- 847 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BEYOĞLUN'DA SUZAN'I BEKLERKEN
BEYOĞLU’NDA SUZAN’I BEKLEMEK
Meze tepsisine bir göz atıp hasret kaldığım Arnavut ciğerine bakışlarım değdiğinde "Kel " , komiye ;
"Hemen sıcak bir Arnavut hazırlat , soğanı bol olsun" diye bakışları ile ilk emrini vermişti bile. Masamın üzerine sevdiğim ne varsa yağıyordu. Ufak tabaklar yer bulamamanın telaşı ile götlerini oynatarak kendilerine küçük yerler açıyorlardı. Ben torpil yapıp , beyaz Edirne peyniri ile Topatan kavununu en yakına çekmiştim. Lakerdanın hası torikten, en güzeli de Rus Yorik’ten gelirdi.
"Koş len Yorik’e , 200 gr kuyruğa yakın yerinden lakerda kestir, yağ koymasın abime soğuk sızma Ayvalık yağı döküverem"
Balığı söylemek için erkendi daha . Suzan gelince fener balığından tereyağında güzel bir güveç yaptırır , rakının dibine dibine vururuz hayali vardı içimde . Dört yıldır hasrettim ona . Buradan doğruca bekar evime gitmeliydik. Yoksa patlayacaktı hayalarım. Hem eminim o da beni çok özlemiştir diye düşünüyordum.
"Fener ayırmayı unutmayın sakın. Hatta şimdiden zeytin yağı ve sarımsak la marine etmeye başlasınlar."
Dün onunla dört yıldan beri ilk defa şöyle rahat bir telefon konuşması yapabilmiştim . Kısıtlama , dinlenme olmadan rahatça. Biraz sesi tedirgin gibi gelmişti ama kız haklıydı. Karşısında;
"Ben tahliye oldum, hadi buluşalım " diyen biri , kimi olsa böyle heyecanlandırır.
Dördüncü Levent’te , tam merkezde güzel bir bürom vardı. Babamdan kalma eski bir apartmanın birinci katında Baba mesleği, cam giydirme işi yapardım . Hani her yeri cam kaplı büyük gökdelenler, binalar görürsünüz ya işte onların pek çoğunda benim ve ekibimin emeği vardır. Tabi ki kazancım da oldukça iyiydi. Ah be baba, nereden buldun şu lanet kanser hastalığını?
Başına gelmeyen bilmez, bin ümitle hastane doktor araştırırsınız, her ilaçtan bir mucize beklersiniz ama o lanet hastalık sinsi sinsi ilerler durur. Amerika ’da akciğer nakli yapılıyor, tam başarılı demişlerdi de dostlarımız , balıklama atlamıştık hemen. Babamın ,
"Aman oğlum evi satmayın , ben bu hastalıktan kurtulamam , etmeyin gitmeyin" diye yalvarmaları, benim ve annemin bir kulağından girip öbüründen çıkıyordu adeta. İçimizdeki o kutsal sevgi bize, bizi var eden adama her fedakarlığı yapmamızı emrediyordu. Eh evi evi ucuz pahalı demeden satıp , O nu Nevyork ’ taki onkoloji hastanesinde bir ay yatırdıktan ve nakilden sonra , üstüne bir de özel uçakla geri getirmeyle bitti mi sanki? Hayır, yarım lopunu değiştirdikleri akciğer vücut tarafından kabul görmeyince bu sefer de Türkiye’nin en iyi hastanelerinde son nafile turnu başlatmış olduk. .
Evi sattığımız yeni sahibi , haklı olarak çıkmamızı isteyince , bu hengamede babam hastanede iken bir de kiralık eve taşındık anneciğimle.
Yazı işte ne yaparsak yapalım , bir yandan annem , bir yandan ben onu yaşatmak için elimizden gelen her şeyi yapmış olmamıza rağmen babamızı kurtaramadık. Koca çınar kollarımızda göçüp gitti . Tek evlat olmak , ne kadar zordur bilseniz. Başımı yaslayıp ağlayabileceğim annemim omzundan başka yer de bulamamıştım koca alem içinde.
Mecburen büronun başına geçip, işleri devam ettirmeye başlamıştım. Ne gece hayatım, ne kumarım , ne de kadınlarla para yeme huyum vardır. Sadece Cumartesi ’leri Çiçek Pasajı’na gelip, "Kime Ne " de aynı masaya oturup aynı mezeleri yer , bir de Türk Sanat Müziği ekibimle şarkı söylerim . Ekibim üç yaşlı Çingene den oluşuyor. Biri kemani , öbürü udi, üçüncüsü ise darbuka tör. Ama ne çalar darbukayı, konuşturur valla , dinlemelisiniz . Eh ben de söylerim biraz , kendimce.
