- 480 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İzmir’e Giderken...
Otobüsün servisindeyiz. İzmir’e, oradan Aydın’a geçeceğiz. İzmir’de dostlarla hasret giderecek; sabah Karşıyaka’da gevreğimizi, boyozumu yiyip, öğleleyin, Konak’ta, beğendili kebapla zeytinyağlı enginarları indireceğiz mideye. Akşamına kaleye çıkmalı ya da Narlıdere’de lagunada kuşları izlemeli ya da kordonboyu bekler bizi. Agoraya da uğramalı mı, ya Batı Anadolu’nun ilk üniversitesine? Bahçelerinde çiçekler açmış yavaş yavaş... Nar, çiçeklenmiş ve ayva ve diğerleri. Zeytin ile defne ile donanmış yeşil kuşağı İzmir’in... Ya da bu akşam Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne mi çıkmalı? Tabla, kanun ve gitar ile, bizi öte dünyalara götüren sokak çalgıcılarına eşlik mi etsek bilmediğimiz dillerde? Ya da takım elbiseli kemancıdan tango mu dinlesek, sokağın cıvılcıvıllığına uyar çünkü bu. Ya da ya da ya da... Uzayıp gider bu liste. Bir İstanbullu için, İzmir, uzaklarda bırakılmış bir sevgili. Her zaman özlem duyulur ona... Halikarnas Balıkçısı ile Sait Faik arası bir yerlerine bırakır ömrün, bizi İzmir...
İşte araçtayız... İnsanlar, konuşmayı severler. “Nerelisin hemşerim”le başlar ve çorap söküğü gibi gelir, gerisi... Sonra, kısa sürede, bir bakmışsınız ki, canciğer olmuş, insanlar... Daha karmaşık biçimlerinde, “o, elindeki çantadaki, flüt mü?” diye başlar dallanıp budaklanacak sohbet... Bu açılış, bir de, emekli korno profesörüyle oluyorsa, değme keyfine... Orada bir tek korno eksiktir... Çantadakinin, fotoğraf makinesinin üçayağı olması da ayrı konu...
İşte, önümde, ellili yaşlarda bir hanım... Yanında yirmili yaşlarda bir oğlan... Arkada, bir Afrikalı... Kadınla oğlan, sohbete girişiyor; duyuyor musunuz?
K: Bavulu koymamda yardımcı olduğun için teşekkür ederim. Ankaralı mısın sen oğlum?
O: Evet teyze...
K: Neresinden?
O: Çankaya...
K: Aaa, ne güzel... Ben de Etimesgut’ta oturuyorum...
O: Ankaralı mısınız?
K: Hayır, Üsküdarlı’yız. Eşimin görevi için Etimesgut’tayız. Lojmanda kalıyoruz.
O: İstanbul’a akraba ziyaretine mi geldiniz?
K: Sayılır. Biz Fıstıkağaçlı’yız... Biliyor musun Fıstıkağacı’nı?
O: Yok... Eşiniz asker mi?
K: Onun gibi birşey... Özel görev... Denizcilikle ilgili özel bir görev...
O: Öyle mi? Ben de gemiciyim...
K: Yaaa. Kaptan mısın?
O: Yok, kaptan olmak için üniversite mezunu olmak gerekiyor. Ben lise mezunuyum. Güverteden sorumluyum.
K: Olsun, sağlık olsun... Sen ne yapıyordun İstanbul’da? Limanla ilgili bir iş mi vardı?
O: Evet, Tuzla’da tamamlamamız gereken belgeler vardı, onları hazırladım...
K: Nasıl, memnun musun?
O: Çok memnunum. İyi para var bir kere... Neredeyse gezmediğimiz yer kalmadı... Bir tek Latin Amerika kaldı görmediğim, onu da umarım göreceğim ileride...
K: Görürsün elbette... Daha gençsin... Güverte yaşamı zor olmuyor mu?
O: Yo, hiç de değil. Tersine, çok konforlu... Benim çalıştığım gemi, 5 yıllık... İçindeki lüks, Hilton’da yoktur diyebilirim... Bizim işimiz bittikten sonra, kamaramızda, yatağımız, uydu kanallarımız, bilgisayar oyunlarımız var... Beklenmedik sarsıntılarda düşmemek için, kendimize kelepçe takarız; bedeni saran bir kelepçedir bu... Uyuruz; böylece etkilemez bizi sarsıntılar...
