyle su getirmek biraz güçtür. O yüzden Mahi Kadın bir helkeyle gider pınara. Yusuf, ebesini görür görmez heyecanlanır ve biraz önce düşündüklerini unutur. Gülümseyerek seslenir:
-Ebee!...
Mahi Hanım durur. Geriye döner ve bakar.
-Vıı!.. Yusuf sen misin? Niye erken gahtın, oğlum?
Yusuf, bir an söylemek ister gibi olur. Sonra hemen kendini toparlar ve kekeleyerek karşılık verir:
-Şey, ebe!.. İşte gahtım!..
Ebesi Mahi Kadın tekrar seslenir Yusuf’a:
-Anan gahtı mı?..
Yusuf, kısa bir an durduktan sonra cevap verir.
-Az önce gahdıydı...
-Anana söyle! Şimdi çoban gelir birazdan. Şu guzuları anasından ayırsın. İçeri goysun? Tamam mı oğlum?
Yusuf tâ uzaktan ‘evet’ der gibi başını sallar.. Mahi Hanım kapıyı tekrar arkasından kapatır ve pınara doğru gider.
Yusuf, ebesinin, ‘şimdi çoban gelir...’ sözüyle yeniden heyecanlanır. Doğruca içeri girer. Anasının ve babasının yattığı odaya varır. Kapılarını bir yandan yumruğu ile çalar, bir yandan da arka arkaya seslenir;
-Anaa!.. Anaa!..
Çok sürmez karşılık verir anası.
-Ne diyon Yusuf? Yatmadın mı sen gine?
-‘Ebem, guzuları içeri alsın, anan’ dedi.
-Tamam. Geliyom.
Rabia Hanım, içerde hem giyinir, hem de kocası Hasan Ağa ile konuşur. Bu sırada Yusuf hemen dışarı çıkar.
-Kele herif, senin haberin yoh!.. Yusuf’un derdi ne?.. Tâ şafahtan önce, sen gah, gezintide otur... Gotürdüm yerine yatırdım. Bah, yatmamış. Geri gahmış!.. Bu çocuh boon niye erken gahmış böyle? Annıyamadım getti!..
Hasan Ağa yatağın içinden güler. Rabia Hanım, onun bu gülüşüne anlam veremez. Hemen sert bir şekilde karşılık verir.
-‘Niye gulüyon ki? Çocuk hasta mı? Bi derdi mi var? Yosam üşüdü mü? Üşüyecek mi?’ diye düşünmüyon... Bi de gaylesiz gaylesiz gulüyon!
-Gız , gara cahil! Ben annadım Yusuf’un telaşını...İşte buna gulüyom...
Hasan Ağa, tatlı tatlı gülmeye devam eder. Rabia Hanım yine bir şey anlamaz. Tekrar aynı ses tonuyla karşılık verir:
-Ne telâşı olacamış çocuğun? İşler, çocuğu mu bekliyo?...
Hasan Ağa hem gülmeye devam eder, hem de alaycı bir şekilde cevap verir. Bir yandan kendisi de yavaş yavaş kalkmaya başlar. Hemen başucunda duran elbisesini kucağına çeker. Hem giyer, hem konuşmaya devam eder.
-Tabi ya!.. İşler, Yusuf’u bekliyo canım!..
-Ne diyon herif sen? Ne işi Allah’ını seversen! Dalga mı geçiyon beniminen?..
-Yusuf, gendini ‘böyüdüm’ sanıyo, garı. Çocuh, davar gutmeye gidecek. Yaa!..
Fadik Kadın, bu söz karşısında daha sertleşir.
-Sen nerden biliyon? Yosam sen mi izin verdin?...
-Yahu, ne benim izin vermem... Dün, hani bizim Seyit Çoban, guzu getirmişti ya!..
-Eee...Getirmişti...
-Yahu, işte çocuk merahlandı herhalde. Seyid’e yalvarıyodu, bi gorsen. Seyit de dayanamadı. Bana bahtı, goz gırptı, ‘Ben gotürürüm gotürmeye emme aha ağan, haberi olsun. Tamam mı?’ dediydi.
Rabia Hanım birden sesini yumuşatıverir.
-Eee, sona... Desene şuna, ‘Ben yüz verdim.’ Eyi, getsin de şifâyı bulsun, el kadar çocuk. Dağlarda, derelerde, tepelerde...
-Yahu, hanım!..
- Yoh, yoh! Sen, ağanın dediği gibi iş hakedecek biri daalsin... O çocuh şimdiden dağa, bağa gider mi? Alışınca bi daha ener mi, dağdan bayırdan?..
-Yahu, ben öylesine seslenmedim... Hem söz vermedim ki...
-Bi söz vermedin emme ‘olmaz’ da demedin. Şimdi gel de sen, durdur Yusuf’u? Ben getmiyecek diyom. Tamam mı?
Rabia Hanım sinirli bir şekilde kapıyı hızlıca çeker ve dışarı çıkar. Doğruca avluya iner.
Karabaş, Rabia’nın indiğini görür görmez hızlıca yanına gelir. Kendisine yiyecek vereceğini sanır. Karabaş ve Çapar herkesin elinden, yiyeceklerini yerler. Rabia Hanım yavaş yavaş kalkmaya çalışan koyunların arasına dalar. Kiminin üstünden atlayarak, kimini kaldırarak ilerler. Yeni doğmuş, daha birkaç haftalık olan kuzuları arar. Tek tek bulur ve hepsini ahıra koyar.
