- 1070 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
DOLUNAY CELLATLARI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
DOLUNAY CELLATLARI
Ocağın üstünde fokurdayan çaydanlık gecenin sessizliğine, tatsızlığına, soğukluğuna karşı birebirdi. Çaydanlık yerinde duramaz hale gelince uzun boylu bekçi ayağa kalktı, tek gözlü ocağın altını kıstı, bardaklara sıcak su tutup hazır etti. Gün doğana dek aydınlatma direğinden kulübeye dolan beyaz ışığı bastırmaya çalışan karanlığın gölgesinde bir karartı bir kıpırtı aradı, hiçbir zaman bulamamıştı yine öyle oldu. Fabrikanın büyük demir kapısı varlığını kanıtlarcasına ona bakıyordu. Üzerindeki tabelanın ilk iki harfi silinmeye yüz tutmuş arkadaşı gibi ‘’kel’’ kalmıştı.
Kel olan bekçi kollarını birbirine kavuşturmuş, uykuyla uyanıklık arasında, rüya ile rüyasızlık arasında yalpalıyordu. Şimdi evdekiler kim bilir kaçıncı uykusunu uyuyordu, hasta annesine karısı hiç bakmış mıdır, tuvalete götürmüş müdür, düşünmüyordu. Her gece olduğu gibi bu gece de derdi güneşe kavuşabilmekti. Sonra eve gidip yüzünde çıkacak yastık izlerinin belirsizliğinde kaybolmak, ikindiye kadar uyumak istiyordu. Bu kayboluşların çok faydasını görürdü. Mesela karısının ağzından adagio temposunda çıkan kelimelerin ailevi bir sorunsala zemin yaratmasının ardından allegroya kaymasını kafası kaldırmıyordu. Hele karmaşaya çocukların ve hasta annesinin de katılmasıyla ortaya çıkan oratoryoyu kafası hiç kaldırmıyordu. İşte, bu durumlarda uyuyordu. Oğlanın pabuçları yırtılmış, kıza beden dersi için eşofman lazımmış, musluk su damlatıyormuş. Bir sürü uydurma dertleri, huzur bozan sebepleri, asabını bozan halleri yastık yapıp uyuyordu.
-Çay oldu Yakup abi. Buyur!
Dolu bardağı, kenarları kırmızı çay tabağıyla birlikte masaya bıraktı Necati. Yakup’un doğduğundan beri yas ilan edilmişçesine yarıya inmiş göz kapakları ve suratına cuk diye oturmuş hımbıllık ifadesi içten içe güldürürdü Necati’yi. Yakup, ellerini gözlerine götürdü, ovaladı, sonra kel kafasında gezdirdi. Ayağa kalkıp gerindi, dışarı baktı. Üstüne bir beden bol gelen montun içinde kaybolan vücudundan kendini dışarı koyvermiş kocaman kellesiyle ahtapotu andırıyordu. Ahtapot kollarıyla çayı kavradı, höpürdeterek derin bir yudum aldı. Çay yarıya indi.
-Sağ olasın Necati, eline sağlık.
Necati’nin, kemerli burnunun iki yanına teğellenmiş düğme gözleri uykunun etkisiyle daha da küçülmüş gibiydi. Ellerini ovuşturarak çayından bir iki yudum aldı. Dışarıya göz gezdirdi, etrafta hafif bir sis dalgalanıyordu. Bu gece serindi. Bu gece dolunay vardı. Montun içindeki sıcaklığı hissedebilmek için ceplerine koyduğu elleriyle oylumunu küçülttü. Hayatındaki en büyük boşluğu gönlünü vereceği bir güzelle dolduramamıştı. Başından bir iki nişan geçmişti ancak olmamıştı, bekarlıktan bir türlü kurtulamamıştı, illet gibi yakasına yapışmıştı yalnızlık. Anasına kız beğendirmek zordu. İçine attığı dertleri seneler geçtikçe boynunu eğiyordu, saçlarını döküyordu; karnına ağrılar, rüyalarına türlü türlü kızlar giriyordu. Evden çıkmadan üstüne boca ettiği parfümler, saçlarına sürdüğü briyantinler, ayaklarına çektiği ruganlar kar etmiyordu. Gönlünde bir kıvılcım oluşacak kızlar da annesinin suratsızlığından, dilinin ayarsızlığından, dizginlenemeyecek huysuzluğundan Necati’ye burun kıvırırlardı. Annesine yarım ağızla söylediklerini bire bin katarak Yakup abisine anlatırdı. Yakup bol bol kafa sallar, bol bol da ‘’Kafana takma.’’ derdi. Necati de bol keseden atardı. İçindeki coşkunluk, düşüncelerindeki hararet kulübeye sığmaz olunca dışarı çıkıp bir sigara yakardı. Geceler uzundu nasılsa, beklemekten başka işleri yoktu.
