- 960 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SARI FARE
SARI FARE
Bu koğuşu çok sevdim kimse beni öldürmek istemiyordu. İnsanların bizi öldürmekte çok istekli ve acımasız olduklarını bilmekteydim. Yirmi dört kişilik bir koğuş olmasına rağmen burada elli altı kişi kalmaktaydı. Silifkeli Seyfi benim arkadaşım olduğunda ona ait bir tahta sandığın içindeydim. Arkadaşım babası annesini dövüp kafasını kanatınca babasına vurmuş, babası duvara çarpılınca kafası kanamış ve ölmüştü. Sonuçta baba katiliydi. Tehlikeli ve sevilmeyen bir kişilikti. Bana bakıp konuşmağa başladı. Yaşamının en tatlı gülümsemesi ile:
-‘’Seni çok sevdim arkadaş. Benim cezam idam dışarılarda bir delik bulamadın mı? Şimdi seni öldürürler, beni ağlatırsın.’’Dedi. Arkadan boş bir çay kutusu oraya koydu.
-‘’Gir içine saklan, beni üzme !’’Dediğini yaptım oraya saklandım. Gece bana peynir, ekmek benzeri yiyecekler verdi. Böylece arkadaşlığımız üç ay sürdü.
Üç ay sonra içeri bir Belediye başkanı düştü. Genellikle yüksek kademeden sayılan bu insanlara ilgi az olurdu. Az sayıda kişi sokulur yararlanmaya çalışır onlarda pek sevilmezdi. Bu türden yağcı diyeceğimiz bir kişi yatağı başkana tahsis etti.
Kibrit kutularında tahtakurusu besliyordu patronum Seyfi. Bu tahtakurularını yeni ve yağlı mahkûmların yatağına yakın serbest bırakıyor, bundan zevk alıyordu. Hiç görüşçüsü gelmiyordu. Derdini anlatacak arkadaşı da yoktu. Yatağını hiç terk etmezdi. Tek eğlencesi koğuşta buluna devrimcilerin ortak aldıkları gazetelerin magazin sahifesiydi. Şimdi konuya dönelim. Patronum bana:
-‘’Bu iş sana düştü. Şu tahtakurularını başkanın yatağının altına taşı bakalım.’’ Sonra bir yumurta kabuğunda tahtakurularını başkanın yatağının altına taşıdım.
Başkan şizofrenin bir hasta gibi sessiz ve ağırdı hiç kıpırdamıyor yalnızca dimdik oturuyordu. Yürek acısıydı durumu. Durumunu kabullenemiyordu. Saat dörde yakındı sanırım herkes uyuyordu. Kutuya başkanın yastığının altına yakın bıraktım, patronun yanına koştum.
-‘’Çok iyi iş başardın. Aferin sana! Dedi. Patron Seyfi beni avuçlarının içine aldı, sevdi.
Başkan beş on dakika sonra kaşınmaya başladı. Vücudu kızarıyordu. Tahtakurularını göremiyordu. Yatakları karıştırmaya başladı. Ne olduğunu da anlayamıyordu. Sol kolunun ucundaki yatağın ucunu tahtaları görene kadar kaldırdı. Oradaki yazıları okudu.
-‘’DÜŞTE GÖR!’’ Yazılıydı iri harflerle orada. Başkan yazıyı iki üç kez okudu. Kapıya gardiyanları çağırdı. Kendisini kapı altına aldılar. Kaşıntıları gösterdi, gardiyanlar güldüler.
Tahtakurusunu kısmen de yakaladılar. Başkandan yüz lira aldılar. Meydancı ile Patron Seyfi’ye yirmi lira yolladılar. Başkana özel tek kişilik bir oda tahsis ettiler.
-2-
Kıymetim artmaya başlamıştı. Patron Seyfi birkaç kişiyi böyle acımasızca kabartıp paraları bolca harcamaya başlayınca kıskançlık başladı. Koğuşta esrarkeşler, solcular, sağcılar tarafsızlar ayrı gruplar vardı. Biz çoğu zaman havalandırmada yalnız kalıyor. İşaret dili, tarzanca ve kendi öz dillerimizi de konuşarak anlaşıyorduk. Bir ara bir kavga oldu. Patronum büyük tehlike atlattı. Kendisini bir esrarcı kurtarmıştı. Patron Seyfi ona mercimek büyüklüğünde esrar getirmemi istedi. Ben de geceleyin duvarı tırmanıp atılmış olan kamışın eklentisi esrarı aldım getirdim. Kıymetim çok artmıştı. İçerde esrar, silah, bıçak hiç eksik olmuyordu.
