- 2943 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Yayınevine Mektuplar
Sevgili Editör,
Adınızı zahmet gösterip de söylemediğiniz için, size yaptığınız işin adıyla seslendiğimden dolayı kusura bakmayınız. Size az önce ‘kusura bakmayınız’ gibi çok nazik bir ifade kullandım. Bu şahsınıza değil, yaptığınız işe duyduğum saygıdan dolayı belirtilmiş bir ifadedir. Yayınevinize gönderdiğim eserim üzerinde gereken incelemenin yapılmadığını düşünüyorum. Mektubumu sonlandıracağım ana kadar size karşı saygılı olmaya çalışacağım. Bu saygı edepten gelen, edebiyata yol alan seyahatimin gerekliliğindendir. Yoksa sizin şahsınıza karşı pek de müsamahakâr olma arzusunda değilim. Özellikle aylarca uğraş verip, bir cümlesi için saatlerce düşündüğüm öykülerime ‘lacivert temalı’ pis bir benzetme yapabilme cüretini gösterdiğiniz için size çok kızgınım ve kırgınım. Sizi mahkemeye de verebilirdim. Bunu yapmam için önümde hiçbir engelde yoktu. Cevap niteliğinde, en ufak yapıcı eleştirinin olmadığı, hakarete uğradığım ve haysiyetime dokunan cümlelerinizin yer aldığı mektubunuzu alıp, yakın dostlarımdan Avukat Emin Bey’e gösterdim. Kendisi avukatlık mesleğini on iki yıldır hakkıyla yapan beyefendi bir insandır. Onun sözüne itimadım her zaman tamdır. Gönderdiğiniz mektubu okuyunca, parmakları arasında dolaştırdığı kalem yere düştü ve gözlüğünü çıkartıp:’ Bu nedir böyle Allah aşkına? TCK’nın 125. Maddesine dayanarak hem tehdit ve hakaret suçuyla hem de tazminat istemiyle dava açarız ona. Hiç durmayalım, hemen ben Savcılığa dilekçeyle ileteyim’ dedi. Tabi ben insaflı davrandım, sizi Savcılığa şikâyet etmekten vazgeçtim. Avukat Emin Bey’e de sizin için dedim ki: ‘Ona uzun bir mektup yazacağım, adalet yerini bulacaksa, böyle bulsun!
Ben size eserimi gönderiyorum ki, eserim incelensin ve eğer yayınevi politikasına (politika sözcüğünden bu arada nefret ediyorum, içimde kalmasın istedim) uygun bulunursa, ileriki aşamada benimle bizzat görüşülüp, eser basılsın. Benim beklediğim tepki, sizin gönderdiğiniz mektupta yer alan düşünceleriniz gibi olmamalıydı! Bu yüzden müteessirim. Nasıl olur da kalkıp bir yazar için ‘efendim, madem üniversite okumuş, bir ihtisas görmüş insansınız, kalkıp da ne diye maceraya atılıp, yazar olmak istiyorsunuz’ diyorsunuz. Bir doktora ‘sen niçin doktorsun’ diyebilir miyiz? Hiç mantıklı geliyor mu? Sizi de bu hususta özellikle bilgilendirmek istiyorum. İsterseniz Avrupa’dan başlayalım. Akım sahibi, genç yaşta ölen Arthur Rimbaund bir şiirinde ne güzel özleme dair yazmıştır:
’Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen düş
Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu.’
Bu güzel mısraların sahibi Avrupa’dan kalkıp, Afrika civarlarına yerleştiğinde ne iş yapıyor? Yazar mı? Yazarak mı kazanıyor? Hayır! Kimi zaman kahve satıyor, geziyor dolaşıyor, zevkle eline aldığı silahları pazarlıyor. Uygun köleler bulup, isteyenlere pazarlıyor. Biraz garip değil mi?