Necati elindeki sigaraya abanmış dertli dertli bir ezgi mırıldanıyordu. Yakup su dökmeye çıkmıştı, yamuk yantalak yürüyerek kulübenin arkasındaki çamlıklara doğru seyirtti. İşini hallettikten sonra Necati’nin yanına gelip bir sigara istedi. Oldukları yerde küçük adımlarla hareket ederek güya ısınmaya çalışıyorlardı. Yakup emer gibi sigarayı içine çekti. İlk nefes onu mutlu etmişti. Beraber dolunaya baktılar. Yüz metre ötede sürgülü demir kapının hemen yanında kulübeden son bekçi çıktı. Garip, onları baştan aşağı süzdü, her gece gördüğü adamlardı bunlar. Onları selamlarcasına birkaç kez havladı. Zincir boşluğunda gidip geldi, telaşlı gibiydi, kafasını havaya kaldırıp birkaç kez daha havladı. Yakup, tospik vücudunu taşımakta acele etmeden yavaşça Garip’in yanına gidip onun atılmasını bekledi. Garip, gecenin köründe uyanık birini bulmanın heyecanıyla oyunlara başladı, ince ince hırladı, kafasını sallayarak uludu.
Ellerini çırparak Necati’nin yanına doğru gelirken Yakup:
-Alem bizim Garip. Off, yordu beni kerata. Dolunaya baksana ne muazzam duruyor değil mi?
-Evet abi müthiş duruyor. Allah neler yaratmış da biz kafamızı kaldırıp güzellikleri göremiyoz. Ekmek kavgası, hayat koşuşturmacası derken gözlerimiz örümcek ağı bağlıyor da farkından değiliz? Haksız mıyım abi, de bana?
İkisi de içeri girip elektrikli sobanın yanına büzüldü. Necati ellerini ısıttıktan sonra çayları doldurmaya kalktı. Garip, uzaklarda bir yerlere tek tük havlıyordu. Arada uluyordu sanki. Yakup, ellerini altına alıp:
-Doğru diyorsun, bugün yine filozofluğun üstünde. Var mı sende bir gelişme, annenle konuşmuyor musun hala?
-Şeytan görsün yüzünü! Dua etsin de babam yok. Yoksa çeker kapıyı giderdim. Yalnız kalsın da istemiyom. Anam falan ama köyde konuşulduğu kadar var, huysuzun önde gideni. Ya bu gidişle var ya Yakup ağabeycim evlenemeden bu saçları sen gibi dökücem aha bak gör.
-Hayırlısı diyelim Necati, kafana takma çok.
Necati, kafasını umursamazca sallayıp masanın üstündeki gazeteye baktı. Birkaç iri yazıyı okudu. Birkaç yarı çıplak mankene baktı, içi bir hoş oldu. Annesine yine kızacak gibi olduysa da aklına çocukluktan kalma efsaneler geldi. Hınzırca gülerek:
-Şimdi dolunay var ya Yakup ağabeycim, bizim Garip de böyle bilmem nerelere ulur durur. Ne dersin kurt adama dönüşmesin şimdi?
