- 204 Okunma
- 0 Yorum
- 4 Beğeni
PARANOYAK
Arkadaşlarım “Hayır!” dememi üstten bakmak, burun kıvırmak olarak kabul ediyorlardı. Alâkası yoktu oysa… ‘Kadın cinayetleri’ çerçevesinde göstermeye çalıştım durumu onlara, ne kadar istemesem de. Laftan anlamıyorsa karşındakiler, anlayacakları şekilde göstermek gerekiyordu anlattıklarını… Küçültmek dünyayı, bir çerçeveye hapsetmek…
İşte ben de o şanssız, iç yakan güzel kadınların dünyalarını göstermeye çalıştım anlattığım resimle.
“Çocuk seni çok seviyor… Gerekirse dünyayı dize getirir.” diye başlayıp; ben yanında olmadığımda onların yanında ne hâllere geldiğini, kolu ya da başka önemli bir uzvunu kaybetmiş gibi yarım kaldığını, kaybolduğunu… anlata anlata bitirememişlerdi bu konuşmayı yapmadan çok önce, sözüm ona bana çok değer veren, canım arkadaşlarım.
Söylediklerini çok abartılı bulsam da, haklılık payı da yok değildi o sözcüklerin içinde… Ama yine de bulunduğum noktadan asla geri dönmeyi düşünmüyordum.
Üstelik ben ona bir şey vaad etmemiştim ki! O grubun içinde birlikte vakit geçirdiğim, şakalaştığım, sohbet ettiğim, kendimi yanlarında kat kat örtülere sarınmaya gerek duymayacak kadar özgür hissettiğim diğerlerinden belirgin bir farkı yoktu yani… Ta ki günün birinde, birdenbire bana olan duygularını açana kadar…
Öyle bir oldu bittiye getirilmiş hissiyle, ne diyeceğimi bilemedim başlarda, hatta ne hissedeceğimi de… Birden farklı bir ışıkta görmeye başlamıştım çünkü onu. Arkadaş olarak gördüğümden çok başka bir pencereden… ‘Gözleri de yeşile çalıyormuş meğerse’ dedim… Oysa düpedüz elaydı hatırladığım kadarıyla sanki. Doğru dürüst bakmamıştım ki! İşte bu küçük küçük keşifler nedeniyle “hayır” diye net bir cevap verememiştim hemen. Bambaşka biri vardı karşımda çünkü. Hiç beklemediğim şeyler vaad eden yeni bir ülkeye ayak basmış gibiydim.
Bu şaşkınlık içinde aylar geçti. Bana birkaç gün gibi geliyordu oysa… Ama hayat bana ayak uyduracak değildi ya, olağan akışında devam ediyordu. Ben arkada kalsam da oralı değildi.
Benim şaşkın âşık da o hayatın içinde, bu hızlı tempodan gayet memnun, ‘nişan’dan falan söz etmeye başlamıştı artık. Bense hâlâ “seni seviyorum” dediği o anda çakılmış kalmış, bambaşka bir âlemden gelen duyulur duyulmaz sesler olarak algılayabiliyordum; yaşamın tam ortasından gelen, önümüzdeki yoldan geçen arabanın çalan kornası kadar sahici o sözcükleri…
Düzenli bir maaşı yoktu müstakbel nişanlımın… Bir anlaşmazlık yüzünden muhasebe işlerini gördüğü şirketten ayrılmıştı. Şu an -tahsiline uygun, yeni bir iş bulana kadar- özel ders veriyordu. Bu durumu dert eder gibi de bir hâli yoktu hiç, iyi bir okuldan mezundu sonuçta. İyi okul mezunu olup da çöpçülük yapan insanlar olduğunu bilmiyordu herhalde. Ya da işine gelmiyordu bilmek…
Bana gelince; evet, şükürler olsun bir işim vardı. Ama ancak aileme çok az katkıda bulunacak, babamın emekli aylığına eklendiğinde ucu ucuna ay sonunu getirmeye yetecek orandaydı maaşı… Bunu da laf arasında ona anlatmıştım. Ama onun sınırsız iyimserliğinde en küçük bir gedik açamamıştım maalesef.
İşte tam da bundan endişeleniyordum ya ben!: Hep bu bilmezden gelinen gerçeklerden çıkmıyor muydu sorun zaten?.. Günün birinde yok sayılmalarının hıncını alırcasına karşımıza sert bir duvar olup dikilmiyorlar mıydı? ‘O kadınlar’, zamanında farkına varıp önlem alsalar duvar olmayacak o gerçekler yüzünden pencereden bakamaz hâle gelmiyorlar mıydı ölüm korkusuyla?