Gençlik zamanlarımda elimden düşürmediğim kitapların yazarı Knut Hamsun, ilk eserlerini basarken kibrit, mum gibi değişik eşyalar satıp para kazanıyordu. Knut Hamsun’un en bilindik ‘Açlık’ adlı eserini de herhalde okumuşsunuzdur. Orada yazar olamayan bir gencin hikâyesini size özetlersem, yazar olmanın ne demek olduğunu daha iyi anlayacağınıza eminim. Kitapta genç bir adam vardır. Geçimini makale yazarak kazanıyordur. Açtır, parasızdır. Cebinde tek kuruş para kalmadığında kaldığı tek göz odalı yerden de atılır. Aklına çok önemli fikirler gelir. Ama parasızlıktan dolayı ne kâğıt alabilir ne de kalem. Yoksunluğu o kadar berbat hale gelir ki, parmağını keser ve oradan akan kanı emip hayatta kalmaya çalışır. O kadar açtır ki, sokakta yerde bulduğu portakal kabuğunu kemirir. Tanrı yardım ettiğinde, cebine birazcık da olsun para girdiğinde, bu sefer yemek istediği yemekleri yiyemez, midesi kabul etmez, kusmaya başlar. Elbette bir eseri incelerken yazarından bağımsızda inceleyemeyiz. Ama Knut Hamsun’un siyasi görüşleri yüzünden yazdıklarının bir hiç olduğunu kabul edebilir miyiz? Öyle ki sevmesek bile yazarı, Norveç’te vatandaşları Hitler’le görüştüğü için kitaplarını sokaklara dahi atsa, ‘Açlık’ eserindeki gibi orijinal ve kült bir yapıtı yok sayabilir miyiz? Yazar eserin devamında genç adamı bir kasabaya yolculuk ettirir. Fikirlerinden vazgeçmeyen, gururlu genç olmayan köpekleri için kasabalıdan kemik toplar. Aldığı kemikleri kuytu bir yerde saklanıp, kemirmeye başlar. Sever. Her insan gibi o da âşık olur. Fakirlik, açlık sevmeye engel midir? Sevdiği kızın karşısına çıkarken, kendi tükürüğüyle üstünü başını siler. Elbiseleri eskimiştir ve yenilerini alacak durumu yoktur. Sevdiği kıza elbiselerinin solmadığını göstermek için tükürüğüyle solmuş elbiselerini parlatmaya çalışır. Sonra ne mi olur? Tabi ki genç adam yazarlık macerasına son verir ve bir gemide çalışmaya başlayıp, açlıktan, sefaletten kurtulur. Böyle bir eseri yazıp, bizim okumamızı sağlayan Knut Hamsun gençliğinde ticaretle uğraşmasaydı, böyle güzel bir eseri okuyabilir miydik?
Goethe Avukattı. Charles Bukowski Postacı. Boris Vian Makine mühendisi, Thomas Mann ise sigorta memuruydu. Daha da sayayım mı? Antov Çehov bir doktordu, evet! Kemal Tahir kâtipti. Oğuz Atay’da mühendisti, hem de inşaat mühendisi. Ahmet Hamdi Tanpınar profesördü. Edip Cansever Kapalıçarşı’da esnaftı. Cemal Süreyya’da memurdu. Hepsinin bir işi, para kazanmak zorunda oldukları meslekleri vardı. Bana ‘kötü yazıyorsun, yazdıklarından hiçbir şey anlaşılmıyor, edebi bir niteliği yok, laf kalabalığından başka bir şey değil’ gibi bir eleştiri yapabilirsiniz, ama bu hususta olduğu gibi mesleklerin tercihi bakımından herhangi bir kesin ifade kullanamazsınız. ( Az önce yazdığım tarzda bir eleştiriyi öykülerden biri için zaten yapmışsınız. Nasıl oluyor da bir öykü için yaptığınız değerlendirmeyi emeğimin tümüne genel bir ifade kalıbı içerisinde kullanıp yapabiliyorsunuz? )