Babamın ölüm acısı beni ve annemi derin bir hüzne boğmuşken , iş yaptığım bankaya memur olarak yeni bir kız girmişti. Kızın yaşı yirmi olmalıydı. Beyaz bir teni, kızıl kahve saçları vardı . Güzel ve hanım hanımcık halleri ile bir erkeği tertemiz duygularla kendine bağlayacak kadar masumdu da üstelik. Para alıp yatırır ve usul usul konuşurken beğeni dolu bakışlarını yakalardım . Ben de sanki bankaya gideceğim zaman, iki dirhem bir çekirdek olup kendimi beğendirmek istercesine suratıma dolduracağım tebessümleri bürodan çıkmadan önce aynada yeniden ödev gibi çalışırdım.
Birden demez mi;
“Ay ben sizin cam duvarlı evlerinizde asla oturmam . İnsan duvara dayansa kırılır diye korkar . Hem dışarıdan içerisi görünmez mi?”
Onu öğlen yemek arasında cam kapladığımız plazanın üst katına çıkarmış ve şaka olsun diye koşarak gelip duvara kuvvetli bir omuz atmıştım. Nasılda korkmuş ve gözlerini kapatmıştı.
“Gördün mü ? Bu camlar kırılmaz kolay kolay. Üstelik güneşi bir perde gibi tutar.”
Suzan’la arkadaşlığımız , o öğlen beraber yediğimiz mütevazi yemekle başlamıştı . Ben dünyada değildim , ayaklarım yerden kesilmiş uçuyordum.
“Oğlum, buz erimiş tazele şunu. Kavun da tam rakı kavunuymuş, Kel mi seçti bunu? Yahu kokar içe domates konur mu be , sulandırmış”
“Ta be gejmiş osun abime . İj deyişmemişsen be yau . Emret çalılım be yau “
“Sağ olun babalar. ’ Unutturamaz seni hiç bir şey’ den başlayalım mı?”
Ne güzel bir nişanımız olmuştu. Onların evinde yapmıştık . Kız tarafı muhacir olduğu için Boşnak oyunları oynanmıştı bol bol Onun da babası yoktu Yani ölmemişti ama iki kız iki oğlan , dört çocuğunu terk edip gitmişti Onlar da Suzan’ın nişanına çağırmamışlardı babayı. Suzan üç numaraydı . Ondan önceki ablası ve ağabeyi evliydiler. Annem de çok sevmişti Suzan’ı .
“Allah bana bir kız evlat nasip etti “ diye, şükür duaları ediyordu
Eskiden akordeon cu Anita ana varmış pasaj da . Onun resimleri süslüyor duvarları. Şu yalan dünyadan kimler gelip kimler geçiyor. Duvarda ki orijinal tablolara bakıyorum da , her biri hayatın dönülmez zalim kesitlerini bir konfeti demeti gibi beynimize, ruhumuza sunmakta acımaksızın. Kadınlar eskiden beri böyle güzeller miydi? Yoksa şimdikiler mi genetik, plastik takviyelerle, botoks larla daha güzel? Şu yan masada oturan kızın bacaklarına bak, sütun anasını satayım. Hadi be kızım nerede kaldın . O siyah mini eteğinle gelme sakın , alenen kıskanıyorum o zaman .
Suzan’la bu masaya kim bilir kaç kez oturmuşluğumuz vardır. O da severdi benimle içip Çingene ekibimle şarkılar mırıldanmayı. Biliyorum ekibimin gözleri onu arıyor masamda. Karşıma açtırdığım servisi ve kadehleri göstererek,”Bekliyorum gelecek “ diyebiliyorum. Hadi be kızım kuaförde falan mı takıldın acaba?
Ne kadar hasret kalmışım, şu buz gibi rakıya. Aman oğlum kızı bekle , o gelmeden masaya oturmam da pek iyi olmadı zaten. Cep telefonu neden kapalı olabilir ki? Belki de şarjı bitmiş olabilir . Evini arıyorum kimse bakmıyor telefona . İki gün önce ettiğim telefonda epey konuşmuş , burada buluşmaya karar vermiştik . Dört uzun yıl yattım içeride. Ben hapisteyken kahrından öldü anneciğim . Cenazesine bile katılamadım . Son defa yüzünü görüp mübarek yanaklarından öpemedim doyasıya. Neyse ki Suzan ilgilendi onun cenazesi ile ve eksiksiz tamamladı her görevi benim adıma.
