- 56 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Arkadaşım Hüzün
Herkes, neden hüzünlendiğimi soruyor bana? Bu böyle gitmez? Diye de hayıflanıyorlar! Bundan kazancın nedir? Yaşam devam ediyor, herkes kendisi için yaşayıp, sonra da sonsuzluğa gidiyor diye sürekli uyarılar alıyorum! Niye sürekli boynun önünde? Biraz daha dik yürüyemez misin? Bu durumun hiç iyi değil? Herkesin acısı ve hüzünü vardır? Dünya da sevdiğini kaybeden bir sen misin? Gibi sorular sürekli beni uyararak yardım etme düşüncesiyle ve bana iyilik yaptıklarını sanarak sürüp gidiyor!
Güzel insanlar, sizi anlamak isterdim ve bazen de anlamaya çalışıyorum, ama yaşam sürekli başkalarının isteklerine göre planlanan bir eylem değildir. Dünya da sürüp giden bu kadar olumsuzluk, acı, keder, yoksulluk, savaş, talan kültürü hüküm sürüp giderken, katlimalar, işkencelerde insanlar katledilirken ve daha binlerce hüzün varken insanın içinde taşıdığı vicdanıyla hesaplaşırken nasıl mutlu olunabilir ki? Hüzünleniyorum ve acı çekiyorum çünkü içimde susturamadığım, dindiremediğim büyük bir çığlığın sesi var. Bu vicdan sesi beni sürekli iğneliyor ve bu kadar kirli bir Dünya’dan nasıl mutlu olunur diye içimi inletiyor. Dinmeyen acılar, hüzünlenmek için bir nedendir.
İçinden geldiğim toplum bana mutluluk öğretmedi ki mutlu olayım. Toplumsal olarak daha çocukken hepimizi bir şekilde önce ailemiz incitir, sonra okula gidersin, çocuksu tavirlarınla hata yaparsın öğretmenler döver (ben okulda sıra dayağının dışında kolay kolay dayak yemedim), askere gidersin psikopat subaylar ve üstekiler paylar seni. Yani daha çocukluğunda, ergenliğinde, yetişkinliğinde yaşama başlamadan azarlanmaya, engellenmeye, incitilmeye, boyun eğmeye mecbur bırakılırsın. Bunun dışına çıktığında, ailende bile „aykırı“ damgasıyla mühürlenir ve „oyun bozan/ (kızarçı derlerdi bizde)“ rütbesiyle başlarsın içine atıldığın toplumla yaşamaya! Daha ileri gittin mi, daha akıllı bir kafaya sahipsen psikopat olarak hastanelere gidersin dışarıda bir sürü psikopat varken sen dışlanırsın acımasızca. Daha da ileri gittin mi devlet denen despot aygıt seni dört duvar arasına tıkar, toplumu eleştirdin mi önüne din, dinsel ve toplumsal normlar set çekerek seni bütün kurumlarıyla ahtapot gibi sürekli sarmalar ve yok etmek için kollektif bir saldırı altında ezilmeye mahkum edilirsin! Her iki anlamda!
Burada sadece bir kaç seçenek kalır insanın elinde! Belki de ölmeyi bir sanat olarak görmediysen ona eşlik edecek, elinden tutacak, onunla yürüyecek bir şeyler arar insan bu gibi durumlarda! Hüzün, yanlızlık, kendini geriye çekme (introvatif kişilik), kulak asmama, boş ver gitsin, kronik yorgunluk gelir ve başına musallat olur. Bu konuda iddialıyım, çünkü dikkat ederek ve gözlemleyerek yaşamaya mecbur bırakıldığım için, kendi acılarıma kendim sahip çıkıyorum. Ve bütün bunların toplamından „hüzün“ çıkarıyorum!