‘Postacı’ ismiyle yer alan hikâyem için değerlendirmeniz tam anlamıyla fiyasko! ‘Açlık’ ta ki genç adam gibi şimdilik aç değilim ve az çok da olsa idare edebiliyorum. Benim açlığım okunmamış kitap bırakmamak adınaydı. ‘Postacı’ öyküsünde yer alan derin karakter analizinden neden rahatsız oldunuz ki? Tamam, hikâyelerde bir roman kadar uzun ve derin karakter analizleri yapabilmek ustaların işidir. Öykümün isterseniz ilk giriş kısmını tekrar okuyalım:
‘Postacı
Gece eve geldiğinde erkenden yatağına girip uyumuştu. Sabah uyandığında iş elbiseleriyle uyuduğunu fark etti. Terlemişti. Diğer gömleğini ve pantolonunu kirli iç çamaşırlarının olduğu çamaşır sepetine fırlatmıştı. Bir gözü kapalı, sendeleyerek yatağından kalktı ve banyoya gitti. Çeşmeyi açtığında, borudan gelen ses canını sıktı. Boru tesisatı eski olduğu için her seferinde aynı sesi çıkarıyordu. Ev sahibine tesisatı yenilemesi için birkaç kez telefon açıp söylemişti, ama artık umudu kalmamıştı. Ev sahibinin bahanelerinden usandığı için, beyaz renkte çelik kapının önüne gidip, tekrar kuş sesi çıkartan zile basmak istemiyordu. Aynanın üzerinde diş macunu ve kan lekeleri vardı. Önemsemiyordu. Diş fırçasını aldı ve macun sürmeden birkaç kez ağzı içinde fırçayı dolaştırdı. Taşı sararmış etajerli lavabo, kirli çamaşırlarını fırlattığı kırmızı çamaşır sepeti, kapağı açık çamaşır makinesi, ayaklarını kurulamak için zemine serdiği bursa havluları ve üç saniyede bir su damlatan duş başlığı her sabah görmeye alışkın olduğu şeylerdi. Üzerindeki gömleği çıkardı. Ütü masasının bir ayağı kırık olduğundan dolayı, ninesinden kalan namazlığı yere serip ütüsünü öyle yapardı. Yine aynı şeyi yapacaktı. Beyaz gömleğinin üstten ikinci düğmesinin çevresindeki sarımtırak lekeyi görünce ‘Hay Allah kahretsin, içmeyeceğim sana demiştim değil mi abi ya’ diye söylendi.
…‘
Sevgili Editör, keşke bu öykümde nerede yanlış yaptığımı tam olarak açıklayabilseydiniz? Eleştirileriniz daha çok şahsıma ve kalemime yönelik olduğundan, bu öykü üzerinde durmak istemiyorum. Bir diğerine geçmek istiyorum.
‘Muhal
Panjurların gri renkte, üzeri tozlanmış aralıklarından sızan ışık, odaya dik prizma gibi yansıyor ve yansıdığı duvarı ortadan ikiye ayırıyordu. Sesler, lanetlenmiş uygarlığın yetmiş iki fırkaya ayrılmış yaprağı gibi dağılırken sokaklarda, yere serilmiş binlerce asfalt parçası sıcaktan eriyordu. Teni kıpkırmızı olmuş, çimentodan şişmiş elleriyle somun tutan adam hızla eriyen asfaltın üzerinden arkadaşlarının yanına koşuyordu. Gündüz işine çıkmış bir fahişe, duvarları örülmemiş inşaatın iki blok arkasındaki iki yıldızlı bir otelin üçüncü katında, şehrin eski esnaflarından uzun donlu bir adamın koynunda terliyordu. Arka sokaklarda aynı safta namaz kılanların omuzlarını birbirine değdirmesi gibi, müstakil evler yan yana sokağın bitişine kadar uzanıyorlardı. İçlerinde sümüklü çocuklar annelerinden para istiyor, bakkaldan çikolata, kola almak için mızmızlanıyorlardı. Tiz sesli bir kadının çocuğuna bağırma sesi sokakta bir kez yankılanmış ve hemen ardından çocuğun ağlama sesi gelmişti.
Odanın içinde tek başına bağırıyordu:
-Canım sıkılıyor. Nefret ediyorum işte, her şeyden nefret ediyorum. Canım sıkılıyor kendimden, yaşadığım şu şehirden, arabalardan, kaldırım taşlarından, alışveriş merkezlerinden, mazgallardan, ciks giyinen insanlardan… Ayna görmekten nefret ediyorum.