Çok meteliksizim , bir an önce gelse de hesaplaşsa. Ne hesabı mı? Hani ben içeri girince hem iyi bir ceza , hem de yüklü bir tazminata mahkum olmuştum ya . Suzan Avukatım ve Noterle cezaevine gelip , büroyu satmak için vekalet almıştı benden . Bir kısım parayı Avukatlara, bir kısmını yaraladığım güvenlikçiye, şirketin vergi borçlarına ,kalanını da benim hesabıma yatıracaktı. Yani ben öyle bekliyorum . Çıkınca kiralık da olsa yeni bir yer açıp, eski işime devam edebileceğim bir sermaye beni bekliyor olacaktı. İyi halden biraz daha erken salıverdiler beni. Oh be Suzan’ı alıp , önce güzel bir tatil ,sonra yavaş yavaş nikah hazırlıkları, şahane bir düğün, çocuk meselesi, mutlu bir aile, cennet,cennet, cennet.
O ilk defa benim olmuştu. Çok kızmıştı bana , az da olsa gelen kanı görünce. Ama nasıl olsa nişanlı değil miydik ?
“Ah be kızım düşündüğün şeye bak , nasıl olsa karım olmayacak mısın? “ Nereden bilebilirdim ki böyle hapisler, iflaslar, ölümler olacağını.
Aynı bankada çalışan bir memur da peşindeydi Suzan’ın ... Onun telefonunu karıştırıp, attığı mesajları okuyunca kıskançlıktan gözüm dönmüştü. Ona göz dağı vermek için daha sık gider olmuştum bankaya. Bu sefer de müdür , benim her gün gelmemden rahatsız olduğunu söylemişti Suzan’a.
Bir öğle yemeği saatinde işlerimi ucu ucuna bitirmiş ama üzerimdeki tulumu değiştiremeden bankanın önünde onu beklemiştim . O memur resmimi telefonu ile çekip kıza yollamış. Altına da “Senin amele kapıda bekliyor “ yazarak. Terbiyesiz herif ,bu kız benim nişanlım ulan . Şu Suzan bir engel olmasa yapacağımı biliyorum ben.
Beraber yiyelim dediğim bir öğlen vakti , büroma davet etmiştim Suzan’ı . Sekreterimle Arassında gizli bir kıskançlık olduğunu seziyor ama toz kondurmak da istemiyordum. Aslında hiç adetim değildir telefon kurcalamak . Suzan telefonunu masanın üzerine bırakıp tuvalete gidince dayanamayıp gelen mesajlarına bakmış ve irkilmiştim . Mesajlar “Doğan Kuşum” dan geliyordu, düzinelerle. O pisliğin adı ‘Doğan’ dı. İş saatlerinde bile mesajlar atmıştı, hani iki tarafa da sünen tarafından mesajlar.
Önce bir durmuştum , kararsız ve şaşkın. Ona sormalıyım diye düşünmüştüm. Önemli olan ‘Doğan Kuşu’ nun ne demek istediğiydi. O da ne? Doğan Kuşu belki yüz belki daha fazla mesaj çekmişti. Mesajlar ‘ Canım, güzelim ‘ diye başlıyordu . Yapma be Suzan , ben seni saf ve salak bir aşkla severken , sen neler karıştırıyorsun? Ona neler söylediğimi hatırlamak bile istemiyorum.
İçeri geldiğinde , “Doğan Kuşun” aradı diyebilmiştim. Suratı asılmış ve hemen savunmaya geçmişti.
“Sen iş yeri arkadaşlığı nedir bilmez misin? Her kese kötü niyetli olarak bakmaya alışmışsın. O benim günde sekiz saat beraber oturup çalıştığım arkadaşım. Ben seni bu kadar severken nereden çıktı bu kıskançlık? Hem ben seni erkeğim olarak seçmişim , sana vermişim kendimi. Bunun hiç mi önemi yok senin için ? Sen , sekreterine benim yanımda bile ‘ Bebeğim ‘ diyorsun be.”
“Tamam tamam bağırma Suzan. Sadece seni çok seviyor ve karım olmanı istiyorum. Çok özür dilerim . Sana güveniyorum. Ben yanlış anladım “
Ben gerçekten maço bir erkeğim galiba diye düşünmüştüm. Kadın , erkek iş arkadaşlığı olamaz mıydı? Ben ne kadar düşüncesiz , bağnaz bir adamım . Neyse , şu elimdeki işin parasını iki ay sonra alıp, hemen nikaha gitmeliyim Suzan’la. Zaten nişanın uzamasını annem de istemiyordu.
