- 228 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DOĞA İLE HAYATTAN ETKİLER - 1a
DOĞA İLE HAYATTAN ETKİLER - 1a
Coğrafi konumuna baktığımız zaman, köyümüz YUKARISEYİT’in çok güzel bir yerde kurulmuş olduğudur. Bir ressam gözüyle Gedik’te ki taşın üstüne oturup ta Akdağ’a kadar bir göz atarsanız; Büyük Menderes’in köyümüz altından geçtiğini görürüz. Kıble tarafında Mahmutgazi köyü, ayak ucunda kardeş köy Aşağıseyit, kuzeyinde Çal ilçesi, başını yasladığı Çökelez Dağının öte yüzünde Kaplanlar, Karakaya ve Peynirci köyleri ile komşudur.
Biz tekrar Gedik’teki büyük taşın üstüne oturup Şalvan Dağına doğru baktığımızda iki tarafı da dağdan gelen sellerin açtığı derelerle çevrilmiş bazı yeri geniş, bazı yeri dar bir düzlüğün üzerinde kurulmuş. Hatta köylüler, “bizim köyün uzunluğu var ama eni yok (dar)” diye mecazi bir atasözü ile köyün şeklini belirtmişlerdir.
Aslında köyümüz bu ince uzun mekana ayaklarını açmış, kollarını açarak sırt üstüne yatmış gökyüzüne bakan bir kişinin şeklini almış durumdadır. Ayakların her biri köye giriş yoludur. Sağ ayak Bekleme yerinden köye, sol ayak da Çal tarafından köye giriş yoludur. Eskiden büyük bir meydan olan okul binaların dışında birleşir bu yollar. Okul binasının 1930’lı yıllarda yapılanı yıkılmış ve yerine üstü kapalı toplantı ve pazar yeri yapılmıştır. Eskiden köyün her yerinde olan gezgin çalgıcıların yerini alan sahne müzik aletleri bu salonun bir köşesine yerleştiriliyor, beş altı saatlik sabit düğünler burada ama çok yüksek sesli olarak yapılmaktadır.
Bu toplandı yerinin meydanında tam merkezi bir yere çınar ağacı dikilmiş ve köyün merkezi adeta burası denmiştir. Köyün cenaze namazlarının kılındığı alanda bu toplantı yerinin sağındadır ve antik dönemden kalma uzun bir mermer taşın üzerine konan cenaze dünyaya buradan veda ederek gider. Hala işlerliği süren yine antik dönemden kalma ve keşkek dövmek için kullanılan yivli bir Sibel taşı da buradadır. Eskiden neredeyse her mahallede bir dibek taşı vardı ama birisi musallanın yanında, değişik ve yayvan olanı Yukarı Cami yanındadır.
Bu yere yatmış insanın göğüs ve baş bölgesi Yukarı Camidir. Bu ibadet haneden iki kolunu kavis şekline başın üzerinden geçirilerek Yukarı Çeşmede birleşirler. Yani köyümüzü bir delikanlıya benzetirsek; ayaklarını açmış, iki kolunu başının üzerinde halkalandırmış ve gökyüzüne bakan bir izlenim verir.
Köyümüzde dağ, dere, tepe, yayla, nehir, çay, ova ve bahçelerde de çok geniş bir çeşitlilik vardır. Ayaz Tepesi, Şaban Yaylası, Yülük, Söğütlü, Gedik gibi yaylaların yanında; renk ve özellikleri bakımından boz topraklı ovası, ak topraklı Tepebaşı, killi topraklı Killik, kırmızı topraklı Çay ve Kızılca Kuyu dikkati çeker.
İlk kurulduğu yıllarda içme suyu sıkıntısı çekilmemiş galiba nüfus arttıkça, geçmiş yüzyıllarda yitirilen iİmparatorluk topraklarından göçler aldığında, sulu tarım ve hayvancılık ile birçok insan meşgul olunca; Çökelez Dağının köye bakan yüzünden yani Erikli’den ilkel bir şekilde getirilen sular, köylüye yeterli olmamıştır. Önce köyün derelerinde olan kaynak suları küçük çoban çeşmelerine getirilmiştir. Kazak Pınarı, Kurupınar, Yeni Pınar, Kavaklıdere Pınarı, Dere Pınar gibi çeşmeler basit bir şekilde yapılmış, bu pınarlar ekseriyetle hayvanları sulamak amaçlı kullanılmıştır ve bazısı hala kullanılmaktadır.