K: Ne güzel... Benim de oğlum var, senin yaşında... Gemici olmak istemişti, ben izin vermedim... Ana yüreği dayanmaz öyle... Ya başına birşey gelirse...
O: Keşke izin verseymişsiniz... Hiçbirşey olmuyor... Benim annem de ilk başta karşı çıktı... Karşısına oturdum, dedim ki: “Anne, sen benim büyüğümsün. Sana karşı gelemem. Beni dünyaya sen getirdin, bana sen baktın. Sen olmasan dünyaya gelemezdim. Ama beni anlamaya çalış, geleceğimi kurtarmak için gemici olmak zorundayım. Bak, aylardır bir türlü iş bulamadım. Gemide işim garanti...” İkna etmesi zor oldu; ama şimdi o da memnun. “Oğlum, aç açık kalmadı” diyor...
K: Öyle mi... Oğlum, “Japonya’ya gideceğim” diye tutturmuştu, ona da izin vermemiştim...
O: (saçını başını yolmak üzereyken) Keşke izin verseydiniz...
(...)
Onlar sohbet ederken; Afrikalı, hafif bir kaygıyla camdan yollara baktıktan sonra, saati soruyor bana ve bir de, doğru yolda olup olmadığımızı... Başka günlerde ve başka ülkelerde, sohbetin “nerelisin hemşerim” açılışı dışında, “saatin var mı?” ya da “ateşin var mı?” gibi çeşitlemeleriyle sık sık karşılaşıyoruz... Afrikalı, “nerelisin hemşerim” diye açacak değil ya, onu biz yapardık... Koyulaşıyor kısa sürede, sohbetimiz... Bir, çay eksik...
- Nerelisin hemşerim? Nijerya mı?
- Yok, Burkina Faso.
- İlk kez bir Burkina Faso’luyla karşılaşıyorum. Nasıl bir yer? (Bunu derken, ‘Burkina Fasa Fiso Halk Cemahiriyesi’ türü bir espriyi hayal meyal hatırlıyorum, ama çıkaramıyorum.)
- Çok güzeldir, yeşildir, vatanımdır. Açlığına yoksulluğuna rağmen benim ülkemdir.
- Ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsun. Nerede öğrendin?
- Bir yıldır İstanbul’dayım ben abi...
- Çok iyi. Adın ne senin?
- Zaka. Ama arkadaşlar bana Zeki diyor.
- Memnun oldum Zaka. (...) Az önce İzmir’i sordun. İzmir’e niye gidiyorsun? Gezmeye mi?
- Evet, gezmeye. Belki adalara gideriz...
- Ne güzel... Çok güzel yerler orası... İzmir’e de çok yakın... O oh, tadını çıkarırsın. İstanbul’un koşuşturmasından sonra ilaç gibi gelir...
- (Yüzünde tarif edemeyeceğim bir ifade ile) Evet, “çok güzel” diyorlar, ben de merak ettim.
- Çocuğun var mı?
- Beş tane. Üç oğlan, iki kız...
- Onlar da burada mı?
- Yok, Ouagadougou’da (‘Ugadugu’).
- O nerede? Burkina Faso’da mı?
- Evet, başkent.
- Hiç özlemiyor musun çocuklarını?
- Özlemez olur muyum abi... Onlara bakabilmek için geldim Türkiye’ye. Memlekette işim gücüm olsa, çocuklarımın karnını doyurabilsem, gelir miyim sanıyorsun...
- Anladım... Bizimkiler de o nedenle Avrupa’ya göçmüştü...
- Evet, işte ben de Avrupa’da iş bulursam, çocukları yanıma aldıracağım...
- Ne güzel olur. Böyle güzel bir aileniz olur... Büyürler, babalarına teşekkür ederler. Babaları yaşlanır, ona bakarlar...
- (Yüzündeki ifadenin değiştiğini, hüznün egemen olduğunu görerek) İyi misin?
- İyiyim abi, biraz yorgunum da... Az uyudum...