Belki çok abartıyordum. Aksi yönde düşünmemi sağlayacak, umut verici o kadar çok örnek vardı ki bu acı hikâyelerin yanında. Çok yokluk çekip; en güzel imkânlara sahip, paranın asla dert olmadığı bir yaşam sürenlerden kat be kat daha mutlu olanlar vardı.
Ayrıca belki de kısa süre sonra aldığı eğitime yakışan, dört dörtlük bir iş bulacaktı beni sevdiğini söyleyen bu adam, kim bilir?! Bulmasa bile hiç işi olmayacak demek değildi ki bu. Neyin garantisi vardı ki zaten!
Günlerce tekrarlayıp durdum kendime. “Şimdi çok dolgun bir maaşı olan, dört dörtlük bir işi olsa, herhangi bir nedenden işini kaybetmeyeceği ne malum! Hiçbir şeyin güvencesi yok ki! Her şey insan için…” dedim.
Ama lanet olsun, gündemi takip eden, çevresindeki dünyadan haberdar olmayı önemseyen bir insandım maalesef. İşten dönüşte mutlaka TV yi açar, haberleri seyrederdim. Kendime işkence etmeyi sevmek gibi garip huylarım olduğundan falan değil; içinde var olduğum hayatı önemsememden, bir adada yaşamadığımın bilincinde olmamdan ileri geliyordu bu… Başkaları da vardı. Tanımasam da nefes alan bir yerlerde… Canı çok acıyan… ya da gür kahkahalarıyla meydan okuyan o acıya, hatta belki hiç tanımayan o duyguyu… Apayrı koşullarda ve kimliklerde bir sürü insan…
İşte o insanlara verdiğim değer nedeniyle haberleri izliyordum mutlaka. Hatta internetten de takip ediyordum ayrıca. Yani iyi kötü bu dünya üzerinde ne varsa dimdik bakıyordum yüzüne… Ve böyle bir dünyaya yüreğini, gözlerini bu kadar cömertçe açmanın bedelini de ödüyordum çok geçmeden: Canım fena yanıyordu.
İşte o canımı yakan şeylerin en başında gelenlerden biri de bu ‘kadın cinayetleri’ydi. Türkiye’de yaşayan tüm kadınlar gibi ben de mahvoluyordum o konuda bir habere rast geldiğim her seferinde. İşin kötüsü rastlamadığım gün de o kadar azdı ki!
O haberlerden kendimce çıkardığım bir sonuç vardı… Yanılıyordum belki ama seyrettiklerimden varmıştım bu noktaya: O adamlar genelde yeni bir başlangıç yapamayacak bir durumda oluyorlardı. Bu da büyük oranda maddi imkânsızlıktandı kanımca. Eğer yeni bir hayat kurmak için gereken şartları olsaydı, böyle inatla tutunmazlardı belki de kendilerini yaşamlarında istemeyen o kadınlara… İstenmemeyi bu kadar gurur meselesi yapmaz; kendilerini böylesine bir çıkmazda, yapayalnız bırakılmış, ihanete uğramış hissetmezlerdi.
Belki de alâkası yoktu bununla… Ya da en azından o canilerin hepsi için geçerli değildi. Ama bir kere kafama kazınmıştı maalesef, maddiyatla bu ‘takıntılı vazgeçememe hâli’ arasındaki ilişki… İstesem de o düşünceyi söküp atamıyordum bir türlü. İşte o gün bunları anlattım arkadaşlarıma.
İçlerinden en harbisi -ve de en sevdiğim-; beklediğim gibi daha fazla tutamadı kendini ve ağzına geleni söyledi. Ne paranoyaklığım kaldı, ne o haberleri evlenmemek için bahane yapmam… “Sen o çocuğu sevmedin ki zaten!” dedi, bir saniye bile daha fazla benimle aynı havayı solumak zorunda kalmaktan korkar gibi apar topar yerinden kalkıp kapıya yönelirken.
Birkaç dakika içinde diğerleri de kalkıp gitti. Gitmeselerdi söyleyecektim onlara oysa:
“Hemen hemen her hafta en az iki, üç kadının ayrılmak istediği eşi ya da sevgilisi tarafından öldürüldüğü böyle bir ülkede; evlendikten sonra olur ya ileride bir gün boşanmak isterse, evleneceği adamın kendisini öldüreceğinden korkmak… paranoyaklık değil olsa olsa tedbirli olmaktır.” diyecektim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.