Köyümüzün yetiştirdiği avukat Mustafa Cura’nın önderliği ile 1950’li yıllarda bütün köylü destansı bir girişim ile Erikli’den köye kadar su borularının geçeceği yortuları (kanalları) bizzat kısa bir zamanda kazarak topluca suya kavuşmuşlardır. Bu yeni gelen su, köyün en üst noktasından Üleştaşı denen yerden ince uzun köyün içinde, üç ayrı mimaride yapılmış olan çeşmelere dağıtılmıştır. Bu destansı olay Mustafa Cura tarafından Yukarıseyit Köyü Nasıl İçme Suyuna Kavuştu adıyla kitaplaştırılmış ve tarihe bir belge olarak kalmıştır. Yukarı Çeşme, Orta Çeşme ve Aşağı Çeşme adları bugün evlere su verilmesi ile artık susuz ve çevresi başka şeyler konarak tahribata müsait hale gelmiştir. En hazin durumda ise Orta Çeşmedir, ahırları ve ardındaki çamaşır yıkama yerleri yok edilmiştir.
Köyün içine olan bu çeşmelerden daha küçük olanlara pınar denmiştir ve köyün yakınında olan bu pınarlardan önce veya sonra birçok yere kuyular kazılmış; bu kuyuların en meşhuru elbette Soğukkuyu idi. Soğukkuyu çıkrıklı ve kovalı bir kuyu olarak yüzyıllarca insanların ve diğer canlıların su ihtiyacını karşılamıştır. Bir tepe üzerinde ve köyün girişinde (Kariye Önü - Köyönü denen harman yerindeydi). Fakat, hatıra olarak saklanması gereken bu harman yeri kullanılmadığı için bu kuyu kaderine terk edilmiş ve viran bir şekildedir.
Serenli kuyular da artık köyümüzde bir tane bile kalmamıştır. Daha önceleri yerlerinin izi ve taşları kalmış bu tür kuyular; Yunuslar mahallesinde Çatlak Deresine giderken düzlükte vardı. Kuyu Deresi dediğimiz yerde bir kuyu izi ile Dere Pınarda sel yatağına yakın bir yerde kalıntılar bulunuyordu. Çocukluğumuzda serenleriyle birlikte gördüğümüz Mezar Kuyusu da sivri akıllılar tarafından yok edilmiştir. Sadece hayali bir resim olarak bir yağlı boya tablo da resmettim, o kaldı. Ne yazık ki kendi tarihi belge eserlerini tahrip etmede, yok etmekte bizim üstümüze başka bir millet yok desek abartmış olmayız.
Sadece bu tahribatlar konusunda bir paragraf yazıp esas konuma geçeceğim. Yukarı mahallede Yörüklerin Kezban ebe vardı. Kocasını ben görmedim ama onun iyi bir marangoz olduğunu büyükler bizlere söylemişlerdi. Virane hale dönmüş olan evindeki ahşap işler, oyma ve kabartmalar, Avrupa’da olsa bugün müzelerde olurdu. Yine Yukarı Caminin, hutbe okunan minberin üzerinde köyün kurucu boyunun ve Türkistan’dan getirdiğimiz kültürel değerlerimizin işaretlerinden olan Geyik boynuzu, 1973’li yıllarda köyde imamlık yapan genç birisi tarafından sözüm ona şirk diye yok edilmiş. Keza mezarlığın ortasından eskiden beri yol geçtiği için, yolun her genişletilmesinde birçok mezar tahrip edilip Balçık deresine atılmıştır. Birkaç fotoğraftan başka bütün balballar, işaretli taşlar, Yunan veya eski runik Göktürk alfabesiyle yazılmış bir hazine kırılmış şekilde dereye kürünmüştür. Köyün tarihi ile alakalı olan asırları devirmiş olan koca çamlar, hiçbir inceleme yapılmadan cüzi bir para karşılığında kesilip hamam işletenlere satılmıştır. Mezarlıktaki bu çamların rüzgarlara eşlik ettikleri senfonik şarkılarını o yakın çevrede defalarca dinlemiştim. Mezarlıktaki bir başka tahribat da yukarıda da bahsettiğim gibi çocukluğumda serenleri, zinciri, kovası dahi işler halde dururken; bugün silüeti dahi kalmayan Serenli Mezar kuyusudur.