Bir Temmuz günü...Ortalık iyice ışımış ve gün her tarafa dağılmaya başlamıştır. Sabahın acı serinliği uzaklaşır. Tam bu sıralarda çoban gelirdi... Bütün hayvanlar bile vaktini, saatini bilircesine ayağa kalkarlar ve öylece beklerler. Bugün biri daha çobanı beklemektedir. Bu, Yusuf’tur. Yusuf zaten çoktan beri ayaktadır.
Mahi Hanım karşı evden çıkar. Rabia Geline seslenir:
-Guzuları içeri aldın mı, Fadik ?
-Hee... Aldım nene.
-Seyit’te neredeyse gelir gaylin.
Rabia, usulca kaynanasına seslenir:
-Nene...
-Ne diyon Fadik?
-Seninkine bahsana!
Mahi Hanım önce bir şey anlamaz. Şöyle bir arkasına bakar. Kocası Yusuf Çavuş’un arkasında olduğunu sanır. Bir şey göremez ve Rabia Geline döner;
-Benimki de kim?..
Rabia Gelin evlerini işaret ederek Yusuf’u gösterir. Mahi Hanım anlar. Yusuf’u görünce gülümser.
-Ne varmış oğlumun? Aslan gibi benim oğlum. Maşallah!..
Mahi Hanımın olanlardan haberi yoktur. Bu sırada Rabia, kendi merdivenlerinin ilk basamağına oturmuştur. Oradan konuşmaya devam eder. Sanki bir şikâyete başlar.
-Maşallah, maşallah da...Ah, ne düşündüğünü bi bilsen torunuyun?..
Mahi Hanım hep o aynı iyi niyetliliği ile seslenir.
-Ne düşünür acep, benim yahışıhlı torunum? Gızlar yatıyo. Benim yiğidim erkenden gahmış. Aslan torunum benim!..
-Aslan torunun niye erken gahmış? Onu da biliyon mu, nene?
-Erken gahsın! Eyidir, eyi!
-Nene, bildiğin gibi daal! Çobanlığa heves eder, senin ahıllı torunun. Seyit Efendiyi bekliyo. Onun için erkenden gahmış. Öyle ayakta, ya!..
Mahi Hanım, biraz önceki düşüncesini değiştirir. Yusuf’a seslenir:
-Yoo. Şimdi olmaz, gozelim. Anan hahlı. Daha guccüksün. Yorulursun dağlarda. Dayanamasın. Hasta olursun, ahıllım. Ecik daha böyü... Emminle, ağanla davarları yohlar, gelirsiniz o zaman.
Bu sırada Hasan dışarı çıkar. Anasına seslenir:
-Ne haber ana? Nasılsın?..
Hasan’ın sesini işiten Rabia hemen araya girer. Sesini de biraz yükseltir:
-Aha, bunu gorüyon mu? Oğluna yüz veren bu, nene...
Mahi Hanım, Hasan’a seslenir:
-Sağ ol oğlum! Eyiyim de... Yusuf’u sen mi salıyon dağa?
Hasan kıs kıs güler. Eliyle karısı Rabia’yı işaret ederek karşılık verir;
-Sen inanma ana. Seyit söz vermiştir herhal!..
-Yoh, yoh. Getmesin çocuh, Hasan. Hevesleniyosa bir gun sizinle gider gelir. Elin adamına çocuh teslim edilmez, oğlum. Ne olur, ne olmaz!..
Küçük Yusuf, konuşulanları sadece dinler. Hiçbir anlam veremez. Çünkü onun kafasında ‘koyun gütmek’ vardır. Tüm beynini adeta bu düşünceyle doldurmuştur. Başkalarının konuşmasını, hareketlerini, davranışlarını sanki hiç duymaz, görmez gibidir. Bütün dikkati ve gözleri Seyit’in çatal kapıdan içeri girmesine odaklanır. Yusuf elbette duymuştur konuşulanları; görmüştür bütün olanları. Ancak o kendi kafasına göre bir plân yapmıştır.
Rabia Hanımın kaygısı Yusuf’un gidememesinden dolayı üzüleceğidir. Hatta çok ağlayacağından bile kaygılanır. Bir ana olarak üzülecektir. Bu durumlar ve düşünülenler esnasında kapı açılmaya çalışılır. Tâ uzaktan Mahi Hanım seslenir:
-Hah, Seyit de geldi.
Seyit Çoban kapıyı iter ve içeri girer.
-Sabahı şerifiniz hayırlı ossun Mahi Abıla!
-Sağ ol Seyit Efendi. Senin de hayırlı olsun!
Mahi Hanım elinde bir çıkı ile aşağı doğru iner. Rabia Hanım, Seyit’in girmesiyle hemen oturduğu yerden kalkar ve yukarıya çıkar. Yusuf bu sırada gezintide yoktur. Rabia, ‘içeri girmiştir’ diye düşünür. Kocası Hasan’ın iki adım arkasında, elleri koynunda durur. Mahi Hanım, Seyit’in yanına kadar varır. Elindeki çıkıyı uzatır, verir. Seyit çıkıyı alır. Bir elinde küçük bir çıpkı, bir elinde çıkı iki kanadı da açık olan çatal kapıdan koyunları çıkarmaya başlar. Mahi Kadın, çıkıyı verir vermez, o her zamanki iyi dileğini söyler:
-Hadi, Allah golaylıhlar versin! Allah yardımcın olsun Seyit oğlum!..
Seyit, elindeki çıkıyı azıcık yukarıya kaldırır ve gülümser bir vaziyette karşılık verir:
-Allah razı olsun Mahi Abıla! Çıkıyı da doldurmuşsun eyice...
