Hoş Geldin Bebek
Bilinmedik bir hikaye değil bu: yeni hiç değil! Yarım asrı aşkın bir zamandır yaşamakta olduğum bir hikaye...
Anlatacağım bu hikayelerle doğdum; bu hikayelerle yaşadım. Korkarım, bu hikayeler çoğalacak ve onlardan kurtulmadan öleceğim.
Sizi duyar gibiyim! "Ağzındaki baklayı çıkar! Dök ortaya!" diyen dillerinizin ağzınızdaki çürük dişlerde sabırsızca gezindiğini görür gibiyim. O dişlere iyi bakın ve fazla da sıkmayın, derim. Bildiğiniz üzere; çoook pahallı diş yaptırmak. Diş olmadan da biraz zor yaşanır, değil mi?
Neyse! Şimdi ağzımda gevelediğim baklaya gelelim; henüz ağzımda filizlenmeden, kök salmadan ciğerlerime ve dolanmadan kollarıyla kalbimin tıkanmak üzere olan damarlarına; anlatayım:
Efendim, bu sabah, bir bebeğin dünyaya geldiğini duydum. Beklenen bir bebekti bu. Güne bu haberle başlamak, beni çok mutlu etti. Günümü daha da aydınlık kıldı.
Evet, mutlu oldum, bir kadın, bir anne, bir babaanne, bir kardeş, bir hala, bir teyze, bir insan olarak. Bu haber hala umutların, güzelliklerin bitmediğini müjdeliyordu çünkü. Hayatın yaşanılası olduğunu anlatıyordu… Yeni bir ışık saçan bebeği bu ara görme imkanım olmasa da (sadece fotoğrafını gördüm) öyle çok kucaklamak, kokusunu solumak ve mışıl mışıl uyuyan hallerini izlemek isterdim ki...
O bebek iki kardeşiyle,musmutlu bir ortamda, evde büyüyecek. Bundan hiç kuşkum yok. İyi ki…
Peki ya o musmutlu ol(a)mayanlar? Şu an, yazarken ben bu satırları, o aç olanlar; evsiz ve kimsesiz olanlar… Onlara ne olacak? Onları kimler mutlu edecek? Onların varlığı dahi bilinmezken ve kimse umursamazken…
Paramparça yüreğim kıtalara bölünmüş adeta. Bir yanım Afrika, Ortadoğu, Asya vesaire. Bir yanım da kuzeyin cennet parçasında vicdan kavgası içinde...
Şu dünyanın dengesizliği; sermayenin haksız dağılımı; küresel iklimin getirdikleri ve getirecekleri vesaireleri saymakla bitmez. İnsanın bütün bu olup bitenler karşısında, sadece seyirci kalıyor olması... Her şey yolundaymış gibi davranmakta siz de zorlanmıyor musunuz? Yoksa aynı azabı mı paylaşıyoruz?
Düşünüyorum da; benim kuşağım olan 60-lar, çoğu kez, yüz yıl dahi yaşayabileceğimizi düşünmüşüzdür. Lakin, bu hala mümkün bizim için. Peki ya çocuklarımız? Torunlarımız? Onlar da bizim gibi çocuklarını, torunlarını görme, yaşama mutluluğuna tanık olabilecekler mi? Bundan emin miyiz?
Bu korkunç bir düşünce! Biliyorum. Fakat inanın, yarının ne olacağından artık hiç emin değilim.
Besbelli ki bundan böyle; insanların hedefi, yüz yaşına kadar yaşamak olmayacak. Elli yılı hedef olarak görecekler belki. O da belki...
Canınızı mı sıktım? Aman affedin, efendin beni!
Fakat ben her şeye rağmen, yarına olan umuda; gelen bebeğin gözlerindeki ışıltıya inanmak ve yarınlarına umutla bakmak istiyorum. Gün boyu yüzümde tebessüme neden olan bebeğe; "Hoş geldin bebek! Mutlu ol. Mutlu büyü. Bize de, azıcık mutluluk yaşat ışığınla, emi?" demek istiyorum.
Ve hiçbir şey anlatamadan gidiyorum...
Not: fotoğraf kendi eserim. :)
Heidi Korkmaz 18/6-22 Sthlm
YORUMLAR
duyumsamak
duyumsatmak da
hangi yönde saklı ise yüreğin bakışı
ve de mukadderat
her anlamda dolu dolu bir yazı idi
yüreğinize sağlık
Alah hayır etsin sonumuzu
selam sevgimle dost kalem
Tüya
Hep var olun sıcak yüreğinizle.
Selam ve sevgi ile.
Hani şöyle bir mevzu var ya ...
Filozofik yaşamın sırrı aslında tam olarak böyle bir şey.
Nietzsche 4 yaşındayken babası öldü.
Wagner ile çok samimiyken, araları açıldı ve iki düşmana dönüştüler. (Bknz. Wagner Olayı kitabı)
Prusya savaşına girip savaş travması ile karşılaştı.
Lou salome yi çok sevmesine rağmen onun tarafından reddedildi.
Bu olayları tek başına atlatan Nietzsche, hiçbir şekilde aşırı tepkiler vermedi.
Ancak bir atın kırbaçlandığını gördüğünde çıldırdı ve yatağa mahkum bir insan haline geldi. Yani kendi acıları onun için bir anlam ifade etmezken, bir başkasının acısı onun hislerini harekete geçirmiş ve onu üst insana evirmişti.
Bir başkasının acısını düşünmek, hissetmek, ve bunu felsefe haline getirmek çok insana nasip olmuyor.
Belki de bu yüzden felsefe yalnızca toplumun belirli bir kesimiyle sınırlı kalmalı. Yoksa dünya acı çeken insanların gezegeni olurdu. Şuan da öyle belki ama kimse acı çektiğinin bilincinde değil.
Tüya
Sanırım insan olarak en bütük zafımız; etrafımızda olup bitenlere karşı, bize dokunmadığı sürece, kayıtsız kalmamızdır. Bu, kanımca büyük bir tehlikedir. Hem insanlığımız hem de üzerinde yaşadığımız evren için... Nietzsche'nin atın acısını kendi acısı yapması ne kadar anlaşılır oysa...
Evet, "dünya acı " çekmemeli ve fakat ,seyirci de kalınmamalı süregiden kötülükler karşısında...
Kaleminizin ucu ve ufkunuz her daim açık olsun...
Çok saygı ve selamım ile.
O kadar haklı bir yazı ki.
Artık plan program yapmak mümkün değil. Spontane yaşıyorum ben bu günlerde . Çünkü değil iki üç yıl sonrası yarın İçin bile fikrim yok ne yapmam gerektiği ile ilgili. Çok değişken tüm faktörler ve hızlı bir değişim söz konusu. Bakış açımızı değiştirmek gerektiği kesin ama hangi taraftan … insanlığımızı anımsayabilmek ve aciz bir kul olduğumuz bilincinde ilerlersek her birimiz belki çevremizde gördüğümüz ruhsuz insan topluluklarından uzak olan insan olarak yaşayabilme şerefine nail oluruz. Aksi durumu düşünmek istemiyorum hiç…
Yüreğinize sağlık
Sevgiler
Tüya
Çok teşekkür ederim, selam ile.