Kasım sonlarıydı. Cezaevinde bir okuma –yazma kursu açıldı. Patron Seyfi bana danıştı bende yalnız kalacağımdan korkarak ‘’Gitmeyelim.’’ Sonunda bana güzel bir kalem kutusu hazırladı. Köyünü, kazasını, fırsat bulursa tamamını zehirleyip öldürmek istediğini söyledi. Bunun için okuma-yazma bilmesi gerektiğini anlattı. Ben içimden ona çok acıdım. Kimseyi zehirlememesini diledim.
Kasımın ilk haftası ders başladı. Konyalı kumral, sevimli bir öğretmendi dersimize gelen adı Mevlit idi. Ben de kendi kendime bir kalem ucuyla yazıyor okuma-yazmayı öğreniyordum. Sanayi ve teknik kimya adlı bir kitabı kütüphaneden alan Patron Seyfi fosfor türlerinden zehir yapmayı düşlüyordu. Okuma-yazmayı üç haftada söktük. Ben de bu kitabı ilgiyle okuyordum. Sonra Mevlit öğretmen bize birer kitap hediye etti. Bu çalışmamızın ilk ödülüydü. Bize verilen kitap Dostovievski’nin ‘’KUMARBAZ’’ adlı kitabıydı. Ben sahifeleri patronuma çevirterek bu kitabı üç kez okudum. Buradaki ‘’Polina ‘’ benim aşkım olmuştu. Hep Polina tarzında bir dişi genç fare düşledim.
Şiirler yazmaya başladım. ‘’Dişi Fare’’ adlı şiirim Sivas’ta ödül kazanmıştı. Bu şiiri Patron Seyfi Yazıyor yolluyordu. Osmaniye’den gelen şair-yazar grubu patronumla şiir üzerine tartıştılar. Yazdığım şiirler kitap haline geldi. Patron Seyfi’nin şiir üzerine konuşmaları onlara inandırıcı gelmemişti.
-3-
Patron Seyfi heceyle güzel şiirler içeren güzel bir kitabın yazarı olarak saygınlık ve itibar kazanmıştı. Bu mahpusluk yaşamında en büyük tehlikeydi. Düşmanları hızla çoğalıyordu. Kimse sevileni sevmek istemiyordu. Buranın yasaları dışarıdaki özgür yaşamın tam tersine işliyordu. Herkes birilerinde bir pislik, bir tehlike, bir gizem arıyorlardı. Şubatta bir tuhaflık oldu.
Mevlit öğretmen benim şiirlerimden beste yapmak isteyen bir kemancıyı okula getirmişti. Uzun pazarlıklardan sonra, kemanını hediye etmek koşuluyla iki şiir on yıllığına kemancıya verildi. Benim ödülüm ise bir bardak Çardak fıstığı oldu. Patron Seyfi biraz keman çalıyordu. Eski saz çalmasına bunu eklemiş, ilerlemekteydi. Boş bir fındıkkabuğuna üç teke teli takarak ben de bir keman yaptım. Onun yaptıklarını tekrar ediyordum. Sabah olurken kendi bestelerimi çalıyordum.