-Âfiyet olsun Seyit oğlum. Senin sevdiğin şeylerden dürüm ettim. Dağa gidenin azığı bol olur, oğlum! İki tane de Gılik Çörek goydum. Hadi, gule gule get...
Seyit bir daha teşekkür eder:
-Sağ ol, Mahi Abıla...
Neşeli bir şekilde koyunları çıkarır. Kâh ıslıkla, kâh kendine özgü seslerle koyunları yavaşça, incitmeden götürür. Koyunlar kapıdan çıkarken nereye gideceğini bilircesine Çatalkaya istikâmetine yönelirler. Seyit Çoban görür, ne tarafa yöneldiklerini. O da ağırdan ağırdan arkalarından gider.
Bütün davarlar avludan çıkınca her taraf birden bomboş oluverir. Karabaş ve Çapar hâlâ avludalar. Hasan da dışarıdadır. Arkasına döner, karısına seslenmek ister. Rabia içeri girmek üzeredir.
-Gız Fadik! Kopeklerin yalını verdiniz mi?
Rabia döner ve durur.
-Yoo... Ben vermedim. Belki anan vermiştir...
-Gız, bu hayvanlar aç. Yememişler. Bah bekliyolar...Yosam durmazlardı böyle. Hadi yalını yap da davara getsinler...
Rabia Hanım hemen karşılık verir;
-Benim işim var. Gir, onu da sen yap!
Hasan karşılık vermez. Başını bir sağa, bir sola sallar sadece. İçeri girer. İki ayrı kapta köpeklerin yalını yapar. Aşağı iner ve ayrı ayrı köşelerde önlerine koyar. Köpekler yallarını yer yemez, önceden emir almışlar gibi, çatal kapıdan çıkıp giderler.
Sürü, Çatalkaya’ya vardığında çoğalmıştır. Başka evlerden de koyunlar katılır. Koyunlar anayoldan sola sapar. Belli ki istikâmet korudur. Seyit’in bir de eşeği vardır. Her zaman olduğu gibi bu eşek hep öndedir. Sanki sürünün rehberidir. Eşek nereye yönelirse sürü de oraya yönelir. Eşeğin izini takip ederler. Sırtında bir semer ve semerin üstünde bir yamalıklı heybe...Ayrıca büyükçe bir kürk üzerinden hiç eksik değidir. Eşek kendi halinde bir çığırda gider...
Hep birlikte Selverin Pınara doğru tırmanırlar. Bu sırada tâ aşağıdan, Bağ mevkiinden bir ses gelir. Bir çocuk sesi bu. Ama köpeklere sesleniyor, belli ki. Arada bir ıslıkda çalıyor.
-‘Geh Çapar, Çapar... Geh Garabaş, Garabaş... Geh, geh, geehh!...’
Daha ilk sesi duyar duymaz Çapar ve Karabaş, Çoban Seyit’in hemen arkasından çıkarlar. Hızlıca, koşarak sese doğru giderler. Çünkü sesi tanımışlardır. Yusuf, arkın yanı başındadır. Çömelmiş vaziyette bekler. Köpekler, gelir gelmez etrafını sararlar. Biri bir tarafından, biri diğer tarafından üstüne atılırlar. Köpekler arka ayaklarının üzerine kalktıklarında Yusuf’un boyunu aşarlar. Yusuf ikisi arasında küçücük kalır. Bu durumda Yusuf sesini yükseltir;
-Durun...Çekilin...
Yusuf, sürünün Selverin Pınara doğru gittiğini görmüştür. Köpeklerin arasından sıyrılır ve yürür.
-Hadi Çapar...Hadi Garabaş...
Önce önündeki ana yolu koşar adımlarla geçer. Arkasından Çapar ve Karabaş’ta koşar. Tarlaya çıktıklarında yavaşlarlar. İleride yavaş gitmekte olan sürüye Selverin Pınarda yetişirler. Her zaman olduğu gibi Çoban Seyit arkadadır. Bir meşe değneğini arkasına ve iki kolunun arasından beline dayamış, öylece yürür.
Seyit, bir ara arkasına dönüp bakar. Köpeklerle birlikte Yusuf, yanına gelmiştir bile. Durur ve Yusuf’a konuşur:
-Hayrola Yusuf can! Sen nerden çıhtın, şimdi?
Yusuf, her şeyi kafasında hazırlamıştır bile. Tıkır tıkır karşılık vermeye başlar;
-Niye ki Seyit Emmi? Dün gel dediydin ya!..
Seyit döner ve yürür. Bir yandan da konuşur.
-Eyi de, gizlice niye geliyon o zaman, oğlum? Niye avluda beklemedin?..
-Ben üstümü geyiniyodum. Sen hemen çıkmışsın.
Seyit bu lâfın üzerine durur ve sorar:
-Eyi de, ben seni, Bağdan taraf gelirken gordüm... Orda ne işin vardı?
-Haa, orda mı?.. Ağam da orda, Seyit Emmi.
-Hasan Ağa mı?
-Hee.
Seyit bir daha durur ve yine sorar:
-Ulan oğlum! İşte, benim merah ettiğim de bu ya! Dün izin vermediydi ağan!..
Yusuf, şöyle bir yarım vücut döner ve Bağ tarafına bakar. Sanki babası oradaymış izlenimi verir. Seyit tekrarlar sorusunu ve Yusuf’a yeniden seslenir:
-Eee, niye sustun birden?
-Ağam yoharıya getti.
-Ne yoharısı?..
-Bendin başına...
-Haa...Seni ağan mı saldı?
Yusuf’un lâfı dolandırıp durmasına sanki Seyit son noktayı koymuştu. Seyit inanmıştı. Yusuf’a döner ve gülümser. Başını yavaşça sallar:
-Hadi bahalım o zaman Yusuf can! Davran yokuşu...