Duvardaki prize bakıp konuşuyordu. Üzerinde askılı bir atlet ve halıya sürünen siyah renkte pijamasıyla fabrikadan yeni gelmiş bir işçiyi andırıyordu. Eski bir kanepe ve odanın geri kalanını dolduran kitaplar arasında balmumundan yapılmış heykellere benziyordu. Cansızdı ama anlatacak çok şeyi vardı. Omuzları çökmüş, sağ avucuna sıkıştırdığı kitabın arasında kalmış parmağının geriye kalan boğum kısmına baktı. İlk önce şaşırmış gibi yaptı, sonra yavaşça parmağını koyduğu kitabın arasından çıkartıp, kaldığı sayfayı tekrar okumaya başladı. Sinirlendi. Üst üste yığılmış onlarca kitabın arasına elindeki kitabı da fırlattı ve gerçekten kaymışçasına halı üzerine kendi bıraktı. Başının çıkardığı sesten ürktü. Sırtı, kalçası ve ayakları başı kadar ses çıkarmamıştı. Kireçli tavanın tam ortasında sallanmadan sarkan ampule bakıyordu. Hayatın mana kilidini çözmek istercesine dudaklarını ısırdı ve konuşmaya başladı:
-İhmal edilmiş olmak ya da olmamak! Pek ihmal ediyorum kendimi. Hiçbir zaman günün on iki saati mutlu olmadım. En fazla dokuz ya da on saat. Daha fazlası haram mı niye? Niye rüzgar yok ki? Bir esinti, meltem olsa, ihmal ettiğim en ufak ottan dağa kadar hayal dünyamı geliştirebilirdim. Ama niye rüzgar yok? Şu ampulü yeşile boyasam üzüm gibi olurdu. Ne güzel eskiden asmanın altına uzanıp, üzüm sarkıtlarını izlerdim! Yine de –nasıl bu fikirden uzaklaşmalı bilmiyorum- her şey belirsizlik içinde yüzerken, ruhum yalpalarken ve hayal dünyamın eksikliği içerisinde düşündüğüm o resmi çizmek istiyorum.
Sağ elinin yüzük parmağını yalıyordu. Parmağını sakarlığından dolayı yakmış ve derisi su toplamıştı. İlk önce kaç tane olduğunu bilmediği dişlerini diliyle yaladı. Sonra dişlerini gıcırdattı. Ortadaki iki büyük dişiyle yanık üzerindeki toplanan suyu ısırarak patlattı ve kendi suyunu içti.
…’
Bu öykünün altına en azından kendi düşüncelerinizi lütfedip yazmışsınız. ‘Kahramanın şizofren mi, yoksa ne yapmaya çalışıyor? Prize derdini anlatan insanı da ilk defa okuyorum. Şaşırmışsınız gerçekten! Daha orijinal olayım diye, saçmalamanıza hiç de gerek yoktu’ diye bu öykü için eleştirinize başlangıç yapmışsınız. Tamam, kabul ediyorum, psikolojik olarak hasta bir insanın durumunu betimlemek istedim ve çok da zorlamış olabilirim. Ama insanlar arasına karışıp, hayatın önem arz eden kavramları üzerine yaptığı açıklamaları nasıl saçma bulabildiniz hayret ediyorum. Yine bu öykü üzerinden genel bir eleştiri yapmışsınız. ‘Öykülerinizde neden kahramanlarınızın ismi yok?’ Olmak zorunda mı? Sonraki eleştiriniz ise daha garip: ’Betimleme yönünüz zayıf ve orijinal olmaya çalıştıkça basit hatalar yaparak paragrafları sonlandırıyorsunuz.’ Sanırım bazı eleştirmenlerin Dostoyevski gibi üst düzey yazarlarla, benim gibi bu yola yeni çıkmış insanları bir tutma hastalığına siz de düşmüşsünüz. Bu nasıl akıl çıkmazı, nasıl bir tutum? Aklı alması güç bir yaklaşımın içinde yine de kendimi başarılı olarak ifade edebildiğimi düşünüyorum. Bu düşünceyi de beni eleştirme kıstası olarak belirlediğiniz büyük yazarlardan örnek alarak seslendiriyorum. Cinayet içeren herhangi bir öykü yazmadım. Çoğunlukla monolog ve melankoli içeren öykülerimin farklı bir tarz, ünlü tekniklerin ortak noktada buluştukları bir yön olarak kafamda planlayıp yazmışımdır. Ama siz öykü kitabı taslağım adına her türlü tahrifatı ve tezviratı yapmayı uygun görüyorsunuz.