Kimse sarı farenin ezgilerinin kaynağını algılayamıyor, derin bir dinleyici kitlem oluşmaya başlıyordu. Bir gün içerde keman dışarıda keman bir kavga oldu. Patron Seyfi’nin dostları ile sevmeyenleri bir kavga ettiler. Biz patronla Kütüphane deydik. İki kişiyi falakaya yatırmışlar, hücreye atmışlardı. Bizi de çağırmışlardı. Ban sağ cebindeki kutunun içinde gizliydim. Kemanım da yanımdaydı. Rahmet Çıldıroğlu adlı başgardiyan patronuma:
-‘’Nedir bu senin elinden çektiğim? Başkanın altına tahtakurusu atarsın. Kutuya bakar konuşursun, keman çalarsın gece-gündüz senin parmaklarını kırayım da gör.’’ Diyerek patronuma tahta sopa ile beş-on tane vurdu. İki parmak kırılmıştı. Eller şişmişti. Bizi derhal hücreye attılar. Bir mezardan az geniş yerde dört kişi yatıyorduk. Beni de eklerseniz beş. Bu hücreye tüpleri koymuşlardı. Geceleyin tüple Patron Seyfi’ye vurdularsa da; tüp ranzaya değdiğinden kafası yaralanmış ama ölümden kurtulmuştu. Bağırtılar üzerine gardiyanlar acele içeri girdiler. Bu kez bu dört adamı falakaya yatırdılar.
Patron Seyfi Yürüyemiyordu. Ayaklarının altı şişmişti. Elleri için doktora görünmek istediler. Gardiyanların öfkesi inmişti. Dışarıdan baba-dede usulü bir kırık-çıkıkçı getirdiler. Şişlik ilaçlarla inmişti ama parmaklar biraz daha bozulmuştu. Üç gün daha hücrede kaldık. Haruniye Yazlamazlı köyünden ölümlü bir kavgaya karışan Karamık ve babası İsli Mustafa bir de yeğenleri ölümlü bir kavgaya karışmaktan cezaevine düşmüşlerdi. Karamık 15-16 yaşında sessiz küçücük bir çocuktu. İsli Mustafa ile patron çok derinden kardeş gibi oldular kıskanmadım desem yalan olur. On gün üç metrekare yerde kaldıktan sonra koğuşlara dağıtıldık. Çok zayıflamış ve sapsarı olmuştuk. Tüm kitaplar yakılmıştı sade dini kitaplar serbestti. Benim de ihtiyarlıktan saçım ağarmaya başlamıştı.
Bu arada Patron Seyfi, İngilizce öğrenmeye heves etti. Seksen kişilik koğuşta yalnızca İsli Mustafa ile gidip gelme misafirlik ilişkimiz vardı. Yaz ortasında Şeker Bayramı göründü. Şeker Bayramında bizim hiç görüşçümüz olmadığından İsli Mustafa’nın isteğiyle onların görüşçüleri arasında oturduk. Çoğuyla patron arkadaş oldu. Rahmet Çıldıroğlu patron kendisini şikâyet etmediği için iyi davranıyor, bize özel ilgi gösteriyordu. Bu sahte bir ilgiydi. Patron Seyfi bir af bekliyor aftan sonrada bu gardiyanı öldürmeyi planlıyordu, düşlüyordu. Eskisi gibi keman çalamıyordu. Bir gün İsli Mustafa mahkemeci idi. Yani bir gün sonra duruşması vardı. Ona ‘’geçmiş olsun’’ dileğimizi iletmek üzere bir ‘’beşlik çay’’ söyleyip konuğu olduk. Uzun ve keyifli bir akşam sohbetinden sonra, hayırlı tahliyeler diledik. Patron Seyfi bir hediye olarak tahliye olursa kemanını hediye edeceğini söyledi.
-4-
Ertesi gün duruşma oldu. İsli Mustafa tahliye oldu. Patron da getirip kemanını onun eşyalarının üzerine koydu. Çok ta şakacı bir adamdı Mustaa emmi;
-‘’Sen tek ve en kıymetli malını bana veriyorsun. Aftan sonra gel seni köyden beğendiğin bir kızla evlendireceğim.’’ Bu vaadden sonra sevinç ve hüzün karışımı bir veda yaşandı. Yıllar hızla geçiyordu.
İngilizce kursu açıldı. Biz Tercihli olarak kursa katılıyorduk. Hakkâri doğumlu Konya mezunu Ramazan Tansu adında Osmaniye Lisesi stajyer öğretmenlerinden bize İngilizce dersine geldi. Bizim İngilizcemiz onunkinden ileriydi. Öğretmeni çok sevdik. Birlikte yeni şeyler öğrendik.