Yusuf için artık tehlike geçmiştir. Giderler boz ve çıplak tarlalarda. Birazdan dağları aşacaklar, hemen ilerisinde ilk defa koruya girecektir. Koru, küçük çalılardan oluşuyor ama çok geniş bir alanı kaplıyordur. Korunun içinde Yusufların tarlası var. Seyit, Yusuf’a tarlalarını da gösterecektir. Artık konuşarak gitmeye başlarlar..
Selverin Pınarı çıkınca sürü yavaşlar ve sağa sola yayılmaya başlar. Seyit, Yusuf’a döner:
-Gordün mü bah! Goyunlar nasıl da yayılıyolar... Gel biz de şurada oturah. Seyredek bahalım!
Otururlar. Seyit, eliyle köpekleri gösterir.
-BaH Yusuf! Gorüyon mu?.. Biri bi tarafında, biri bi tarafında...
-Hee! Gorüyom, Seyit Emmi.
-Vay yavrım, vay! Bunlar olduhtan sona gorhu yoh, evvel Allah!
-Seyit emmi, Ağam da öyle diyodu. ‘Heç kimseyi yanaştırmıyolar sürüye’diyo, ağam.
-Heç kimseyi bırah; ben, daha gaç senedir çobanım... Canavarın ne gendisini gordüm, ne sesini duydum!..Ya! İşte bunların sayesinde...
Yusuf dinledikçe keyiflenir. İyice meraklanır. Seyit konuştukça, hele köpeklerden bahsettikçe daha da merakı artar. Sabırsızlanır adeta. Hemen görmek ister bütün dağları, bütün koruyu. Bir ara ayağa kalkar. Fakat Seyit işaret ederek oturmasını ister. Yusuf hemen oturur. İtiraz da edemez; Seyit ne derse yapacaktır. Bunu göze almıştır. Bir terslik etmemeye gayret gösterir. ‘Ya beni kovarsa...’ diye düşünür. Onun için Seyit ne derse yapmaya hazırdır. Yusuf, yere oturur oturmaz Seyit gülerek seslenir:
-Sahi Yusuf can! Bi şey eksik bu sürüde! Ne olabilir ki?...
Yusuf anlamsız bir şekilde sadece bakar.
-Ne ki, Seyit Emmi?..
-Tıngırdahları dahmayı unuttuh.
-Hee, Seyit Emmi! Unuttuh...
Seyit gülümser ve eliyle oturduğu yerden eşeği gösterir.
-Hadi get! eşşaan üstünde habe var ya!...
-He, Seyit Emmi.
-Hah. İşte, sol gozünde... Elini soh, bulursun. Al, getir. Hadi...
Yusuf ayağa kalkar ve doğruca eşeği yanına varır. İlk baktığı yer heybenin sağ gözüdür. Bir demir görür. Merakla heybenin gözünü biraz açar, bakar. Bu, bir tüfektir. İkiye bükülmüş vaziyette heybeye konmuştur. Hemen heybenin öbür gözüne bakar. Elini sokar ve çıkarır. Üç tanedir. İkisi tıngırdak, biri sarı ve uzunca çandır. Getirir çabucak. Uzatır verir Seyit’e. Yusuf ayaktadır, oturmaz.
-Seyit Emmi...
-Ne diyon aslanım?
-Tüfan de var, le!..
-Gordün mü?..
-Hee! Gordüm.
-Var ya! Olması lâzım aslanım! Hem benim daal o tüfek. Yusuf dedeyin tüfa. Ağan da, emmin de bazen gelirler; tüfeği alıp goruyu gezer, giderler. Giderken de geri bana verirler.
Seyit, birbirine iple bağlı olan tıngırdakları ve çanı ayırır. Gülümseyerek Yusuf’a bakar ve konuşur.
-Peki, Yusuf can! Bunları dahabilin mi goyunlara?
Yusuf tereddüt etmeden karşılık verir.
-Hee! Ne var ki? Daharım, Seyit Emmi...
-Ha, baH Yusuf! Çanı da eşşaa dahacın. Tıngırdahları da sizin goyunlardan eyisine dah. Hadi gorüyüm seni, aslanım!
-Tamam ,Seyit Emmi.
Yusuf, büyük bir keyifle alır ve dalar sürünün içine. Hemen kenarda ki eşeği görür; varır, çanı boynuna bağlar. Oradan geçer koyunlarını aramaya. Bir bir bulur ve tıngırdakları da koyunlara bağlar. Sonra sevinerek Seyit’in yanına gelir. Bir önemli iş yapmış gibi oturuverir. Yusuf’un yüzündeki sevinci görünce, Seyit’te gülümser. Zaten Seyit bulunduğu yerden Yusuf’u izlemiştir. Her şeyi görmüştür.
-Aferin be Yusuf! Çabuh dahdın, aslanım!
Yusuf, bunu bir övgü kabul eder ve karşılık vermez. Gülümser tatlı tatlı. Birlikte hayli otururlar.
Ağır ağır ve geniş bir alanda gider sürü. Otlana otlana varırlar koruya. Üzümlü Pınar mevkiine doğru yönelirler. Orada gerçekten bir pınar vardır. Sürekli akar. Çoban Seyit her zaman olduğu gibi sürüyü yine oraya yönlendirir. Çünkü sürünün su içmesi gereklidir. Bu arada çalılıklara girilmiştir. Bir görev paylaşımı yapılır. Seyit, Yusuf’a ilk görevi verir.
-Yusuf!