Necati’nin gevrek gevrek sırıtması Yakup’u rahatsız etmişti. Aradan geçen birkaç soğuk saniyenin mazisi vardı. Hem de çok derinlerde, ay kadar gizemliydi.
-Kurtlar, dedi yarım ağızla. Kurtlar pis cellatlardır.
Bunu söylerken gözkapakları yarıdan daha aşağı sarkmış gibi titredi, gözlerini sakladı. Kafasında saman yığınları belirdi. Koyunlar, kuzular, benekli inekler ahırın karanlığında büyük bir homurtuydular. Pencere oyuğundan samanlıklara dolan ay ışığı bir izdi eskilerden ve korkulardan kalan. Hele en diplerde uluyan bir kurdun dolunaya bakınca çürümüş, fosilleşmiş kemiklerinden doğmasıydı gözkapaklarını titreten. Bacaklarından süzülen sıcaklığın çocuksu gözyaşlarına bulanmasıydı. Hayvanların huzursuzluklarını kendi heyecanıyla birleştirebilmenin, bencillik yapıp onların yem olmasını beklemenin çatışmasıydı bu gece ve her dolunaylı gece. Cellat dişleri yakından görünce bir çocuk nasıl korkarsa öyle korkmuştu. Tezek kokulu bir umutla taze et kokulu bir ölümü beklemenin yol ayrımındaydı. Birileri, bu beladan haberdar olmalıydı. Birileri, bu belayı başından savmalıydı. Boz başlılardan iri olanı çevirmelik kara kuzunun bir çırpıda nefesini kesti. Cellat dişleriyle midesini boşalttı, homurdana homurdana kan içiyordu, et yiyordu. Samanlıklara gözlerini yumup bu vahşetin sonlanmasını bekliyordu çocuk Yakup. Henüz taze olan beynine vahşetin resimleri ay ışığı netliğinde belleğine indiriliyordu. Ahıra iki üç cellat daha dadandı, müthiş bir curcuna sonu belirsiz bir gerilimle devam ediyordu. Yeni kurbanlar bismillahsız boğazlanıp içleri deşiliyordu. Tiz bir sesle ismini duyduğunu sandı, can çekişen kuzular yoksa yardım mı istiyordu? Samanlıkta katil nefesler soluyordu, sırası gelen devinimini kaybedip ruhunu üfürüyordu. Şimdi, sıra ona mı gelmişti?
Ay ışığının kesildiği anda uzaklardan gelen bir havlama sesi kurtları telaşa düşürdü, yemek bitmeden sofradan kalktılar. Ahırın yanına büyük bir çoban köpeği gelmiş korkusuzca cellatlara kafa tutuyordu. Bıçak gibi havlıyordu, köpüklü salyalar saçıyordu. Okkalı bir küfür salladıktan sonra kurtlardan ensesi cılız olana saldırdı. Ölümüne sıktı boğazını, sağa sola paspas gibi salladı. Diğerleri birkaç kez köpeği ısırmaya teşebbüs etti nafile. Çocuk Yakup canı gönülden köpeği destekledi, kahvede maç izler gibi soluğu kesildi. Annesinin tembeli, babasının hımbılı, arkadaşlarının uykulusu Yakup’un ismi telaşlı dillerde, cismi korkulu gözlerde, varlığı köyde yankılandı. Köpek ikinci kurdun da dişlerini eline döktükten sonra kalabalığın sesi yaklaştı yine de çocuk Yakup samanlıklardan kaçamadı. Tekrar tekrar yankılandı, tekrar tekrar…
-Yakup abi, hayırdır daldın gittin nerelere? Çocukken anlatırdık birbirimizi korkutmak için kurt adam falan. Hatta Süheyla teyzenin Sülo’yu korkutmak için neler yapmıştık bir görsen. Kurt adam fasa fiso da işin aslı bu dolunayda varmış bir şeyler. Benim Zühtü dedem çok bilirdi böyle efsunlu şeyleri, kafa yorar dururdu hep. Bana derdi ki evladım, ay büsbütün olunca doğaya dikkat et, değişiklikleri gözle. Mesela derdi ki hayvanlar kızışır, azgınlaşırmış. Yeme, parçalama isteği artarmış. İnsanlar öfkelenir, birbirini daha kolay öldürürlermiş. Rüyaları bile etkilermiş bu dolunay. Bilmem ne kadar doğru.