Sizi fazla yormayım kardeş insanlar, bu ‘’sarı fare’’ kardeşiniz Özal affıyla karşı karşıya geldi. Ben de Patronumla dışarı çıkıp dış dünyayı birlikte deneyimleşmeyi düşlüyor. Eskisiz bir yaşam özlüyordum. Geçmişi çöplüğe atmayı planlıyordum. Hatta İsli Mustafa bizim çıkışımızda karşılamağa gelmişti. Ne yazık ki; patron Seyfi’nin bir buçuk yıl daha cezası çıktı. Koca koğuşta üç kişi kalmıştık. Koğuş hemen dolmaya başladı. Bu af arkadaşımı çok kötü etkilemişti. Aralık ortalarında doktora çıktı patron. Sonra hastaneye sevk edildi. Sonuç olarak hepatit-C virüsü ile karşı karşıya gelmiştik. Karaciğerler gitmişti. Biyopsi için gün verdiler. O gece saat beşe kadar oturduk. Uzun bir sohbetimiz odu. Kenarlardan bakıyorlar,
‘’-Yazık adam kafayı yemiş. Karışmayın günah diyorlardı.’’ Patron Seyfi onlara gülüyordu. Bana bir sırrını açıkladı.
‘’-Sana bu gösterdiğim arkadaş, benim en kıymetli cezaevi dostumdur. Kendisi bir komplo sonucu cezaevine düştü. Adana’ya sevki çıktı oradan da firar etti. Şimdi Mısır’da bir üniversitede felsefe dersleri veriyor. Bu fotoğrafı ameliyattan sonra gövdeme gömeceksin. Ben ruhumu ve onun ruhunu oraya taşıyacağım. Yakında öldüğümde sen bu fotoğrafı bulup yiyeceksin ben, sen ve bu arkadaşım üç kişi bir beden olarak yaşama döneceğiz.’’
Bu hayalî ve çocukça söylemi ben gülünç buldum, yaşamımın en büyük kahkahasını attım. Gülmekten yanaklarım ağrımıştı.
‘’-Bu fare gibi gülen kim? yoksa ben de mi deliriyorum.’’ Dedi. Kafasını geri çekti. Patron duvar gibi sessiz oturuyordu. Bana baktı sessizce güldüm.
‘’-Şu akılsız insanlar gibi gülmeyi terk et.’’sanırım çok kızmıştı, kutuma girdim. düşlere daldım.
-5-
Ameliyattan gelen Patron Seyfi zincire bağlı idi. Muhafız jandarmalar dışarı çıktıktan sonra kutumdan çıktım. Geçmiş olsun dileklerimi ilettikten sonra; vesikalık fotoğrafı kırk parça halinde onun ameliyat olduğu dikişlerin altına hızla yerleştirdim. Sonra en ince bıyıklarımdan cımbızla çektim. En küçük iğne ile ameliyat dikişlerimi diktim. Vesikalık fotoğraf Patron Seyfi’nin göğsüne kırık parça yerleştirilmişti. Çok mutlu ve esenlik içindeydi. Yüzünde mutluluğun gölgeleri uzun atlama oynuyorlardı.
Ertesi gün Mehmet Ali Ünseler dikiş izlerini izlemeye geldi. Dikişlere çok baktı şaşırmıştı. Sanki dikiş ve yara yoktu. İpler görünmüyordu.
‘’-Bu hastanede bu kadar güzel dikişi kim atmış bu işi yapanı bana bulun.’’Tüm aramalar sonuçsuz kalır. Çekimler yapılır, kullanılan ipin nereden geldiği tartışılır. Dikişin bir ipi sökülür. Ankara’ya incelenmeye yollanır. Bu nasıl iştir? Ankara’da bu işe çok şaşırır. Bir heyet Ankara’dan gelir. Bu kullanılan ipin ne ipi olduğu bir türlü anlaşılamaz. Yara da umulanın üzerimde hızlı iyeleşmektedir.
Dikişler alındıktan sonra cezaevine yollandık. Patron Seyfi’yi on yılık yaşamı boyunca görmeye gelen toplam üç kez teyzesi uzun bir görüş yapar. On yaşındaki kızının da bir fotoğrafını getirir. Mayıs ortalarında arkadaşım ağırlaşır. Hastaneye kaldırılır. En son konuşmamız ağlamalarla sürer. Bana sıkı sıkı öğüt verir.
