- 252 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
İlkokula Başlamanın Unutulmaz Serüveni
Okula başlama yaşım gelmişti. Okulun açıldığından da haberimiz vardı. Okula gideceğim konusu evde konuşuluyordu. Oysa ben koç ve kuzuları otlatıyordum. Koyunculuğu çiftçilikten önce tutan babam için koyunlar-kuzular onun birinci önceliğiydi. Okular açılmış. Önemli değil, birkaç hafta sonra da olsa okula geç başlansa da olurdu O’nun için…
Koyunlarımızı aşk derecesinde severdi babam. Kaval üflemede köyün acar ustalarından birisiydi. Yeşil çayırlara koyunlar yayıldığında hele güneş de altın ışıklarını cömertçe sunuyorsa, koyunları seyretmek babamın zevkine zevk katardı. Sırf koyunculuk yapmak için köyün merkezindeki dedemlerin evinden köye üççeyrek saatlik yerde bina kurup yerleşmiş. Ben ve benden küçük iki kardeşim bu kır evinde doğmuşuz.
Nihayet serin bir Eylül sabahı gazellenip yerlere serilen yaprakları çiğneyerek patika bir yoldan okula giderken yanımda ablam vardı. Ders başlamıştı okula vardığımız zaman. Ablam beni sınıfa bıraktığını bugünkü gibi ansırım. Evimiz köy merkezine uzak olsa bile köyle ilişkimiz vardı. Tarlalarımızın bir kısmı köy içindeydi. Ve bölgemizde yaylacılık olduğu için çocukların çoğunu yakından tanıyordum.
Sınıfa girince yaşıtlarım hayretle baktılar bana. Derse geç kalmıştım ve okul açılalı günler geçmişti. Hayretleri bundandı büyük olasılıkla. Daha önce birkaç kez gördüğüm bizim köylü, ortadan biraz uzun boylu, asık süratli bir adam çocukların başındaydı. O’na eğitmen dendiğini duyardım sadece. Eğitmen ne demekti haberim yoktu. Demek ki bu adam öğretmendi. Beni arkalarda bir sıraya oturttu.
Kara tahtada “Koş Kaya Koş/ O kuşu tut okşa…” sözlerini anımsadığım dört satırlık bir metin vardı. Öğrenciler sırayla tahtaya kalkıyor kelimeleri işaret parmaklarının arasında göstererek okuyordu. Dikkat ettim tahtaya çıkmak için parmak kaldırmak gerekiyordu. Ben de kaldırdım parmağımı. Eğitmen, “Sen nasıl okuyacaksın?” diyerek hayretini belirtti. Öğrendim dedim. Ve tahtada arkadaşlarım gibi okudum. Sadece bir hata yapmıştım. Ders sonunda en iyi ikinci okuyan olduğum söylendi. Sevindim. İlk gün güzeldi okulda…
Zannedersem bir hafta sürdü başlangıcın güzelliği. Amcamların evi hemen okulun yakınındadır. Öğle paydosunda amcamlara gider yemek yerdim. Ilık bir gün öğlen paydos zili çaldı. Amcamlara koştum. Hala durur, amcamların evin önünde bir şeker elması var. Daha okula başlamamış kuzenim için elma ağacına salıncak kurmuşlar, kuzenim sallanıyordu. Durur muyum? Ben de sallandım birazcık. Yemek derken zaman geçti. Dördüncü ders zili çaldı. Sınıfa girdik.
O yıllarda müzevir (arabozan) meşhurdu çocuklar arasında. Benim salıncakta sallandığımı gören müzevirci bir arkadaş parmak kaldırıp: “Öğretmenim, İbrahim salıncakta sallanıyordu!” dedi. Eğitmen-öğretmen sordu doğru mu diye. Evet. Ve ne olduysa o anda oldu. Sağ yanağıma güçlü bir Osmanlı tokadı aksetti. O güne kadar ne anne- babamdan, nede başkalarından tokat yemiştim. Aslında büyükleri dinleyen uyumlu bir çocuktum. Dünyam karardı. Hıçkırarak ağladım uzun uzun.
Eğitmende bir yıl okudum. 2-3 ve 4. Sınıfta Köy Enstitülü çıkışlı bir öğretmenim oldu. Bir kız arkadaşımız gerçekten müzevirci ruh haleti vardı. Bir arkadaşımızı şikâyet etti. Öğretmenimiz müzevirci arkadaşımızı iyice sevdi(!) O yıllarda sevmenin cennetten çıktığına inanılırdı(!) Müzevirlik konusunda öğretmenimiz: “ Arkadaşınız bu davranışını sürdürürse büyüyüp evlendiğinde her duyduğunu kocasına anlatır. Küçük konular köy içinde kavgaya sebep olur…” Eğitmenimi suçlayamam fazlaca. Pedagojik ve çocuk psikolojisi hakkında yeterli donanımdan yoksundu.
Son derste de gözyaşlarım dinmedi. Paydos ziliyle beraber eve dönerken hıçkırığım geçmemişti. Muhatap olduğum şamar canımı yakmıştı ve salıncakta sallanmakla kimseye zararım olamadığını düşünüyordum çocuk kalbimle. Kararımı verdim artık okula girmeyecektim.