Yakup, artık çocuk Yakup değildi, ama kişiliğinin herhangi bir yapıtaşında fosilleşmiş bu vahşeti hatırlardı. Ama kimseye anlatmazdı. Yaşadıklarını kendine saklar, yarıya inmiş gözkapaklarının ardında, saman yığınlarının altında, kendi dolunayında yaşardı.
-Doğruluğunu bilmem ama korkular en karanlık rüyalardır. Ben biraz kestircem Necati, bir saat sonra kaldırırsın.
-Tamam abi, sen uyu sonra da biraz ben uyuyayım. Sabaha az kaldı zaten.
Fabrikanın tepesinde bulutlar kümeleniyordu, etrafa hafif bir esinti yayılmış, sis dağılmıştı. Her gün yüzlerce işçinin ekmek parası kazanmaya geldiği fabrikanın ağaçlı yolu sanki sessizce bir şeyleri bekliyordu. Ağaçlar suskun, toprak yol yolcusuzdu. Binanın bulutsuz köşesinde bir karaltı banlıyordu. Gece, uykuluydu, rüya doluydu; rüyalardan kabus, uykulardan en ağır ve uzun olanıydı.
Yakup, derin bir uykunun üzerine yığılmış, üstüne geçmişi çekmiş uyuyordu. Necati, göz ucuyla gazetedeki mankenlere bakıp türlü hayallere dalıyor; Garip’in türlü havlamalarıyla işlediği günahtan uyanıyordu. Şeytanın vesveselerine daha fazla dayanamayacağını anlayınca dışarı çıkıp bir sigara yaktı. Isınmak için biraz yürüdü, toprak yoldan fabrikanın arkasını dolandı. Ayakları onu bilinmezliğe doru götürüyordu haberi yoktu. Karanlıkta içine dolan ürpermelerin sebebini soğuktan biliyordu oysa yanılıyordu. Uzaklardan kulağına dolan kıpırtılar içini bir hoş etti. Duvarın alçak yerinin biraz ötesindeki hareketlilik artık bütün uykusunu almış kaçırmıştı. Şimdi belindeki tabancaya elini koymuş tetikte bekliyordu. Tabanlarından saçlarına kadar heyecan kesilmiş, içinde bir yerlerde olması gereken cesaret kıvılcımlarını çakıp önünü görmesi gerekiyordu. Etrafı tam seçemediği için birkaç metre ötede sıklaşan solukların ilkini tecrübe etti. Bu tecrübe ağzından tek nefeste ve birbirine sarılarak çıkan kelimelere atfedilmiş bir görevdi: Kim var orada?
Elbet, birileri vardı ve buna kendince cevap vereceklerdi. Ve cevap gecikmemişti. Necati’nin üstüne atılan dört ayaklı karanlık onu yere yıktı. Birkaç soluk, paçalarını çekiştirdi, birkaçı montunu delicesine parçaladı. Etine ilk diş saplandığında ‘’anaaaammm!’’ diye bağırmıştı. Küs olduğunu bile bile aklına ilk gelen annesi olmuştu. Yoksa bedduaları mı tutmuştu anasının, ana sözünü dinlemeyince böyle mi oluyordu? Necati, elini silaha götürdüğünde suratını parçalayan dişlerin arasından yayılan ölüm kokusunu iliklerine kadar kokladı. Vücudunu toprağa mıhlayan cellatları üzerinden silkelemeye çalışsa da başarılı olamadı. Üzerindeki monttan çıkan parçalar havada uçuştu, ayakkabısın teki çıkarılmış, bir ayağı çoktan kemirilmeye başlanmıştı. Ağzından çıkan boğuk sesleri kimse duymazdı. Yaprakların arasından, parlak kan dolu gözler arasından süzülen ay ışığına o uğursuz beyazlığa bakıp dua etti. Elini tekrar silahına götürmeye çalıştı, üstünde kaynaşan kurtların homurtuları gittikçe artarken tükenen soluğu silahı kavrayınca duruldu. Tek bir el ateşle sol koluna dadanmış karanlık katili vurdu. Diğerleri telaşla kaçıştılar, üzerinde bir teki bile kalmamış hepsi de mesafeyi koruyarak avlarına bakıyordu. Necati, silahını bir kez daha ateşlediğinde her şey karanlığa karışmıştı.