-Buyur, Seyit Emmi!
Sürünün sol kanadını eliyle göstererek konuşur:
-Bah Yusuf! Görüyon mu Çaparı?..
-He, Seyit Emmİ! Gorüyom.
-Hadi bahıyım! Sen Çapar’ın yanından ayrılma. Sürü yoldan öbür tarafa geçmiyecek. Tamam mı?
-Tamam, Seyit Emmi.
Yusuf, büyük bir zevkle o tarafa gider. Hiç çekinmez, hiç korkmaz, çalıların arasından geçerken. Çünkü, yanında Çapar vardır.
Üzümlü Pınara gelirler. Sürü, pınarı bilircesine sabırsızca hücum su içmeye eder. Pınarın o küçük oluğuna hepsi sığmaz. Kimisi yerde akıp giden sudan içmeye çalışır. Küçük ve yarısı kırılmış bir lüleden küçük parmak kalınlığında bir su akar. Seyit, seslenir Yusuf’a:
-Gel Yusuf!
Yusuf, pınarın üst tarafından dolanarak lüleye yakın oturur.
-Geliyom Seyit Emmi.
Seyit, eşeğin heybesi içerisine koyduğu çıkıyı alır ve açar. Gülümseyerek Yusuf’a seslenir:
-Acıhtın mı Yusuf can?
Yusuf cevap vermez. Susar ve başını aşağı eğer. Sanki bir misafir gibi utanır, nazlanır. Sonra Seyit, gülerek tekrar konuşur:
-Ben acıhtım Yusuf. Sabah bi şey yemedim. Seni bilmem...
Yusuf yine susar ve konuşmaz. Bu arada Seyit çıkıyı açar ve içindekilere bakar.
-Hey gozünü sevdiğimin Mahi Abılası!...Bah Yusuf, bah!.. Şu ebeyin goduhlarına bah!...Omaçlı dürüm var.. Çalmalı dürüm var...Çokelikli dürüm var... Bah bah, Yusuf! Tahin helvası da var. Aha, ‘Gılik’ de var....Ye babam ye!..
Seyit, bir omaçlı dürümü çıkarır. Ortadan böler ve yarısını Yusuf’a uzatır.
-Bunu yiyek Yusuf can. Suyunan eyi gider ha!
Başlarlar yemeye. Bir dürümden ısırırlar, arkasından sırasıyla tek avuçlarıyla lüleden su alırlar ağızlarına. Bir omaçlı dürümü yerler, pınarın başında. Kuşluk vakti geçmektedir. Döndürürler sürünün yönünü Piçkavak mevkiine. Ağır ağır ilerler sürü. Yine bir tarafta Çaparla Yusuf, diğer tarafta ve arada bir arkaya geçerek Çoban Seyit... Yanında da Karabaş, otlayarak götürürler sürüyü.
Seyit gençtir ve yeni evlidir. İki ya da üç yıl olmuştur evleneli. Henüz çocukları yoktur. Elindeki değneği beline götürür. İki kolu arasına alır ve beline tutturur. Hemen arkasından da bir türkü... Kavalı yoktur Seyit’in. Zaten kaval çalmayı da bilmez. Ama çok güzel ıslığı vardır. Önce ıslıkla başlar. Sanki sazı, kavalı olur ıslık. Sonra başlar sözlerine türkünün. Yanık yanık söyler hep. O an görseler kara sevdalı sanırlar. Öyle ya, hem yeni evli olur da, insan nasıl sevdalanmaz ki... Şu anda ne işi vardı Seyit’in erken vakitlerde dağlarda, ormanlarda?.. Gariplik işte!.. Ondan da beteri fakirlik elbet. Seyit her şeyi bilir, her şeyi düşünür ama elden bir şey gelmez tabi. Türkü ona hep arkadaş olmuştur dağlarda;
“Avcıyım ben şu dağları aşmadım
Sevdim seni yâr ardına düşmedim
Gel sevdiğim hep ellerin yâri var
Atmam güzel atmam seni el misin
Şu dağlarda sümbül müsün gül müsün
Şu dağların avcısı var avı var
Yâr bağında ayvası var narı var
Korkma güzel bu sevdadan geçmedim
Atmam güzel atmam seni el misin
Şu dağlarda sümbül müsün gül müsün”
Alabildiğine bir koyu yeşillik... Dalga dalga uzanmış bir denizi andırıyor. Aralarındaki küçüklü, büyüklü araziler köpüklü dalgalara benziyor. Uzaktaki küçük dereler limana yanaşmış birer gemi gibiler. Bu sırada Yusuf, ilk kez girdiği koruya hayretler içinde bakar. Yusuf, rüyasında bile ne bir gemi, ne bir deniz görmiüştür. Korunun büyüleyici güzelliğine hayran kalır. Gözlerini patlatır öylece, yavaş yavaş kendi etrafında dönerek iyice süzer koruyu. Korunun tam ortasına girmişlerdir artık. Seyit türküyü bitirdiğinde sürü, Söğütlü Pınara yaklaşmıştır. İlerideki Yusuf’a seslenir:
-Yusuuf!
-Ne diyon Seyit Emmi?
-Gordün mü tarlanızı, Yusuf?
-Hani nere… Seyit Emmi?
Seyit, eliyle karşıdaki büyük bir tarlayı gösterir.
-Sen, heç gelmedin mi, Söğütlü Pınara?
-Yoo. Gelmedim, Seyit Emmi.
-Aha bah! Şu garşılar Söğütlü Pınar. Görünen böyük tarla da sizin. Yaa!..