Her gün evden çıkıyorum sabahleyin, yolu köyün karşısındaki ormanın derinliklerine kırıyorum. Sonbahar işleri bir birisini kovalıyor köyde. Mısırlar kesilip taşınıyor. Annemler, tahıl yıkıyor. Bir taraftan babam kış için odun hazırlığında. Kurutulan zahireleri su değirmenin öğütme… Akşam yemeğinden sonra ev halkı kendilerini yataklara yönelirdi. Kırlar, ormanlar benim. Eve gün batarken okuldan dönüyorum(!) okulda neler yaptın soran yok.
Bulutlara komşu köyümüz. Kış çabuk geldi. Doğa beyaz kürkünü giydi giymesine lakin bana özgürlük alanı kalmadı. Ormanlarda saklanamazdım. Karlı bir gün. Kara kara düşünceler içinde çıktım evden. Aklıma bir cin fikir geldi. Yarı karanlık ahırda saklanabilirim. Akşama doğru ahırdan çıkıp soran olursa okuldan geliyorum der, o günüde öyle geçiririm düşüncesiyle ahıra girdim. Sabah yiyeceğini yemiş olan sığırlar, manda ve öküzler geviş getiriyordu. Akşama kadar bekledim. Hayvanlara akşam yiyeceğini veren ablam fark etmedi beni.
Kısa gün çabuk geçti. Bir ara dışarı çıkayım derken kapı kapandı. İçerde hapis kaldım. Ümitsizce düşünürken gece oldu, yarı karanlık ahır zifiri karanlığa büründü. Yedi yaşında çocuk ne yapar!? Başladım ağlamaya. İki odalı tek katlı evimiz ahıra bitişikti. Sesimi duyup beni odaya aldılar. Akşam yemeğini yemiş sofradan ayrılıyorlardı. Ana yüreği! Yeni yumurtadan çıkmış civcivlerini kanatlarının altına alan anne tavuk gibi beni sarıp sarmaladı annem. Durumu anlatmış olmalıyım ki, okula gitmediğim anlaşıldı. Babam, “madem okumak istemiyorsun yarın beraber keçileri otlatmak için ormana gideriz…” mealinde sözler etti.
Annem ertesi günü başöğretmene (okul müdürü) gidip durumu anlattı. Bir gün sonra babamla okula gittik. Arkadaşlarım bu kez yarı acımalı, yarı alaycı bakışlarla beni süzdüler. Arka sıra beni bekliyordu. Yerime geçtim. Eğitmen- öğretmenimiz dikte yaptırıp aynı gün değerlendirir. Pekiyi-iyi-orta ve zayıf diye not takdir ederdi. Ben ve arka sıradaki arkadaşım sürekli zayıf alırdık. Sınıfta başarılı arkadaşlar çoktu. İki haftalık Şubat tatiline girerken üç adet zayıf vardı karnemde. Ev halkına hayal kırıklığı yaşattım.
Günler geçti ikinci dönemde de. Diktelerde yanlış bile olsa birkaç kelime bile yazamıyordum. Nisan başlarıydı. Alfabeyi bitiriyorduk. Yeni bir gün yeni bir dikte yazdırıyor eğitmen-öğretmenim. Adeta vahiy meleği bana Allah tarafından kendisine emredilen “yaz” emrini kulağıma fısıldıyordu. Dikteyi heceleyerek yazıverdiğimin ben de farkında değildim! Öğretmenim defterimi kontrol ederken, “Yazarken kimseye baktın mı?” diye sordu. Parmaklarımla gözlerini kapatarak, biz çocukların klasik yemin etme biçimiyle. “Ekmek gözümü tutsun ben yazdım” diye cevap verdim. İlk kez iyi yazıldı defterime.
Çalışkan öğrencileri ön sıralarda oturttururdu öğretmenimiz. Bir hafta içinde önden ikinci sırada yer edindim. Dünyalar benim olmuştu. Nisan ayı gelmiş kırlar mor menekşeler, derelerin kenarları sarıpapatyalarla süslenmişti. Meyve ağaçlarında tomurcuklar kabarmış, erikler çiçek açıyordu. Benim gönlümde de mayıs geldiğinde köyümüzün çayırlarını süsleyen gökkuşağı renkleri kadar çeşitli renklere sahip çiçekler açıyordu. Okula koşarak gidiyordum. Eğitmenim de bana bakarken yüzü gülüyordu.
Beş sınıflı ta 1930 yılında açılan köy okulumuzda büyük bir sınıf vardı. Çarşamba günleri öğleden sonra ders yapılmaz çeşitli etkinlikler yapılırdı. İşte o büyük sınıfta tüm sınıflar toplanmıştık bir Çarşamba öğleden sonrası. Beni 2-3-4 sınıfta okutan öğretmen saklanan bir nesneyi alkış seslerine göre bulmayı gerektiren bir oyun oynatıyordu. Her sınıfın birincisi çıkarılıyordu saklanan nesneyi bulmak için. Sıra birinci sınıfa geldi. Bugün gibi anımsıyorum. Eğitmen-öğretmenimiz benim adımı söyledi. Tabi mutlu oldum. Nereden nereye! Okuldan kaçan bir öğrenci sınıf birincisi olmuştu.