Bu kadar acı ve firtınanın içinde yaşamın tutunacak tek ağacı oluyor hüzün gölgesine sığındığım, gölgesinde avunduğum ve altında korunduğum. Oysa bazen „baharda şenlenir“ diyor şairler hayat için. Her mevsim „Eylül’ü“ yaşamak ise başlı başına bir bir sanattır, bir beceridir oysa! Herkesin içinde gitmeyen, onu terk etmeyen bir Eylül’ü vardır mutlaka! Burada herkesin yaşaması gereken temiz bir yaşantısı var diye uyarır insanı kendini beğenmiş uzmanlar, ama yaşamak tek başına bir eylem olmadığı için, diğer yanını hesaplamazlar bu salak sürüleri! Oysa herkes eşit koşullarda yaşadığı zaman, temiz bir yaşantının olacağını es geçer bu maaşlı sürüler! Bu da beni çileden çıkarmaya yetiyor zaten. Her okuduğumda, düşündügümde ya da yazmaya başladığımda, yeniden yaratılmanın acılı hüzünlerini bedenime saplanmış bir hançer gibi yeniden ve yeniden keşefdiyorum üzülerek!
İnsanı insan yapan yaşadığı olayların etkisinden, etkilendiği eylemlerin genel kurallarıyla çerçevelenmiş bir karede yaşamak zorunluğunun tecellisidir. Oysa yer sağlamdır ve düşmemek içinse en azından hüzün vardır bu şartlarda sarılmam gereken. Ben buradayım ve hüzüne saglam bir şekilde sarılmışım. Asıl öldürmek istediğim şey acılardı benim, ama başaramadım onu maalesef. Tenimin altında, ya da parmak uçlarımda o ince mavi damarlarıma, ruhuma, ruhumun derinliklerine, içimde ki gizliliklere ve ya ulaşılması en küçük hücrelerime işleyen bir hediyesi var yaşamın. Adını herkesin bildiği! Bu konu da hiç bir kimseyi suçlamıyorum, çünkü hepimiz bir şekilde suçluyuz. İç dünyamızı, ya da benim iç dünyamı yine ben anlayacağım ve anlatacağım gibi, yaşayan da ve ya yaşatılmak zorunda bırakılan da ben olduğum için! Aşkı, tutkuyu, acıyı, sevgiyi, öfkeyi, boşluğu, kıskanclığı, şiddeti ancak yazarak yaşayanlar anlatabilir. Çünkü herkes yaşayıp geçiyor bu hayatı. Asıl ürpertici nokta ise burada gizlidir sorgulanması gereken.
Hayat, yaşamların bir bütünüdür. Ve herkes bir kafesin içine tıkanmıştır! Ya da daha baska bir dille ifade edersek, herkes belli kafeslerin içine tıkandırılmış, sindirilmiş ve sonunda kendini kavanoz içinde kendi zehiriyle öldüren akrepler olmuşuz, ama bunun farkında değiliz. İnsanlar; en güvendigimiz varlıklar! Bizi anladığını sandığımız insanlar! İnsanlar; sistemin içinde kendine yabancılaştırılmış, yabancılaşmış, hangisinin ne konustuğunu saptayamadığımız tezat varlıklar! İnsanlar; ben, sen ve o! Bir üçgen etrafında dönen, kendi ikileminde kurtulamayan, vicdanını yitirmiş, bencilleştirilmiş, zoraki evcilleştirilmiş, küçük dünyalarından kurtulmak istemeyen insanlar! Topluluklarından nefret ettiğim insanlar … İçlerisinden birisini seçerek dikkatle baksan, sözlerini ona yöneltsen, içinde ne fesatlıklar beslediğini yüzüne vursan, onu eleştirsen, hatta dozuyla da eleştirsen, seni „oyunbozanlıkla“ suçlayacak veya sana bir yumruk atarak çeneni kıracak insanlar! Nefret ettiğim bir yan daha var onlarda! Ne kadar berbat bir halde olursan ol, hatta onlar senin bu içinde bulunduğun durumu bildikleri halde „iyiyim“ demeni bekleyerek aptal aptal yüzüne sırıta sırıta bakan insanlar.