Yakup, uykusundan uyanır gibi oldu. Uykulu gözlerle saatine baktı Necati’nin uyandırmasına daha yarım saat vardı. Necati, baygın bir halde gazetedeki mankenler gibi yarı çıplak bir halde, ay ışığında parçalanmış yatıyordu. Canı çok yanıyordu, bütün vücudu sızlıyor, vücudunda bazı eksiklikler hissediyordu. Dörtnala atıyordu kalbi. Kalkmaya çalıştıysa da o gücü kendinde bulamamıştı, kan uykusu ağır basıyordu. Bacaklarına batan iğnelere, karnından süzülen kanlara, sol elinde olmayan parmaklara ve artık hiçbir kızın dönüp de bakmaya tenezzül etmeyeceği suratıyla bir kadavra canlanıyordu. Göğsünde sıklaşan nefesi iyice ritmini bozmuştu. Ağır hareketlerle ağaçlara tutuna tutuna kulübeye gidiyordu Necati. Arkasındaki hırıltılara aldırmadan kaderini eze eze gidiyordu. Fabrikanın önüne çıktığında Garip’in deli gibi havlamaları içini biraz olsun rahatlatmıştı. Yere düşe kalka vücudundan akan kanlarla toprağı sulaya sulaya kulübeye vardı.
Necati, kapıyı açmak için kolu buldu ve üzerine yığıldı, kapı tüm kadersizliğiyle açıldı. Ağzından çıkan yarım yamalak sesler ve hırıltılar kulübede yankılanınca Yakup gözlerini açtı. Kafasını kapıya çevirdi ve gözlerinde hala izleri olan uykusundan önceki kabusu hatırlar gibi korktu, içini bir telaş sardı. Kapıda duran kadavrayı tanıyamadı ve silahına davrandı. Kadavra yere yıkıldığında ağaçların arkasından bir kurt ona bakıp geçmişi hatırlatırcasına dolunaya karşı uludu.
28.06.15
YORUMLAR
Çok lezzetli bir diliniz var. Hasan Ali Toptaş'ın anlatımındaki tadı buldum yazınızda. Günün seçkisi olmayı fazlasıyla hak eden bir yazı olmuş. Tebrikler :)
hasan satırcı
Bolca Tasvir, imge kullanılmış. Bir ara, bunca imgenin yorduğunu bile düşündüm. Sanki yazar hikayesini anlatmak için değil, her şeyi bir imgenin içinde var etmek için çabalamış.
Fakat, anlatmak istediklerini çok iyi hissettirmiş yazar. Kahramanları, içinde bulundukları durumu gayet güzel aktarmış okura. Öyküyü bitirdikten sonra, kurtlarla alakalı yaptığı flashback fazla mı diye düşündüm. Sonra, okuru uztaca bilgilendirmek açısından gerekli olduğuna hükmettim. Öyle ya, kentli okuru hazırlamak iyi fikir.Kendisi kentte olmasına rağmen, köyde oluşmuş kişiliği iyi vurgulamış.
Adagio, allegro yoluyla aktardığı duygular öykünün en zayıf karnıydı. İnandırıcılığını öykünün, zayıflattı.
Güzel bir öyküydü okuduğum.
Hoş geldiniz Deftere Hasan Bey.
Sağlıcakla,