‘’-Öldüğüm zaman, dikişleri alacaksın. Orada o vesikalık kalıntılarını ısırıp yiyeceksin. Ruhum senin içine girecek on ay senin içinde yaşayacağım. Bedenin benim bedenim olacak. Kişiliğin İhsan avcı kişiliği olacak. Nüfusa gidip nüfus kâğıdını almayı unutma. Yüzün İhsan’ın yüzü olacak ve birlikte Silifke’ye gideceğiz herkesi zehirleyeceğiz.’’ Sonra kendinden geçti bir şey duymuyor, yemiyor, içmiyordu. Sürekli,
‘’-Baa, baa, baa,’’ diyor ‘’’baba’’ diyemiyordu. Son anında babasını öldürmenin pişmanlığını yaşıyordu. Bir kez der gibi oldu, çırpındı ölmüştü. İlk heyecandan sonra göğsüne tırmandım yara izlerini güçlükle buldum. Kopardığım parçaları kenara attım. Yedi sekiz fotoğraf parçasını mideme indirdim. Etkisi derhal başladı büyüyordum. Kedi kadar olmuştum. Derhal demir parmaklılıklardan aşağı atladım. Uyuyan jandarmanın üzerine düştüm. Dışarı kaçarken yarı kedi, yarı ve çıplak bir şekildeydim.’’Bir bekçi telefona sarıldı.
‘’Çıplak bir çocuk bahçe duvarından kedi gibi atladı kaçıyor.’’
-6-
Düşünün bir fareyi yüz kat büyümüş kovalıyorsunuz yakalamanız, olanaksız. Şimdi
Ben koşuyorum bir fareden yüz kat hızlı, Kadirli yolunda koşmağa başladım. Orada Ceyhan Irmağı’nı görünce çekindim. Kıyıda ölü balıklar vardı, onları keyifle çiğ olarak yedim. Ceyhan Irmağının suyunu doyasıya içtim. İki flaş patladı, beni çıplak görüntülemişlerdi. Benimle konuşmak istediler. Kaçmam gerekti. Hızla koştum, Gökdere, Livlik üzerinden Erzin’e girdim. Hızla devam ettim, Domates Durağı’na gelmiştim. Orada yolumu geçmek isteyen bir kediyi yakaladım. Annemi gözlerimin önünde yiyen Kedi aklıma gelmişti. Korkunç bir nefret duygusu içimi sarmıştı. Birden içimdeki ‘’İhsan’’ çığlık çığlığa konuştu.
‘’-Sen artık bir misyon sahibisin, görevin barıştır yalnızca ‘’Barış’’ Lütfen kediyi bırak’’. Dedi.’’Nefret Suçu işleme’’ Kendim kendime bağırmıştım. Kediyi yere bıraktım. Kedi, ayaklarıma dolandı, yalvarırcasına ve dostça dolaşıyordu. Onu yemeyi düşünmüş ama bunun nefret suçu olduğunu görünce vazgeçmiştim. Nefret suçu işlememek benim ilkemdi.
Payas beldesini bulmuştum. Sabah olmuştu, oradan dağa doğru şaşkınca yol aldım. Çırılçıplaklığım devam ediyordu. Jandarmalar yolda hızla bir fare gibi koşan çıplak adamı görünce şaşırdılar,
‘’- Biz uyuyor muyuz yoksa bu nedir? Bu adam deli mi nasıl koşuyor öyle.’’ dediler. Yedi gün koşarak farelikten insan olmaya geçmem gerekiyordu. Gece koşacaktım gündüz saklanacaktım. Orada Payas Çöplüğüne ulaştım kokuyordu. Çöpçüler elbiseleri seçmişler kenarlara atmışlardı. Güçlükle giyindim. İnsan olmanın en zor yanı giyinmek olmalıydı. Çöplüğün kenarında uyumağa başladım. Çöp kamyonları geldi, Mavi eski model bir kamyon çöpü döktü.
Çöpçüler beni gördüler. Sağır ve dilsiz zannettiler. Çöpten ekmek yiyecek ve türlü içecekler buldum. Onları yediğimi gördüler bana acıdılar. Bir haftam dolmuştu, çöplükte artık farelikten insanlığa geçmiştim. Çöp arabalarına indim. Dörtyol’a Derman Eczanesine girdim.
