YAPACAK USTASI YOK
Şu dünya, insan düşündüğünde, bir çocuğun kendi kendine evcilik oynadığı bir yer gibidir. Evcilik deyince aklıma hemen kendi çocukluğum geliverir. Hayal meyal hatırlıyorum o çocukluk yıllarımı. O hiçbir şeyden habersiz, hiçbir şeyden korkmayan cıvıl cıvıl çocukluk günlerimi...
Çocuk bu ya, bilmez ki cefanın, ıstırabın ve derdin ne olduğunu. Hiçbir şeye aldırmaz çocuk. Çocuk sadece oynar, güler. Çocuk evcilik oynamayı sever. Aldığın zaman bir oyuncağını elinden, ya da bozarsan evcilik oyununu o zaman ağlar, üzülür ve çok ıstırap çeker. Küser sana; seni o zaman sevmez. Hatta karşısında bile görmek istemez. Anlatamazsın, çünkü anlamaz. O, sadece kendi sesini dinler. Seni hiç mi hiç dinlemez. Çünkü onun oyuncağını elinden aldın sen, onun evciliğini bozdun.
Geri versen bile oyuncağını, düzenlesen bile evciliğini, bir kere onun o çok ince, o çok hassas mı hassas olan gönlünü incittin, kırdın. Belki birazdan oyuncağını geri alır, fakat dünyayı toz pembe gören o içi su dolu gözlerden damla damla yaşlar çoktan akmaya başlar. Sonra daha taptaze, dümdüz, pürüzsüz o masum yanaklardan, adeta güneşin ışınlarının suya aksedip parıldadıkları gibi ve tespihin tanelerini andıran damlalar yavaşça süzülüverir. Sonra o zayıf vücudu belli ki dayanamayıp yorulur.
Bir anda dünyanın acılarını o yüklenmiş gibi içini çeker durur. Birkaç kez böyle çırpınır. Bu sırada hiç bağıramaz olur.
Feryat edemez olur yüksek sesle. Lâkin gözleri ve hele yüreğine gömdüğü damlalar gök gürültüsü gibi gürler, şimşek gibi çakar, bir sel gibi önüne gelen her şeyi devirip götürüverir, yüreğine inen o damlalar.
Bir hıçkırık düğümlenir boğazına. Sessiz ama bütün damarlarını coşkun bir ırmak gibi taşırır bütün vücuduna. Sonra iki kolunu birden yavaşça kaldırır. Yanaklarından yağmur gibi süzülen yaşları kâh elinin üstüyle kâh içiyle, bazen de bütün bir koluyla silmeye uğraşır.
Hıçkırmak.... Neye hıçkırmak?.. İnsan neden hıçkırır? İnsan niye hıçkırır? İnsan çok sevdiği bir şeyi yitirmiştir, hıçkırır. İnsan, istediği bir şeyi elde edememiştir, hıçkırır. Ve insan sevdiklerini ya da her şeyini yitirmişse hıçkırır, ağlar...
İşte o zaman gözler hep karanlık görür ve işte o zaman dünya kararır. Her şey o karanlığın içinde kaybolur gider. Görünmez olur hiçbir şey. Bu, hıçkıran bir çocuksa onun, o küçücük amma rengarenk olan dünyası, hiçbir yere akıntısı olmayan ve hiçbir taraftan akıntı almayan berrak mı berrak, durgun mu durgun ve hiç kımıldamayan bir göl gibidir.
Varırsın gölün başına, kendi kendine onunla oynamak istersin. Oturursun şöyle kenarına. Yanlarından irili ufaklı taşlar, kesekler alırsın ellerine. Göle doğru bir bir atmaya başlarsın. Hep ortasına atmaya çalışırsın. Bu sana büyük bir haz verir. Eğlenirsin onunla. Hoş bir vakit geçirirsin. Her attığında dalgaların nasıl büyüyüp halkalar oluşunu seyredersin. Bu, o kadar hoşuna gider ki arka arkaya atıverirsin elindekileri. Ve hele, attığın her taşın çıkardığı o sesler sana birdenbire piyanonun tuşlarından çıkan sesleri hatırlatır. Dalgalar ve dalgalarla oluşan halkalar, suyun verdiği o sesler, dudaklarının hafifçe tebessüm etmesini sağlar. O anda dalgalar sanki yüreğinde halkalaşır, sesler sanki yüreğinde çınlar.
Ne güzeldir değil mi, insanın kendisini hoş bulması? Gönlü istediği gibi olması... Hep güzellikler içinde ve her zaman güzel olmayı, güzelliği düşünmeyi istemesi ne güzel!..
İşte bütün mesele hoş olmak, güzel olmak ve huzurlu olmaktır. İnsan, her zaman hoş olmayı ister. Fakat bu hoşnutluğu ararken senin gibi herkesin de, her varlığın da aynı arayış içinde olduğunu unutmamalıdır.
Hani sen, o gölü seyrederken nasıl da berraktı, durgundu, bir çocuk gibiydi... Ama sen uyandırıyordun onu. Bilerek yapmıyordun belki ama uyandırıyordun yine de. O rengârenk hülyâsından, o derin ve tatlı uykusundan koparıyordun aniden.