Biliyor musun annem , sana sarılmadan , sana doyamadan koyduk seni kara toprağa. Koyduk dediğime bakma, ben o günlerde hapiste ikinci yılımı dolduruyordum. Henüz duruşmalarım bitmediği için cenazeye bile katılmama izin vermemişti , kaçma şüphesiyle cezaevi savcısı. Zaten savcıya bakılırsa ben banka soyguncusu gibi hareket etmişim de, yok önce güvenliği bu yüzden darp edip yaralamışım da , insaf ulan Allahsız ,kitapsız herifler.
Neyse ki; kızım dediğin , gelinin olacak Suzan gelip ,bütün işlemleri yapmış, hatırası olan eşyaları ayırıp, geri kalanları bağışlamış , evin her türlü borçlarını kapatarak boşaltmıştı. Bu akşam gelirken o emanetleri ve defin ruhsatını da getirecek. Yarın onunla kabrine gelip , mübarek toprağına kırmızı güller koyacağım annem.
Artık bankanın hep dışında bekliyordum Suzan’ı. Doğan Kuşu şef olmuş ve Suzan da ona bağlı bir memur kalmıştı. Bir bu eksikti sanki cenabet dünyamda. Hayatımda bir kadın sevmiştim , ona da takıntı olan bir bela çıkmıştı. Nasıl baş edecektim bu “ Kuş “ la bilmiyordum.
Bu savcı benden hiç hoşlanmamıştı galiba. Güldüm diye şikayet etmişti hakime de ,iyi bir azar işitmiştim ondan da. Savcıya bak,, ben bankayı soymaya kalkmışım ve şef Doğan da bana mani olmak isterken yaralanmış. Gel de gülme bu çadır komedisine. Yahu siz salak mısınız be? Banka soymaya insan silahsız gider mi? Öndeki kızın masasından elime gelen mektup açacağı mı silah yani? Çıldırmışsınız.
O gece gümrüğe gelen camlar yüzünden epey zor ve üzücü dakikalar geçirip saat 22.00 da ancak kurtulabilmiştim. Yeni yıl yaklaştığı için Suzan mesaiye kalıyor ve ben arabayla onu alıp evine bırakıyordum. O akşam önce bankaya uğramıştım , kapalıydı. Sonra Suzan’ın evine gitmiştim , annesi bankadan gelmediğini söylemişti. Beynimde şimşekler çakıyordu. Telefonu kapalıydı . Haydi mesai olsa tamamdı ama yoksa kapalı olarak unutmuş muydu? Banka ile ev arası en fazla 500 m olmalıydı . O halde Suzan yürüyerek eve geliyor olabilirdi .
Onun yürüyeceği yolu adeta koşarak taramıştım. Yoktu . Tam ne yapacağımı şaşırmış bir haldeyken evinin önüne yaklaşan küçük beyaz arabadan inerken görmüştüm onu . O arabayı tanıyordum. “Doğan Kuşu” nun arabasıydı. Kız aceleyle eve , “Kuş “ da gazlayarak karanlık sokaklarda kaybolmuştubeni görünce. Sinirle eve girmekte olan Suzan’ın kolunu tutarak ,
“Sen ne yaptığını zannediyor sun ? Sakın bankadan geldiğini söyleme . Bir saat önce uğradım kapalıydı”
Suzan, “Oturup konuşmak zorunda kaldım . Bana o sicil vermezse hayat boyu terfi edemem. Neden anlayış göster miyorsun, ben yanlış bir şey bir şey yapmadım “ diye elleri ile yüzünü kapatmış olarak ağlıyordu. Ama sağ elinde nişan yüzüğümüz de yoktu. Sorduğumda ,
“Kaybolmasın diye çantama koymuştum , çalışırken “ diyebiliyordu. Hay lanet be.
Ertesi sabah erkenden onu evinden alıp , bankaya ben götürmeye geldiğimde bana olan kızgınlığının hala geçmemiş olduğunu görmüştüm. Arabaya yeni binmiştik ki , yine o mesaj cırlaması gelmişti telefonundan . Uzandığım gibi elinden kapmıştım telefonu bu sefer.
