- 275 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
O GÜLÜŞ
Bir gülümseme yıkık dökük; ait olduğu yüze zorla yamanmış gibi… Öyle yorgun ki o yüz… Gencecik oysa… Mırıl mırıl bir şeyler anlatıyor içinden çıkıp geldiği hayata dair. Orada çok üşümüş, belli. Ama buranın da fazla mı kaçmış sıcağı ne, çok hoşnut değil gibi… Orası ona çok soğuk gelse de sonunda içine işlemiş her şeyiyle, hücrelerine kadar girmiş. Bir dolu insan tarafından ‘ikinci vatan’ olarak görülen o yerden, Almanya’dan fırlatılıp atılmış buraya, köklerinden acımasızca kopartılarak. Kök derken alışık olduğu, yeşerdiği toprakla bağını kastediyorum.
Ailesi karar vermiş günün birinde; doğduğundan beri yaşadığı, emeklemesinden tut, her anlamda düşe kalka ayakta kalma denemelerine giriştiği, dünyanın ne menem bir yer olduğunu öğrendiği, arkadaşlığı, hatta belki de aşkı deneyimlediği, velhâsıl hayatı soluduğu, kokladığı o yerden her şeyiyle taban tabana farklı, bambaşka bir dünyaya gitmesine…
Gerçi ana vatanıydı bu ülke… Üstelik akrabaları da vardı; her sene birkaç hafta da olsa ailesiyle yanlarında kalmaya geldiği… Teyzesiyle eniştesi yani… Ama tatile gelmekle bir miydi, hayatını hiç tanımadığı bir ülkede, o akrabalarının yanında sürdürmeye başlamak… Üstelik kendi iradesi dışında, başkalarının ona biçtiği bir kaderi yaşamaya zorlanmasının neticesi olarak…
O kırık kanatlı gülüşle; “başlarından attılar beni, ayak bağı olarak gördüler” diyordu belki. Ama yine de tüm gücenmelerini, öfkelerini bir yanında bırakarak, kalan yanına “canım acıyor ama bu seni görmeme engel değil”i de koyuyordu o gülüşün. Bunu öyle anlatılmaz bir şekilde ama ustalıkla, karşısındakine ta içinden duyurmayı başararak yapıyordu ki; diğer küskün, içinde var olduğu hayata öfkeli insanlardan çok başka, çok daha güçlü bir yanı da olduğunu gösteriyordu bize böylece bu hüzünlü, narin genç kız. Hâlâ sevgiye küsmemişti yani. İçindeki kara bulutlarla kaplı gökyüzünde küçük de olsa masmavi, pırıl pırıl bir bölgeyi daima var edebilmişti böylece.
Bunun neticesinde de o yarım kalmış gülüş tamama eriyordu bazen… Çevresindeki herhangi biriyle sohbet ederken, birdenbire muazzam bir dönüşüm oluyordu yüzünde. Geçici de olsa kendinden çıkıp bulunduğu yerde tam olarak var olduğu ender anlarda gerçekleşiyordu bu. Sanki sohbete dalmış, bir şeyler anlatırken ya da anlatılan bir şeye kulak kesilmişken birden görmeye başlıyordu zihnindeki gölgelerle sarmaş dolaş olmuş, bulanık şeyleri… Onları gerçek hâllerinde, tastamam neyseler o olarak görmenin sarhoşluğunu yaşıyor, ‘hüznün cisimleşmiş hâli’ olmaktan çıkıp özgürleşiyordu böylece.
Öyle zamanlarda içinden çıkıp geldiği yer hakkında bir şeyler anlatırken bile önceden anlattığı zamanlardakinden çok farklı bir atmosfer hâkim oluyordu sözünü ettiği sahnede. Önceki karamsar bakış açısından kurtulmuş; o sahnenin gülünecek, eğlenceli taraflarını görmesini sağlayan o açıyı tutturmuş bir yönetmene dönüşüyordu.
“Orada sürekli çalışıyor insanlar. Aile diye bir şey yok. Yemekte tek kullanımlık eşyalar kullanıp atıyorlar. Birbirlerinin yüzüne bile doğru dürüst bakacak vakitleri olmuyor.” demişti mesela bir gün. Ama bunu, gülüşünü öyle sıcak bir kucak yapıp onun içine koyarak söylemişti ki; durum hakkında ne hissettiğini anlayamamıştık bile. En azından çok da dert eder gibi görünmüyordu. O zaman henüz çocuk sayılabilecek bir yaşta olduğum için bu konu hakkında net bir görüşüm olması pek de mümkün değildi zaten.
Ama yıllar sonra üzerine kafa yormaya çalıştığımda; belki de o sürekli hüznün içinde esaslı bir yeri olabileceğini düşündüm o gün anlattığı şeylerin. O kötü haberi aldıktan çok sonra…
Her yaz teyzemlere gidiyorduk. İşte o genç kızın teyzesiyle eniştesi de onların alt komşusuydu. Teyzemler onlarla oldukça samimi olduklarından bol bol görüşüyorduk. O yazlardan birinin Jale Abla’yı gördüğüm son yaz olduğunu bilmiyordum. O hüzünlü gülüşüyle yaralarıma usul usul üfleyeceği, “benim de canım yanıyor, hâlinden anlarım” diyeceği… Benim okulda yaşadığım sıkıntıları, bana gıcık olan o kızın söylediği saçma sapan sözleri; erkek kardeşlerimin arasında tek kız çocuğu olarak çok yalnız hissettiğimi, nerdeyse kız olmaya utandığımı, erkek gibi davranmak zorunda hisettmemi… ve bunun gibi -başka bir yetişkine derin derin iç çekerek bir punduna getirip odadan sıvışmaya can attıracak- hayatımın binbir ayrıntısını derviş sabrıyla, uzun uzun dinleyeceği… Bana öğütler vereceği… Duruşuyla, sesindeki ifadeyle, her şeyiyle “çok değerlisin” diyeceği… son yazdı.