Her attığın taşlarla hem de ta orta yerine, kalbine vuruyordum bir bir. Önce aldırmıyordum. Fakat bir daha, bir daha vuruyordum durmadan. Derken o ardık dayanamıyordu bütün bunlara. Dalgalar durgunluğunu bozuyordu. Sesler onun mırıldanışıydı. Giderek büyüyen halkalar berraklığını dağıtıyordu. İçerisini görünmez bir hale sokuyordu. Ve sen, onun ne kadar bulandığını görmüyordun. Sen bir anlık zevkini, bir anlık hoşnut olman için onun huzursuz olduğunu ya da olacağını düşünemiyordun. Belki düşünmek bile istemiyordun. Aslında bütün bunlar bir anlık zevkin içindi. Fakat o bir anlık zevkten sonra bir pişmanlık başlayacaktı. Düşüneceksin sonra, ‘ben niye göle taşlar attım. Durup dururken o uyuyan gölü neden uyandırdım? Niye o berrak gölü bulandırdım.’ Kendi kendine soracaksın bunları. Sonra ıstırap çekmeye başlayacaksın yavaş yavaş.
“-Ben huzursuz ettim gölü, onu incittim.” diyeceksin.
Kendi kendine için için dövüneceksin. Çünkü hemen hatırlayacaksın; gönül incitmek ne kadar kötü bir olay… Gönül kırmanın affedilemeyen bir suç olduğunu düşüneceksin. Kırılan bir gönlün tamir olması mümkün olmayan bir yara olduğunu hatırlayacaksın. İşte o zaman, kendin gibi başkalarının gönlünün de huzurlu bir dünya kurup yaşamak istediğini bileceksin.
Gönül gezmeyi sever. Sen istesen de istemesen de o gezer durur. Gönlün uzağı olmaz. Her yer gönle yakındır, her yer gönlün içindedir. İşte gönül de bazen bir çocuk gibidir. Hem de çok hassas, çok nazik bir çocuk gibidir.
Gönül, koskocaman dünyayı içine alacak kadar geniştir. Denizler kadar engin, gökyüzü kadar yüksektir. Gönül her zaman gezer durur, sen ise onunlasın. Onun içinde gezer durursun. Sohbet edersin gönülle. Çünkü, bütün sevdiklerini onun yanındadır. Sen hiçbir zaman yalnız değilsin. Kimi istiyorsan, kimi arıyorsan hemen çağırırsın yanına. Dertleşirsin, konuşursun ve dinlersin derin bir sükûtla.
Sevdiklerim deyince aklıma geldi; o koskoca gönül dostu, gönül arkadaşı, Yunuscan. Hep gönülden söyleyen Yunus. Bir ara canım gezmek istedi ve gönlün içinde gezip durdum. Birden Yunuscan’ı gördüm karşımda. Saygıyla selâmladım kendisini. Aldı selâmımı ve hemen o, benim hatırımı sordu. Benden atik davrandı. O, gönül almada usta idi. Hatır sormak, gönül almak, onun en çok sevdiği ve en çok hoşuna giden şeydi. Heyecan bütün vücudumu titretiyordu. Ve;
-Allah (C.C.) çok şükürler olsun, iyiyim, dedim.
Hemen arkasından ben de ona;
-Nasılsınız? dedim.
O da bana;
-Sizlerle birlikte olmanın sevincini tadıyorum, elhamdülillâh, dedi.
Ben hemen sohbete girmek istedim. İnsan sevdiğini görünce, hele onunla konuşunca, bütün damarlarındaki kanlar coşkun ırmaklar gibi akıyor adeta. Pınar gibi çağlıyor vücudundan çıkan sular. Soğukta kalmış serçe yavrusu titriyor bütün vücudum. Ona bakarken gözlerim kımıldamıyordu. Gözlerim gözlerindeydi Yunuscan’ın. Sanki dünyayı görüyordum gözlerinin içinde. Sevgi ışığı yanıyordu, gözleri bütün dünyayı aydınlatıyordu. Dünya ne kadar güzeldi, her şey ne kadar pırıl pırıldı gözlerinin içinde. Hep güzeller, hep güzellikler vardı o gözlerde. Gözleri bile durmadan tebessüm ediyordu.
Tatlı bir ses ta yüreğime iniyordu. Sanki kurumuş gönlüme su serpiyordu Yunuscan. Yüreğim o sesle birden pınar olup çağlıyordu sanki.
-Hoş geldin gönüldaşım. Hoş geldin yanımıza, deyiveriyordu Yunus. Arkasından;
-Söyle derdini. Anlat bana, çekinme… diyordu. Sonra;
-Derdini anlat ki için boşalasın. Kalmasın içinde kötü şeyler. Çıkıp gitsin istenmeyen şeyler ve tertemiz kalsın gönlün daima, diyordu.
Tatlı tatlı devam ediyordu;
-Derman mı arıyorsun? İşte derman, derdini anlat. İçini boşalt ki dermanını bulasın. Anlatmak ve boşalmak en büyük dermandır, diyerek derman oluyordu bana koca Yunus.