Dere Pınar, çocukluğumda yakından tanıdığım bir bölgedir. Köylü çocukları, pek seyrek olarak imal edilmiş ve şehirlerden alınıp gelmiş oyuncaklara sahip olurlar. Büyük çoğunluğu kendi oyuncağını bizzat kendisi icat eder ya da yapar. Yedikleri karpuzun kabuğuna bir delik açıp ve oraya ip bağlayıp; karpuz kabuklarıyla, ya yük taşıyan deve, ya da nakliyat işi yapan kamyonet, kamyon gibi tasavvur ederek oynardık. Bu oyunları o mahallenin bütün çocukları beraber oynarlardı. Karpuz kabuğu olmadığı zaman ayakkabımız bu işi görürdü. Darı molası, boş kutular, gazoz kapakları, tahta parçaları,teller ile oyuncaklar yapardık. Bazı arkadaşlar tel arabası ya da motoru dediğimiz oyuncağı yapma konusunda iyi bir usta olmuşlardı.
Ben, genellikle köyümüzün bazı yerlerindeki kaliteli topraklardan hazırlanmış çamurları işleyerek değişik şekiller verip oyuncaklarımı yapardım. Osmanderesine doğru giderken Dere Pınar yakınından Goca Göl denen su birikintisinin olduğu yerin toprağı aylarca su içinde kaldığından dolayı çamuru çiğilsiz, taşsız ve içinde havacıklar olmayan bir halde oluyordu. Ev yapan köylüler bu alanda kerpiç keserlerdi. Tepeden Kantinler ve Sali Dedenin oraya yol geçiyordu. Onun için Sali dede oradan toprak kazılmasına ve kerpiç kesilmesine yolumuz bozuluyor diye karşı çıkıyordu. Ne zaman oradan bir kova toprak alıp oyuncak yapacak olsak; Sali Dedeyi gözlerdik ve o yokken alırdık.
Birgün İbrahim Diken ve birkaç arkadaş ile sözleştik. Yarın Dere Pınara gidip, çamurdan heykel yapalım dedik. Ertesi günü bizim Goca Kapının önünde toplandık. Bir dürümde yiyeceğimizi aldık ama hiçbirimiz yeni elbisemizi de giymedik. Giyecek olsak da yoktu zaten. Güllü Dereye gidiyormuş gibi Dere Pınara vardık. O zamanlar pınarın biraz ilerisinde yaşlı ve büyük bir kavak ağacı vardı. Onun gölgesine çimenlerin üzerindeki çalı çırpıyı, cam kırıklarını, çakılları ve taşları toplayıp, oturacağımız yeri temizledik. Maalesef bu anıt kavak ağacı da tıpkı Aşağı Camiye giderken yok edilen Koca Kavak gibi baltadan, testereden kurtulamamış daha sonra.
Arkadaşlar arasında iş bölümü yaptık. Hasan Hocaların bağdan geçip iki arkadaş Saliler mahallesine girip, Sali dede evde mi değil mi bakacaktı. Eğer evde değilse diğer arkadaşlara haber vereceklerdi. Onlarda zaten toprak kazılacak yere yakın çalıları siper almış kazmak için bekliyorlardı. Şartlar uygunsa toprak kazılıp getirilecek ve ufalanıp toz haline getirip, su katarak yoğura yoğura uygun çamur haline getirmek benim görevimdi. Yakalanmadan çamur yaparsak; artık sonraki işlere Sali Dede de karışmıyordu.