Bu yüzden bunaltıyor sensizlik beni, sessizlikle beraber. Bu sadece benim kendi sessizliğim değildir. Görüyorum, seyrediyorum ve ya bakıyorum; arabalar geçiyor gürültüyle önümdeki asfalt yoldan! Otobüsler, trenler dolu dolu gidiyorlar belirlenmiş yönlerine doğru! Evler insanlarla dolu! İnsancıklarla dolu. Buralardan, kendi koltuklarında oturmuş pencereden dışarıyı seyredenler belirlenmiş hedeflere doğru gidiyorlar; kandırmak, kandırılmak, nefret etmek, nefrete maaruz kalmak için! Gürültü yaparak gidiyorlar! Nehirde gürültü yapıyor. Fakat ben hiç bir ses duymuyorum, duyamıyorum, çünkü içimde duyduğum tek ses, sensizliğin vermiş olduğu hüzünün sesi! İçinde yaşamak zorunda olduğum bu kent de aynen diğer kentler gibi. Asılı reklam amblemleri, ışıklara göz kırparak sabaha hüzünlü „günaydınlar“ salıyor kendi yaşadığı acılarıyla beraber. Burada sadece görebileceğimz kendi karanlığımızın çatlaklarından içimize sızan hüzündür içimizde tutamadığımız. Ben şahsen tutamıyorum içimde yaşadıklarımı. Çoğu yasa dışı rüya eylemlerimi! Kendimi depremzadelerin en acı sallantısıyla kırılmış, duvarları yıkılmış, her tarafı çatlamış, sıvaları dökülmüş virane gibi hissediyorum. Ve sensizlikte hangi dala tutanacağımı bilemiyorum. Günlerce enkaz altında kalmış ve gözleri ışığa alışamamış biriyim şimdi.
Milyonlarca dans çeşidiyle en güzel olan şeyin gölge olduğuna inanıyorum. Çünkü yaprakların en ufak rüzgarda bile oynayışları, hareket biçimleri gölgeyi dilden dile taşır. Gölgeler name söylerler çıkmaz sokaklarda, büro çekmecelerinde, yollarda, trenlerin hareket halinde, dolaplarda, valizlerde, çantalarda! Her yerde gölge vardır; evlerin çatılarında, ağaçların dallarında, taşların altında, insanların gözbebeklerinde, dudakların tebessümünde, yüzlerin güzelliğinde, sempatik bakışlarda, … Ve gecelerin kapladığı, kilometrelerin ölçemediği uzunluklarda hep gölgeler vardır yine! Birbirine yakın iki kişinin, birbirlerine daha fazla tutkuyla sarılışını seyretmekte insanın moralini sıfırlayan hüzünlü gölgeler vardı. Seni bu hüzünlü gölgelerde kaybettim, bir kentten hızla uzaklaşan bir Fransız treni gibi geçip gittin, hani her saniye biraz daha küçülen noktalar gibi, ama insan olarak gerçekte kendimin küçüldükçe küçüldüğümü, yanlızlastıkça yanlızlaştığımı, bütün ışıklardan ve hayat heyecanından belki de saatte milyarlarca kilometre hızla uzaklaştığını hisseden hisler yaşar ya, ben de hüzünümü onun gibi acı duygular içinde hissederek yaşıyorum. Bedeli çok ağır olan bir hüzün bu! Beni her saniye, “sen neden hala yaşıyorsun?” diyerek ruhuma dokunan! Zoruma gidiyor sensizlik! Bir sözüne, bir dokunuşuna ve bir bakışına hasretliğin derin hüzününü yaşarken. Hüzün benim arkadaşım oluyor! Çünkü başka arkadaşım yok! Sen gidince yanlızlaştım!
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - 28.04.2020
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.