Yusuf buna oldukça sevinir. İlk defa korudaki tarlasına geliyor. İlk defa Söğütlü Pınarı görüyor. Bu, Yusuf için gurur verici bir olaydır. Bir süre dikkatini ve gözlerini Söğütlü Pınar mevkiine, tabi ki tarlalarına çevirir. Sonra Seyit’e seslenir Yusuf:
-Seyit Emmii...
-Ne diyon Yusuf?
-Bizim tarlıya gidecik mi?
-He, gidecik. Orda goyunlar dinlenecek. Arek vururuh sürüyü. Keliğimiz bile var Yusuf can.
Yusuf’un neşesine diyecek yoktur. Hayli sevinir buna. Seyit sanki bir müjde vermiştir Yusuf’a. Çünkü Yusuf, tarlalarını çok merak etmektedir.
Seyit Çoban gene duramaz. Engin bir ova gibi gördüğü koruya doğru durur ve bakar. Kaptırıverir bir türkü daha. Neden duygulanmış, ne düşünmüştür bilinmez. Bu zaten önemli de değildir. Her zaman olduğu gibi aynı pozisyonunu alır. Değneğini iki kolu arasından beline kor. Sanki destek alır bu şekilde. Uzun uzun çeker..Yusuf, sürü, Karabaş ve Çapar.. Bütün koruya sanki bir konser verir Seyit:
“Gele gele geldik bir kara taşa
Yazılanlar gelir sağ olan başa(aman efendim)
Bizi hasret koyar kavim gardaşa
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm(aman efendim)
Nice sultanları tahttan indirir
Nicesinin gül benzini soldurur(aman efendim)
Niceleri dönmez yola gönderir
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm(aman efendim)”
Önce bir soluklanır Seyit Çoban, sonra ıslığı ile bir giriş yapar. Başını hafifçe yaylandırır ve yine kendinden geçer. Neşeyle karışık, efkârlı efkârlı bir başka türküyle devam eder;
“Keklik gibi kanadımı süzmedim
Murad alıp doya doya gezmedim
Bu kara yazıyı kendim yazmadım.
Şu gonca gülleri ben deremedim
Çifte bülbülleri konduramadım
Kadir kıymetini bildiremedim.
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyle imiş ağlarım bazı
Gönül ey, ey, ey sebep ey.
Geceleri uyku girmez gözüme
Zalım yastık diken oldu yüzüme
Uyma dedim uydun eller sözüne.”
Seyit, eşsiz konserini bitirmiş sanatçı edâsıyla, bir sağa, bir sola bakar durur.
Hafiften bir yel eser aşağıdan. Bu sırada yeni doğurmuş koyunlar birer birer melemeye başlar. Seyit, sanki onların dilinden anlarmış gibi bakar ve gülümser. Kendi kendine söylenir.
-‘Ne ki sümüklüler sizi?.. Garnınız doyunca mı aklınıza geldi yavrularınız?..’
Seyit onların doymuş hallerine sevinirken, koyunlar da melemeyi artırırlar. Giderek seslerini yükseltirler. Seyit, sürünün alt başında Çaparla birlikte duran Yusuf’a seslenir:
-Yusuuf!
-Ne diyon Seyit Emmi?
-Sürüyü armutların diplerine toplayak. Hadi...
Başlarlar sağdan, soldan sürüyü çevirmeye. Seyit, önce gider eşeği tutar. Götürür büyük armudun alt dalına bağlar. Eşeği gören koyunlar yavaş yavaş etrafına birikirler. Gerçekten koyunlar doymuşlardır. Karınlarının şişkinliğinden bellidir. Tarlanın içinde, ayrı ayrı yerlerde dört ağaç vardır. Biri erik, diğerleri armut ağaçlarıdır. Her birisinin gölgesine sığınmaya çalışır sürü. Ağaçlar bir ana gibidir onlara. Birbirlerine iyice sokulurlar.
Temmuz güneşi sanki, gökyüzünün tam ortasında bir löküs lambası gibi asılı durmaktadır. Seyit’le Yusuf tarlanın kenarında, çalılardan yapılmış keliğin içine otururlar. Bir süre sonra keliğin içinde uyurlar. Aradan hayli zaman geçer. Seyit uyanır. Sessizce kalkar. Yarısı üzerinde olan kürkün hepsini Yusuf’un üzerine örter. Yanına koyduğu tüfeği eline alır; keliğin içinden eğilerek çıkar. Durur ve etrafına bakar. Koyunların bir kısmı ayağa kalkmıştır.
Hava serinlemiştir. Önceden hafiften esen yel, şimdi sertleşmeye başlar. ‘Aşağı yel...’ der kendi kendine. Başını sallar, gökyüzüne bakar; ‘Yok canım! Yağmur yağacak değil ya!..’ diye düşünür. Yürür yavaş yavaş. Bütün tarlanın etrafını dolaşır. Seyit daha ayağa kalktığında hemen yanı başlarında yatan Karabaş’ta kalkar. Ağır ağır arkasından gider.
Gökyüzünde oyun oynayan çocuklar gibi, beyaz beyaz bulutlar hareketli bir şekilde birbirlerini kovalarlar. Sanki kovalamaca oynuyorlar...Aradan çok geçmez beyaz bulutlar esmerleşir. Çok geçmez büyüyüverirler. Güneş bulutların arkasına saklanır. Yerde gölgeler giderek genişler. Rüzgâr kendisini belli eder. Çalıların o sert ve kalın yaprakları sallanmaya başlar. Koyunlar bile iyice hareketlenirler; yerlerinde duramazlar. Seyit endişelenir. Hızlıca keliğe doğru yönelir. Hem gider, hem de seslenir:
-Yusuuf, Yusuf!..