Tatile birkaç ay kala kuzenimden gelen mektuptan almıştık haberi: O hüzünlü gülüş ebediyyen silinmişti bu yeryüzünden. Sahibi melek olup uçmuştu çünkü. Mektupta Jale Abla’nın intihar ettiği yazıyordu maalesef. Bir gece yatmak üzere odasına yönelmeden önce her zamanki gibi teyzesiyle eniştesine iyi geceler diledikten sonra her zaman olmayan bir şey yapmış, sanki çok uzun bir yolculuğa çıkacak da veda ediyormuş gibi uzun uzun sarılmıştı ikisine. “Sizi çok seviyorum” demişti. Onlar da başta şaşsalar da, yıllardır ona aile oldukları için bunu bir çeşit teşekkür olarak görmüş, bu yüzden de bu davranışın arkasında başka bir şey aramaya gerek görmemişlerdi. Sonradan “Meğer veda ediyormuş bize!” demişti komşusu ağlayarak teyzeme.
İşte yıllar geçip Jale Abla’yla ilgili zihnimdeki sahneleri tekrar gözden geçirdiğimde, fark etmiştim; geldiği o ülkenin yaşam tarzından, insanları robota çeviren, ruhlarını boşaltan o düzenden bahsederken yüzünde beliren, görünürde çok neşeli o tebessümün içindeki yoğun hüznü. Yüzünde her zaman var olan, kırık dökük içinin bir yansıması olarak ifade bulan, hâlâ yakınıp bir şeyleri düzeltebileceğini uman o gülüşten çok farklı… Herşeyi olduğu gibi kabulenmiş, hiçbir şey değiştiremeyeceğini, çaba göstermesinin anlamsızlığını anlamış birinin gülüşü… Çaresizliğin…
Burada mutlu olmamasından çok öte bir nedeni vardı yani aslında bu sürekli hüznün: Dönecek bir yeri olmamasıydı esas sorun… Daha doğrusu içinde var olmaktan mutlu olacağı, dönmek isteyeceği bir yeri olmaması…
YORUMLAR
fakat bazen bu aidiyet, insanın boynuna dolanan görünmez bir zincir haline gelir. bir yere ait olmak, özgürlüğün önünde duran en büyük engeldir belki de. çünkü insan, ait olduğu yerde kalmak zorunda kalır. oysa ki özgürlüğün en büyük sırrı, kalmak değil gitmektir. her şeyi geride bırakıp yeni bir yolculuğa çıkmak, geçmişi unutmak, yeni bir kimlik yaratmaktır. ve belki de bu yüzden, hayatı boyunca bir yerlerde kalmayı seçenler, aslında kendilerinden en uzak olanlardır.
her insanın içinde bir rüzgâr eser. bu rüzgâr, onu bilinmeyen diyarlara sürükler. ve insan bu rüzgârın ardına düştüğünde, kendini bulma umuduyla yola çıkar. ama bu yolculuk, her zaman umut dolu değildir. bazen, o rüzgâr, insanı umutsuzluğun karanlık koridorlarına da sürükler. ama yine de gitmek zorunda olduğunu bilir insan. çünkü durmak, onun için sonun başlangıcıdır.
biz, zaman zaman hayatın yükünden kaçmak için başka dünyalara sığınırız. bazen bir anı, bazen bir hatıra bizi bu dünyaların kapısına götürür. ama ne kadar kaçarsak kaçalım, dönüp dolaşıp kendimize geri döneriz. çünkü insan, en çok kendinden kaçarken, en çok kendine yakındır. bu yüzden, her ne kadar başkalarının hayatlarına sığınsak da, sonunda kendi gerçekliğimizle yüzleşmek zorunda kalırız.
Tebrikler
Mavilikler
Haklısınız. Belki de esas sorun bir yere çakılı kalmak… Fiziksel ve ruhsal olarak oraya bağımlı olmak…
Aslında bir yuvamız, ailemiz, sevdiğimiz insanlar olması, bir yere ait hissetmemizde değil sorun bence. Mesele o aidiyetin dozunu ayarlamakta… Her şey gibi en güzel şeylerde de doz fazla kaçınca bizi mutlu eden o şeyler en büyük mutsuzluk nedenimiz olabiliyorlar.
Kaybetmekten korkacak kadar sevdiğimiz, değer verdiğimiz insanlar olmalı mutlaka hayatımızın bir yerinde. Ama bir adım bile atmamızı, yeni şeyler deneyimlememizi engelleyecek kadar da bağımlı olmamalıyız onlara.
Yazıda anlattığım hikaye gerçek malesef… Bahsettiğim o genç kız kendisini mutsuz eden o ortamdan gidebilseydi keşke… Gitmemesinin nedeni, çevresindekileri bırakamayacak kadar onlara bağımlı olması mıydı, yoksa başka bir şey mi bilmiyorum… Ama şuna eminim: Gerektiğinde gitmeyi bilmeli… Gidebilecek kadar özgür bırakabilmeli ruhunu…
Güzel yorumunuz için teşekkürler…