“Senin ameleyi dün gece eziyordum. Kurtulduğuna şükretsin” . Mesajı Suzan’a gösterdiğimde ona lanetler okumuştu. Bu beladan nasıl kurtulacaktık. Tam bankanın kapısında onu , Suzan’ı beklerken görüp , el frenini hırsla çekerek inmiştim. O ise suçunu bildiği için içeriye kaçmıştı.
Kapıdaki eskiden selamlaştığım güvenlik görevlisi elindeki copu kaldırmış , içeriye giremeyeceğimi haykırıyordu. Onu hızlıca iterek içeri dalmıştım. Ama adam kalın copunu kafama vurmaya devam ediyor , silah kullanacağını söylüyordu. Doğan Kuşu ise ;
“Bankayı soyuyorlar, polisi arayın “ diye bağırıyordu. Çalışan kızların çığlıkları, kaçışmaları arasında bir zarf açacağı geçmişti elime , sanırım ön masalardan aldığım. Onunla hem “ Kuş” a, hem de güvenlik görevlisine vurduğumu bile hatırlayamıyorum. Güvenliği bacağından , Kuş’u ise yanağından ve elinden yaralamışım . Bana bu kargaşada üzerime kapanarak Suzan sahip çıkmıştı.
“Ne yapıyorsunuz, o benim nişanlım” diye bağırıyordu. Elinde silahları ile içeri giren polisler ise bir soyguncu yakalamış olmanın dayanılmaz mutluluğu içindeydiler. Hele o karaktersiz güvenlikçinin tam ayırırlarken suratıma attığı tekmeyi hiç unutamayacağım. Doğrusu mektup açacağını bacağına yedi ama şefini koruma görevini de başarı ile yaptı.
Vekalet vererek büroyu Suzan’a sattırmıştım ama tutulan avukatın çabaları , her celsede ümitler verse de , beni kurtarmaya yetmemişti . Çünkü savcıya göre ben yarım kalmış bir soygun ve iki yaralama ile itham ediliyordum. Güvenlik görevlisine de o kadar para vermemize rağmen ,’Silahımı belimden almaya çalıştı, copla vurmasaydım alabilirdi’ şeklindeki ifadesi yakmıştı beni. Hakim Suzan’ın lehime söylediği hiçbir şeyi duymuyordu sanki. Sonuç tam 8.5 yıl hapis cezası.
Neyse ki daha anlayışlı hapishane müdürü sayesinde infaz süremiz 4 yıl sonunda bitti ve dün tahliye oldum. Şu Suzan gelsin de, hemen bir nikah tarihi ayarlayıp evlenelim diye düşünüyorum. İçeri girerken koridorda Jandarmaların arasında boynuma sarılıp ağlıyordu. Ona beni bekleme boz bu nişanı ,mutluluğunu bana bağlama demiştim .
“Asla , seni ölünceye kadar bekleyeceğim. Mutluluğum ancak seninle olur. Sekiz buçuk yıl nedir ki , gelir geçer “ demişti .
Büro çok merkezi bir yerde olduğu için iyi bir fiyata satılmıştı. Kalan para ile belki de ufak bir ev alıp döşeyebilir ve eski işimi de başlatabilirdim. Ha bir de bu olaydan sonra sevgili Suzan’ımı işten çıkartmışlardı. En çok buna üzülmüşümdür. O şimdi büyük bir mağazada satış elemanı olarak çalışıyor. Onu da oradan kurtarıp evimin hanımı, çocuklarımın anası yapacağım.
Saat ne çabuk 22.00 olmuş. Nerede kaldı bu kız? Acaba izin mi alamıyor. Dün işten saat dokuzda çıktığını söylemişti. Eh ancak gelir. Telefonunun jars ı mı bitti acaba. İki gündür içeriden tanıdığım benden on gün önce tahliye olan vefalı dostum Hüseyin Ağabeyin Balat’ta ki evinde kalıyorum. Suzan’ı getirebilirim diye bu akşam için eve de gelmeyecekmiş. Sıkı sıkı da tembih etti bulaşık bırakmayın diye. Bulaşık olunca evdeki kediyi bile dinlemiyorlarmış koca fareler. Ev epey eski ve her duvarından rutubet akıyor. Camlarından rüzgar girip içeride tur attıkça ben donmamak için kışın ne yapabileceğimi düşünüyorum. Umarım misafirliğim çok sürmez de kendi evimi alırım. Bu gece hesabımı bir alayım da , ona küçük bir buz dolabı hediye edeceğim. Zavallım on iki uzun yıl yatmış içeride . On gündür de arayanı bile olmamış. Mahpusta, en kötü günlerimde yanımda hep o vardı. Hiç kimseye ezdirmedi beni.