Yusuf duymaz. Dalmış gitmiştir. Nasıl dalmaz ki? Tâ akşamdan beri hayâli buydu. Onun için uyuyamamıştı garip. Hem uykusuzdu hem de yorulmuştu. Seyit iyice yaklaşır keliğe.
-Yusuf! Gah oğlum, gah!
Yusuf gene duymaz. Belki duyuyor ama rüyâsında duyduğunu sanıyordur. Hiç oralı değil Yusuf. Seyit hemen keliğin içine girer. Yusuf’a eliyle dokunur ve beri öte sallar. Yusuf uyanır. Başını kaldırır yavaşça. Kendini bir an evde sanır. Anlamsız anlamsız bakar.
-Hadi gah Yusuf can! Epey uyudun ha!..
Bu sırada gün eğilmiştir. Seyit, Yusuf’un üzerinden kürkü alır. Yusuf ayağa kalkar. Seyit, eline topladığı kürkü Yusuf’a verir:
-Al şunu Yusuf! Aç, içine gir bahıyım.
Yusuf daha uykuludur. Ağır ve büyükçe kürkü açmaya çalışır. Fakat bir türlü giymeyi beceremez. Kürk, Yusuf’u yutar. Vazgeçer. İçinden çıkar. Toplar, omzuna atar. Kürk, Yusuf’a göre ağırdır. Seyit, bilerek vermiştir Yusuf’a. Güya ‘üşümesin’ diye. Fakat Yusuf giyememiştir. Bir de üstüne üstlük yük olur kürk.
Yusuf çok geçmez, ince ince titremeye başlar. Seyit’in bundan haberi yoktur. Titreme giderek çoğalır. Yusuf, ta yattığında terlemiştir. Terli terli kalkmıştır. Rüzgâr da bir bahar yeli gibi esince, ter üzerinde öylece kurur.
Seyit Çoban, yine tek başına sürüyü kaldırmaya koyulur. Önce eşeği çözer armudun dalından. Tüfeği omzunda takılıdır. Bir ıslık çalar önce. Arkasından kendi kendine söylenir:
-‘Haydin bahalım tembeller sizi...’
Koyunları tarlanın üst tarafına doğru yönlendirir. Köpekler de görevlerinin başındadır. Karabaş bir tarafta, Çapar başka tarafta... Seyit bir yandan bağırır sürüye.
-Türr heyy!.. türr heyy!..
Koyunlar ağır ağır korunun içine tekrar girerler. Ama yönleri geldikleri taraftır. Başlarlar otlayarak gitmeye. Aslında ilk kez böyle erken kalkıp gidiyorlar köye. Seyit Çoban böyle karar vermiştir. Yağmur yağacağından endişelenmiştir. Bu havada kendisine de, koyunlara da pek bir şey olmaz ama sadece ıslanırlar.
Seyit’in endişeleri çıkıştır. Gökyüzünden habersizce yağmur damlaları birer birer düşer. Gittikçe artar yağmur. Hava yeterince de aydınlıktır. On, on beş dakika aralıklarla yağmaya devam eder. Yusuf’u kürkün içine sarar, eşeğin üstüne bindirir. Kendisi ‘sako’ dediği ceketini kafasına çeker. Kâh arkasından, kâh yanlarından giderek sürüyü getirmeye çalışır. Yağmur çok sürmez, diner. Sonra çabuk kurur üstleri. Ama hem koyunlar tedirgin olmuş hem de yanındaki küçük Yusuf rahatsız olmuştur.
Eşek kıymetli bir emanet almış gibi hiç durmadan ve aheste aheste köyün yolunu tutar. Hiçbir tarafa sapmadan dosdoğru gider. Üzerindeki yük çok kıymetlidir. Yusuf, sıkıca sarınmıştır kürke. Semere de sıkıca tutunur. Eşeğin üzerinde çok üşüdüğü arada bir titreyişinden belli olur.
Bir Temmuz günü, sürpriz yapmıştır Yusuf’a. Bir süre sonra hava açar. Sanki hava, ‘soğuk bir şaka’ yapmıştır Yusuf’a. Yusuf, eşeğin üstünde, sessiz ve uyumaya çalışan küçük bir çocuğun beşiğinin ırgalanışı gibi, yaylana yaylana gider. Öylece varır köye. Çatalkaya’yı geçince eşek, Seyit Çobanın evine yönelir. Yusuf, yönünü çevirmek ister ama bunu başaramaz. Eşek bir türlü dönmez dediği yere. Elinde bir değnek de yoktur. Sadece seslenir;
-Çüşşş... çüşşş... çüşşş..
Eşek dönmez ama durur. Sanki Yusuf’un ineceğini anlar gibi, inmesine izin verir. Yusuf, ahlaya, puflaya iner. Üstündeki kürkü eşeğin sırtında bırakır. Kendisi evlerine gider. Eşekte kendi başına Seyit’in evine gider. Yusuf, avlu kapısını geçer, Hüseyin Hafızın avludan girer. Bunu niçin yaptığı, kapı kapalı olduğu için midir, yoksa görünmek istemediğinden midir? Bilinmez. Evlerinin yan tarafı buraya açık ve yakındır. Yusuf tırmanır duvara. Güçlükle evlerinin gezintisine çıkar. Buraya kadar kimseyle karşılaşmaz. İçeri hızlıca girer.
Yusuf, doğruca ocağın başına varır. Kız kardeşleri evdedir. Aralarında fazla yaş farkı yoktur kızların. İkişer, üçer yaş farkı vardır. İkisi birden Yusuf’a konuşurlar:
-Nerdeydin? Ağam seni aramıya getti...