Şimdi sözü bana bırakırcasına hafiften gülümsüyordu. Sonra o tatlı gülümseyişiyle birlikte tekrar hatırımı soruyordu;
-Kendini nasıl buluyorsun gönüldaşım? diyordu.
Sanki gönlümün doktoru olmuştu Yunuscan. Ona adeta kıpırdamadan öyle bakıyordum ki, ta gönlünün içine girmiştim. Onu dinlemek ve sadece dinlemek istiyordum. Ben onu bir kere arayıp bulmuştum. Hep onun sesini, hep onun öğütlerini istiyordum. Zaten Yunus, dudaklarımın kımıldayışına bakıyor gibiydi. Heyecandan açılamayan dudaklarımın kımıldamasını sağlıyordu o. Dilimi sanki çözüyordu.
-Söyle gönüldaşım. Gel, otur bağrımın köşesine, diyordu.
Beni cesaretleniyordu adeta. Sanki onun bağrında oturuyordum; yumuşacıktı bağrı. Ne kadar genişti yüreği, ne kadar pırıl pırıldı gönlü. Birden;
-Söyle gönüldaşım!.. der demez dilim, yüksekten akan şelalenin çıkardığı coşkulu sesler gibi, gönlümün tek arzusu o güzel seslerini, o güzel sözlerini ve gönülleri dolduran o tatlı sohbetini dinlememi istiyordu.
“Gönülden söyle, gönülden,
İçir suyumu elinden,
Gönül o tatlı dilinden,
Hem ben hem sen haz alasın,
Kastedilen de haz alsın.” dedim Yunus’a.
Sanki bir şeyler söyleyeceğimi anlamıştı. Konuşmayı, anlatmayı ve sohbet etmeyi çok sever Yunuscan. Beni kırmayacağını biliyordum. Kırmak, bunu aklına bile getirmek istemez Yunus. Yunus’a göre en büyük bir suç, en büyük günah olaylarındandır kırmak.
Yunus, derin derin bana bakıyordu. Söz açıyordu gönülden. O zaten hep gönülden konuşurdu.
-Gönül susamışların pınarı, Sultanların sarayı ve gönül, bütün sevgililerin tahtı… diyordu Yunuscan.
-Gönlü sev, gönülden sev. Sev ki bütün sevgililer, bütün sevenler oradadır, diyerek devam ediyordu.
-Gönlü sakın incitme, kırma, diyerek nasihat veriyordu adeta.
-Eğer gönlü incitirsen sen gönüldaş olamazsın. Bütün sevenleri, sevgilileri kaybedersin, diyerek uyarıyordu.
Yunuscan bütün bunları gönülden mısralarla tamamlıyordu;
-Çalap, gönüle baktı,
Gönül Çalap’ın tahtı,
Kim bir gönül kırar ise,
İki cihan bedbahtı, diyordu.
-Gönlüm, gönlünle olsun, gönüldaşım, diyor ve;
-Allah’a ısmarladık… deyip gülümseyerek ayrılıyordu yanımdan.
O kadar dalmışım ki sadece başımı ‘güle güle’ der gibi hafifçe eğdim. Ayrılmak zor oluyordu insanın sevdiğinden. Fakat Yunus’un giderken o son tatlı gülümseyişi sanki bana, ‘hiç üzülme, yine geleceğim, ben uzaklarda değilim’ der gibiydi. Yunus’tan ayrılmamıştım aslında. Çünkü, o gönül dolusu öğütleri, sözleri ve sesleri onu hep içimde tutuyordu.
Derin derin Yunus’un sözlerini düşünüyordum. ‘Bedbaht olur, hem de iki cihanda gönül inciten’ demişti Yunus. Koca Yunus, gönül sevgilinin ve gönül Allah(C.C.)ın tahtıdır.’ diyordu. Duydukça bu sözleri, düşündükçe gönlün yüceliğini hep, bir hata yapmaktan ürperiyordum. Ve hatta korkuyordum. Çünkü, yere göğe sığmayan o yüce Allah(C.C.), kulunun gönlüne sığmakta ve orada taht kurup oturmaktadır. Yapmaya gör bir hata incitmeye gör bir gönlü ki Allah(C.C.)ı üzer ve onu incitirsin. Yoksa Yunus’un dediği gibi; hem bu dünyada hem de öbür dünyada bedbaht olursun. Sevilmezsin ve bütün ömrün huzursuz olur.
Ne güzel, ne kadar doğru söylemiş; söyleyenin gönlü hoş olsun daima… Bizler öze kulak veririz. Öz olan ise söylenen o güzel sözlerdir. Gelin şu güzel mısralarla son verelim, şimdilik gönül sohbetimize;
“-Şu çeşmenin haline bak,
Su içecek tası yok.
Kırma garibin gönlünü,
Yapacak ustası yok.”
Yüce Allah(C.C.) cümlemizin gönlünü hoş eylesin. Dilimiz dolaşıp da bilmeyerek söylemişsek bir kelâm, dua edelim hep birlikte, affeylesin yüce Mevlâ(C.C.) cümlemizi her zaman.
EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.