Bir paket aspirin almak istiyordum. Beni orada Nurhan Hanım tanıdı.
‘’-Siz bizim Tarih öğretmenimizdiniz. Çok renkli ve özgür düşünceli öğretmenliğiniz unutulmazdı.’’ Diye söze devam edip çok dostça davranınca;
‘’-Şimdi çocuklarınızı böyle bir öğretmene vermek ister miydiniz?’’ dedim.
Gülümsedi ve oldukça kibarca;
‘’-Yok, olanaksız. Şimdi çocuklarımı çok disiplinli öğretmenlere veriyorum. Siz olsanız çocuklarınız hep güldüren özgür bırakan bir öğretmene çocuklarınızı verir miydiniz?
‘’-İnsanlar kendilerine özgürlükçü öğretmen diler, onu severler. Çocuklarına ise sert dayak atacak öğretmen ararlar. Bu insanın doğasındaki çelişki ‘’. Dedim.
-7-
Tuzlugöl Ceyhan’ın bir mahallesiydi. Orada İhsan’ın kız kardeşi Dursun’ un kapısını çaldım, beni tanıdı, ‘’çok değişmişsin’’. Dedi. Yemeğimi hazırladı, o gece insan gibi yatak yorgan altında, ilk gününü geçirdim. Birlikte nüfusa gittik, nüfus kâğıdımı çıkarttım. Yeni nüfus kâğıdım da yeni fotoğrafım vardı. Oradan Akbank Ceyhan şubesine gidip iki bin lira çektim. Beş yüz lira Dursun’a verdim. Domuz zehiri bahane ederek bir köyü öldürecek kadar aldım. Oradan hızla Silifke’ye gittim. Köyün suyunu buldum. Alt tarafta bir çeşme vardı. Su içtikten sonra mermerdeki şu yazıyı okudum, defterime yazdım.
‘’-Zengin misin?
-Borcum yok.
-Kaç yaşındasın?
-Sağlığım yerinde.
-Düşmanın var mı?
-Akrabam yok.
Bu yazıları yazıp, defterime koyuyordum ki; sol omzumun üstünde on dört yaşlarında baş döndürücü bir kız yazdıklarıma bakmaktaydı. Adını sordum:
‘’-Neriman’’. Dedi. Burada ne yaptığını sordum on tane çebiç güttüğünü söyledi.
Beni amcasına benzetmişti.
-‘’Baban nerede?’’ dedim.
-‘’Osmaniye Cezaevindeydi. Yeni öldü. Ölüsünü getirdik’’ dedi. Anladım ki bu bizim Patron Seyfi’nin kızıydı.
-‘’Babanın ölüsünü gördün mü?’’
-‘’Evet gördüm. Göğsünde de kedi ya da farenin parçalamış olduğu küçük bir delik vardı.’’ Sonra kız sürüsünü aldı evine yollandı. Artık suya zehiri koyacak Patrona sözümü yerine getirecek, borcumu ödeyecektim. Karton kutuyu yırttım, naylon poşeti de parçaladım. Sağ elim büyümeğe balon gibi şişmeğe başladı. Elim bir keçi kadar büyüdü, bir adam çıktı bu bendim. Yani nüfus kâğıdımdaki İhsan:
‘’-Şimdi de başkası adına mı nefret suçu işleyeceksin? Neriman Seyfi’nin özkızı ölsün ister miydi? Derhal bu zehiri göm, git kemanını al. Keman çalmak ömür boyu sana yeter. Git bir köyde çobanlık yap. Çobanlık seni geliştirir.’’ Ağzım açık kalmıştı. Sonra ağzımın içinden bu görüntünün dondurma gibi içime girdiğini duyumsadım. Midemde bir-iki çarpıntısını duyduktan sonra rahat bir uykuya daldım.