Diğeri de katılır konuşmaya.
-Anam da, ebem de seni arıyolar. Yaa!
Yusuf, kız kardeşlerine karşılık vermez. Bir suçlu gibi düşünür durur. Bir ara kafasını sallar kendi kendine; ‘Ah şu yağmur yağmasaydı... Nerden çıktı?...’ düşüncesine kapılır. Yusuf iyice ıslanmıştır. Başında ve sırtında pek ıslaklık yoktur ama bacakları ve kıçı yamyaştır. Ocağa iyice yanaşır. Kurutmaya çalışır. Sanki ocağın içine girecek gibidir. Pencerenin önünden birisi geçer ve evin salonuna girer. Kızlardan biri heyecanla seslenir:
-Aha, anam geldi...
Yusuf, anasının geldiğini duyar duymaz ayağa fırlar. Ortada kalır öylece. Gerçekten anası gelmiştir. İçeri giriverir Rabia Hanım. Gözlerine inanamaz; Yusuf karşısında... Şaşırır. Yusuf, ‘gökten inmiş’ gibi karşısına dikilivermiştir.
-Aramadıh yer gomadıh... Neredeydin oğlum, sen?
Rabia Hanım ‘ahret suallerini’ sormaya başlamıştı ki, kızlar koro halinde araya girerler:
-Yusuf pantolonunu ıslatmış, ana! Üşümüş…
-Titriyo, ana!
Rabia Hanım hemen yanına varır Yusuf’un. Önce pantolonunu yoklar. Kafasını sallar ve arkasından sesini yükseltir.
-A benim ahılsız oğlum! Ne bu?.. Suya mı düştün? Suda mı oynadın? N’ettin böyle? Söyle bahıyım!..
Rabia Hanım bir yandan pantolonunu çıkarır, bir yandan da konuşmaya devam eder. Arada bir kızlara da seslenir;
-Gızlar! Öteki odadan Yusuf’a bi don getirin. Çabuh olun!
Kızların ikisi birden giderler, don getirmeye. Yusuf bir türlü konuşamaz. Dili tutulmuştur sanki. Demez koruya gittiğini. Söyleyemez yağmura tutulduğunu. Rabia Hanım da koruya gittiğini düşünmez. Çünkü köye yağmur yağmamıştır. Yusuf’un yağmurda ıslandığı hesabı yapılmaz. Mutlaka arkta, bentte ya da su göletlerinde oynadığı düşünülür. Bakar başı ve sırtı ıslak değil, sadece alt tarafları ıslaktır. Bu, düşüncesini sanki doğrular Rabia Hanımın.
-E oğlum! Gocamansın bah! Niye ıslatırsın gendini? İnsan bu saate gadar evine gelmez mi? Bah, tüylerin diken diken...
Yusuf’un gömleğini ve içindeki atletini de çıkarır anası. Görür titrediğini.
-Tabi titrersin, üşütmüşsün eyice kendini. Hiç mi canını düşünmem a kafasız oğlum?..
Rabia Hanım gene kızlarına seslenir:
-Hadi gızım! Biriniz gedin de, ebenize söyleyin; ‘Yusuf geldi’ deyin. Merah etmesin gadıncağaz.
Kızlar ebelerini müjdelemeye giderler. Rabia Hanım hemen ocağın yakınına iki büyük minder serer. Bir yastık, bir de küçük yorgan...Yusuf’u kendi eliyle yatırır ve üstünü örter.
-Ecik yat sen hele! Sen ekmek de yemedin elleham! Ben sana bi şeyler hazırlayım bari...
Yusuf, bir şeyler yemeden önce dinlenmeyi ve tabi ki uyumayı tercih etmiştir. Yusuf ne düşündüyse sanki anası da aynısını düşünmektedir. Başını yastığa kor koymaz gözlerini yummuştur Yusuf. Tâ akşam ezanı okununcaya kadar...
Yusuf kalktığında başının üzerinde bir gaz lambası yanmaktadır. Uykusunu almış, gözlerini ovalar. Karanlık çöktüğünü anlar.
Ev kalabalıktır. Karşısındakiler yabancı değillerdir. Dedesini görür tam karşısında. Hemen yanında Memduh eniştesi, bir tarafında amcası Musa...Şöyle bir, sol tarafa doğru döndürür başını; Seyit Çobanı görüverir. İşte o zaman ne yapacağını, ne edeceğini bilemez olur. Gözlerini patlatır. Üzerinden yorganı yavaşça kaldırır ve ayağa kalkar. Başını önüne eğer; dışarı çıkmayı düşünür.
Herkesin, ‘kendisinin kalkmasını beklediklerini’ düşünür. Düşündüğü çıkar. Daha ayağa ilk kalktığında dedesi gülerek sesleniverir.
-Aslan oğlum! Davar guttü boon yiğidim. Seyit emmisi çok bağanmiş, oğlumu!
-Yusuf çok gozü açıh, Yusuf Emmi. Davarı da pek seviyo, canım!
-Öyledir! Benim Gara Yusuf’um!..Yiğit olacak benim torunum!..
Sanki önceden karar almışlar gibi, Yusuf’un yüzüne vurmazlar kabahatini. Yusuf Çavuş öyle istemiştir. Yusuf’un utanmasını, ezilip büzülmesini istememiştir.
Yusuf dışarı yönelir. Kimse başka bir şey söylemez.
Akşam sofrası kurulur. Hep birlikte yemeklerini yerler. Biraz daha oturduktan sonra herkes evlerine gider.
____________ romanın devamı var ____________ EKREM GÜRER