Saat 23.00 oldu. Suzan hala yok . Evlerine gidebilirdim ,eski mahalleden taşınmışlar. Yeni evin adresini almayı da ben unuttum. ‘Kel’ ve şef bir şeyler fısılda şıp , bakışlarını kaçırıyorlar benden. Şef önüme toprak güveç içinde fokurdayan fener balığını koyuyor. Bu ne acele ,daha Suzan bile gelmedi gibisinden yüzüne bakıyorum. Gülümsemiyor bile.
“Hasan Abi, ne var ? Benden bir şey mi saklıyorsun , yoksa dört yıl sonra fazla mı kaçırdım bu mereti? Konuşsana be abi “
“Sana afiyet şeker olsun. Sen bu balığı çok seversin ,yemeden gitme diye düşündüm . Bir emanet var da sana bırakılan. Onun için konuşuyorduk aramızda”
“Ne emaneti be abi? Getirin buraya da bakalım neymiş “
Haydaa, yanımdaki boş sandalyeye karton bir kutu getiriyorlar, ayakkabı kutusundan büyükçe. İçinden annemin sakladığı aile albümlerimiz, mezarlık defin kağıdı, babamın kol saati , ona verdiğim içinde ‘ Ahza kabza” yetkisi de olan vekaletimin fotokopisi çıkıyor. Hah işte benim banka cüzdanım . Açıp yatırması gereken para kaç lira diye bakıyorum. Sadece beş lira kalmış , yani hiç para yatmadığı gibi mevcut param da çekilmiş. Nişan yüzüğünü, aldığımız kuyumcu kutusuna koymuş. Şu an masadan düşüp bayılabilirim. Fener balığı boğazımda düğümleniyor. Kusmak istiyorum.
Saz ekibim de olayın farkında galiba . Onlara boş gözlerle bakıyorum Yapacak bir şey kalmadı. Hesabı ödeyecek para bile yok üzerimde. Yüzüğü Şef Hasan’a uzatıyorum ,almıyor. Elimi kapatarak ,yüzüme bakıp üzgün gözlerle
“Canın sağ olsun . Bu gece bizden , hoş geldin”
Kutuyu bizim kız , yanında bir erkekle birlikte getirip , arka kapıya çağırdıkları ‘Kel’ e teslim etmişler. Giderlerken oğlan kızın elini tutmuş, gülüyorlarmış. Erkeğin yanağında derin bir yara izi dikkatlerini çekmiş , hemen anlamışlar olanları. Bu ‘Doğan Kuşu’ ve ben ayakta kertildim arkadaş. Vay canına be.
Udi Hüseyin Amca’ya işaret ederek son bir şarkı rica ediyorum.
“Tez geçse de her sevgide bin hatıra vardır
Sevda denilen şey ,yaşayan hatıralardır”
Hafif bir yaz yağmuru çiseliyor Beyoğlu’nun karanlık , tenhalaşmış ara sokaklarında . Açık kalan birkaç büfe de, kepenklerini kapatıyor. Bir tekir kedi fırlıyor çöp bidonundan , koşarak geçiyor yolun karşısına.
Balat’ta ki bekar evine yürüyerek gitmek zorundayım . Her şeyimi kaybettim, aşkımı da. Galata’ya doğru yavaş yavaş yürüyorum. Yazlık ceketim ıslandı ama umurumda değil.
Yanağımda ki ,ağzıma doğru süzülen gözyaşlarım değil inan, biraz tuzlu ama gözyaşlarım değil . İçimdeki hayat suyunu atıyorum belki de ,sidik gibi , bok gibi.
E.Yaşar Ovalı 16.11.2015
YORUMLAR
kukurikuu
Hayattan aldığımız bunca derse rağmen
sanki değişen hiç bir şey olmuyor.
Erkek milleti her kararında o iki yumurtaya takılı
kaldığı için ne yazık ki hep duygusal ve yanlış dolu kararlar alıyor.
Neyse ki artık yaşlandık ta böyle işlerden uzağız .
Umarım sıhhatiniz iyidir.
Selam ve saygılarımla.
Çok güzel be üstat!...
Daha 1000 sayfa olsaydı aynı ilgi ile okumaya devam ederdim...
Fevkalade canlandırmışsınız kahramanları...
Unutulası değil...
Saygılarımla.
kukurikuu
İnsana yazma zevki veren güzel yorumunuza
teşekkür eder saygılarımı sunarım