-8-
Oradan ayrıldım. Nefret duygusunu iyice kavramak ve bu konuda karar vermek için kendime bir yıl süre tanıdım. Koşarak Adana’ ya geldim. Adana’da Taşköprü yakınlarında suya düştüm. Pamuk zamanıydı. Pamuk tarlalarından bir maratoncu gibi koşarak Kasta bala antik kentine geldim. Sütunların kenarlarında oturdum. Biraz ıslık çaldım. Oradaki bekçi benimle ilgilendi. Bana bir iki iş ve öğüt verdi. Ben de çobanlık yapacağımı söyledim. Bunun üzerine oradaki bekçi:
‘’-Araplı köyünde bir Fuat ağa var. O çaban arıyordu. Ona git iyi adamdır o sana bakar aylığının da düzenli öder.’’
Akşam oraya ulaştığımda Camızlar sağılıyordu. Malakları sevdim. Onlarda bana sıcak davrandılar. Derdimi anlattım beni çoban olarak aldılar. Akşam yemeğimi verdiler.
Alt katta bir oda tahsis ettiler. ‘’Nazife yengem’’ bir somya temiz yatak verdi. Fuat ağanın hanımıydı. Çok saygılı emekçi bir kadındı. Bana anne gibi davrandı. Bir yıl burada camızlarla kardeş gibi oldum. ‘’Patron Seyfi’’ iki kez düşüme girip bana falaka çekti. Kemanı alıp ondan sonra köyü zehirleme yapacağımı düşümde belirtmiştim. Çobanlık paramla biraz yurt içi gezi yaptıktan sonra; Mustafa Metin adlı beni tanımayan ama birlikte hapis yattığımız arkadaşın yol göstermesiyle İsli Mustafa’nın evini bulduk. Bize çok derin hürmet gösterdi. Tavuk kesmişlerdi.
‘’-Ben bu arkadaşı unutmuşum ama o keman bende kendisine vereyim. Ellerinden tanıdım. Kırıklar arkadaşımın eline benziyor.’’ Bana kendi çocukları gibi davrandılar. Ben de onları çok sevmiştim. Bir akşam konukları olduk. Kızları Nermin, çoban Seyfi’nin kızı Neriman’a çok benziyordu ve aynı yaşlardaydı.
Ertesi gün enişteleri çerçi İbrahim oraya geldi. Bize pikapla sebze satmayı önerdi.
Doksan lira sermaye verdi. Ben de çobanlıktan kazandığım bin iki yüz lira ile bir eski model pikap aldım. Osmaniye halinden 700kğ. Sebze alıp satmaya başladık. Ocak ayında lokanta da yemek yerken çevrenin ilgi ve ısrarı üzerine keman çaldım. Keman sesi büyük bir kalabalık toplamıştı. Orada çevrede bulunan kişilerden biri, bir festival yapacağını, katılmamı istedi.
Festivalde dört şiir okudum. Gece olmuştu sürpriz olarak keman çalacağım anons edildi. İki özgün parça çalındıktan sonra; Vali beyin isteği ile ‘’Zahide’m’’ türküsünü çalmam ve söylemem istendi. İsteği getiren de rahmet Çıldıroğluydu. Beni hiç tanımadı. Parmaklarımı gösterdim.
‘’-Osmaniye cezaevinde bunları kıran sensin dedim. Kıpkırmızı oldu.
-9-
Kırıktır parmaklarım çalamam gayrı
Açıktır şu yaralarım ağlayamam ayrı
Ellerimi yakan işte emekli gardiyan
Kemanında çok yaralı çalamam gayrı.
xxx
Açmayın hiç derdimi unutayım gayrı
Bağışlanmaz acılarım vurmayın gayrı
Sağlam eli vermesen de ver kemanı
Gardiyan istemem özden ayrıyım ayrı.
Diye salonu inleten bir sunum yapınca emekli gardiyan Rahmet Çıldıroğlu elinde mendil ağlayarak geldi, beni kucakladı. Mikrofonu eline alıp özür diledi. Çılgın bir alkış Osmaniye’yi bir yaprak gibi sallıyordu.
Ben de onu bir şartla affettiğimi açıkladım. Vali bey bana bir keman alacak mıydı? Vali bey aynımıza kadar geldi. Benim adıma ve yönetimimde bir müzik akademisi kuracağını açıkladı. Nefret sona ermiş, kırılan parmaklar bir müzik yüksek okuluna dönüşmüştü.
-Son-