Otobüsün kalkış noktasına vardık. Zaka, bir başka firmanın otobüsüne bindi gitti. Diğerleri, zaten Ankara’ya gidiyordu... Zaka, yüzünde tarifsiz bir ifade ile bana veda ederken, birşeylerin ters gittiğini düşünmeye başlamıştım. Ya da herşey yolundaydı da, bana öyle geliyordu. Belki o, ileride, Osmanlı döneminin bugün Ege’de yaşayan eski köleleri gibi, vatandaş olacak; işlerini yoluna koyup çocuklarını buraya getirecekti. Mutlu son... ‘Amerikan rüyası’ gibi bir ‘Türk rüyası’... Otobüse bindim, yorgunluktan hemen uyumuşum...
Uyandığımda, İzmir’e girmek üzereydik... Dostuyla, havasıyla, yemeğiyle, deniziyle güzel bir gün geçirdik... Bir sonraki gün, Aydın’a geçtik. Necile halamla Gönül halamın ellerini öptük. Daha bir yaşına basmamış yeğenimle keyif çattık... Herşey ne güzeldi, hayat ne güzeldi. Ege’nin ayrı bir havası vardı, insanın ruhsal akciğerlerindeki zifti çekip çıkaran... Didim’e gittik oradan... Bir Yeşilçam filminde gibiydik sanki, “deniz ve mehtap”ı tören müziği gibi yaygın kılan... Bu kıyılardan, ne korsanlar geçmiş ne kaptanlar... Ne korsan hikayeleri var, filmleri de var... Enkaz öyküleri, ‘Pi’nin Yaşamı’ gibi, ‘Titanik’ gibi... Çaka Bey, bu kıyılardan çıkmış ve daha niceleri... İşte şimdi, kahvede, haberleri izliyoruz:
“Bir teknede kaçak yollarla Yunanistan’a geçmeye çalışan 25 Burkina Fasolu, teknenin batması sonucu boğuldu. Türk kaptan dışında kimsenin kurtulamadığı kazada, cesetleri bulma çalışmaları sürüyor.”
Çok yakın bir arkadaşımı yitirmiş gibi yıkıldım. Kahvedeki bir gencin “yine telef olmuş zenciler” dediğini hatırlıyorum, ama ondan sonrası silinmiş hafızamda. Ağzını burnunu kırmışım, zor kurtarmış kendini elimden, kahveciye göre. Bir daha da kahveye uğramamış... Asıl o telef olmuş demek ki... Hayvanlara denir o, hayvanlara...
Biz sana büyük bir özür borçluyuz Zaka. Biz Yeşilçam filmlerinde yaşayan insanlar olarak... Çocukları için bir teknede kaçak olarak açılmayı göze alan bir insandan daha iyi bir baba var mıdır?! Seni küreselleşme, seni bu rekabet kültürü, seni bu piyasanın o görünmez eli gömdü sulara. Öyle sömürmüşüz ki biz beyazlar senin herşeye rağmen öve öve bitiremediğin vatanını; belini doğrultamıyor Burkina Faso hâlâ ve kıramıyor zincirlerini baştan aşağıya(,) kara kıta Afrika...
Zaka! Bedenin belki Yunanistan kara sularında bulunacak. O zaman, diyeceğiz ki, “Zaka ne yaptı ne etti, ulaştı amacına”. Ama Türkiye kara sularında bulunsa bedenin, daha iyi... Çünkü o zaman, ben senin için bir veda töreni yapacağım İzmir’de. Tüm denizcileri çağıracağım, kaptanları, modern zaman korsanlarını, balıkçıları... Sahil Güvenlik’i de çağıracağım. Hepsini hepsini çağıracağım. Seni Burkina Faso’ya yollamadan önce, saygı duruşunda bulunmaları için... Senin başına gelenlerin, ileride arkadaşlarının başına gelmemesi için... Ve herkesin kendi vatanında, sevdiklerinden ayrı kalmadan, huzur, refah ve mutluluk içinde yaşayabilmesi için... Yaşayabilmesi için Zaka, yaşayabilmen için... Bir başlangıç olacak yeni bir dünya için, senin ölüm törenin...
Alsancak, 16 Mart 2013
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.