Herkes yanına düz bir taş aldı. Kıvama gelmiş çamuru, o düz taşın üzerine önce vurarak sertleştirerek; daha sonrada o düz taşı, bir heykel sehpası gibi koyup kullanıyorduk. Ne şakalar yapıyorduk, ne güzel gülüşlerimiz vardı. Bazen de yaptığımız heykelciklerin kolunda, bacağında, burnunu yaparken yaptığımız hatalardan dolayı dalga geçerdik. Biz o gün her birimiz Michelangelo’dan ya da Roden’den daha ünlü birer heykeltraş idik. İkindi vaktini belirten ezan okununcaya kadar hummalı bir şekilde çalışıp heykelcikleri bitirdik ve daha sonra Dere Pınarın üzerindeki düz yere kuruması için sıraladık.
Dere Pınarın önüne geçip koyduğumuz heykelleri izlerdik; bu arada da birbirimizin eserini kırıcı olmayacak tarzda ya eleştirirdik, ya da överdik. İlk fark ettiğimiz şey, sabahtan beri bir şey yemediğimiz için karnımızın açlığı olurdu. Heykelcikler pınarın teras katında güneş banyosu yaparken hep beraber bir halka olup yer sofrası kurardık, peynir, yumurta dürümleri paylaşılırdı, domatesler kesilir, soğan güçlü olanın yumruğu ile kırılırdı. Şakalaşa şakalaşa böyle yemek yiyorduk. Yemek yerken birinde iyice dalmıştık. Birden yüzü Dere Pınara dönük olan ayağa kalktı ve;
“Şu hayırsız ite bakın! Bizim heykelleri yiyor!” diye bağırdı.
Neye uğradığımızı bilemedik. Gerçekten de tüyleri dökük sevimsiz bir köpek, heykelleri teker teker kokluyordu. Arkadaş bağırınca o köpekte sesten ürktü. Kaçmak için geri dönerken ayağıyla kuyruğuyla bizim, emek emek yaptığımız nadir sanat eserlerimizi sağa sola savurdu. Bir arkadaş ile benim heykel çeşmenin yalağına düştü. Biz varıncaya kadar suda ıslanmış oldu. Zar zor yaptığımız kollar, ayaklar koptu. Yemeği bile unuttuk. Köpek ise köye doğru koşarak gitti. Beş dakika sonra uzun boylu bir köylü, eşeğe binmiş ama nerede ise ayakları yere değecek halde yanımıza gelip;
“Benim Aslan yavrusunu gördünüz mü?” diye sordu. Arkadaşın birisi;
“Bizim heykelleri deviren it, sizin miydi?”
“İt deme! Yoksa bozuşuruz ha!”
“Senin it, bizim heykelleri bozdu ama!..”
Adam eşeğin üstünde doğrulur gibi yapıp;
“Köpek bu. Dili ağzı söylemez hayvan. Bozduysa ne olmuş? Bir daha yaparsınız, hem de ustalığınız artar!”
Elindeki yaş çırpağı eşeğe hafifçe vurdu ve ardına bile bakmadan köye doğru çekip gitti.
Tezgahlara geçip bir saatten fazla uğraşıp sağı solu bozulmuş heykellerimizi tamir ettik. Tekrar yemeğe oturup karnımızı bir güzel doyurduk. Akşam ezanı okunurken yarı kurumuş olan heykelcikleri herkes evine götürdü. Bir ayakta duran heykel ile bir de büst yapmıştım. Rahmetli dedem görmek istedi. Ocak kaşına koyduğum heykellerim sergi alanındaydı ve dedem, benim yattığım odaya girdi. Ayakta duran heykele bakıp;
“Bu aynı Mahmut Şevket Paşa gibi olmuş ve ona benzemiş” dedikten sonra çekip gitti. Ben de kendi kendime; “Vay be! Sen neymişsin yahu! Görmediğin Mahmut Şevket Paşanın bile suretini çamurdan yapabildin. Aferin sana! İyi de Mahmut Şevket Paşada kim? Neyse dedeme sonra sorar öğrenirim” deyip kendi kendime gaz verdim.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 24.04.2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.