Gerçekten şu an gülüyorum ve saçmalıktan başka bir şey olmayan eleştirinizi okuyorum. Hangi eleştirinizden bahsediyorum? Tabi ki ‘üzüm’ adlı öyküme yaptığınız eleştiriden bahsediyorum. Öyküdeki sevişme sahnelerini çok açık ve devamında sevgililer arasında geçen konuşmaları da sıkıcı bulmuşsunuz. İnanamıyorum size, gerçekten inanamıyorum! Yani işin en dürüst tarafı, kısaca ‘ben sizden nefret ediyorum sayın yazar’ diyebilirdiniz. ‘Üzüm’ adlı öykümde geçen sevişme sahneleri nasıl olur da size çok açık gelmiş? Açık derken sanırım açık seçik, erotik ve hata porno tarzda demek istiyorsunuz. Biz yaşımız itibariyle ‘cep kitaplarla’ büyümüş bir nesiliz. Elbette etkilendiğimiz ve akımını bir nebzede olsa hayatımızda sürdürdüğümüz İtalya-Fransa eksenli aşk melankoliğini yansıtmak istedim. Hayatınızda hiç ‘cep kitabı’ okudunuz mu bilmem ama okusaydınız eğer benim yazdığım, öyküde geçen sevişme sahnesinin gerçeğe nazaran çok kapalı anlatıldığının farkına varırdınız. ’Üzüm’ isimli İzmir’den İngiltere’ye uzanan aşk hikayesinde, üzüm yüklü gemide bulunan maceracı iki arkadaşın İngiltere’de yaşadıkları geçiyor. Biri Rum, diğeri Türk olan iki kafadar İngiltere’ye gidiyorlar. Loş, yağmurlu ve sisli İngiltere günlerinde, Rum olan Yahudi bir kadına, Türk ise sarışın, mavi gözlü İngiliz kadınına âşık oluyor. Zannımca hikâyede geçen sevişme sahnelerin en ateşlisi, Türk’ün İngiliz kadınla beraber mum ışığında yaşadıklarının yer aldığı bölüm. Bu bölümde çat pat İngilizcesi olan Türk, tavladığı İngiliz kadını kucağına oturtmuş ve gemiden Rum arkadaşıyla beraber sevgilileri için çaldıkları üzümleri yemekteler. Kadın bordo ve yeşil renkteki üzümleri tek tek koparıp, bir kendi ağzına bir Türk sevgilisinin ağzına koyuyor. Ne oluyor bu bölümde? Bizim ateşli Türk, kadını yatağa uzandırıyor. Tabakta kalan üzümleri ağzına dolduruyor. Ağzı üzümle şişince, dişleriyle zar zor üzümleri eziyor ve suyunu kadının çıplak vücudu üzerine boşaltıyor. Kadın sevgilisinin yaptığı karşısında mutlu oluyor ve hareketsiz kalarak Türk’ün yaptığı her hareketi merakla takip ediyor. Sepette üzümlerden bir iki salkım kalana kadar kadının tüm vücuduna ağzından boşalttığı üzüm suyunu yayıyor. Her tarafı üzüm suyuna bulanmış İngiliz kadın Türk’ün bütün vücudunu emmesi karşısında yorgun düşüyor ve ortamında yarattığı havadan ötürü sarhoş gibi oluyor. Buraya kadar her şey normal değil mi? Açık olarak dediğiniz yer acaba kadını kucağına oturtup, aşkın doruğuna çıktıklarını yazdığım sahne mi? Tahmin ediyorum ki siz şu sahneye takılı kaldınız:
‘Türk kadının vücudunu emmeyi bıraktı. Uzun bir zaman üzüm suyundan dolayı vücudu şekerlenmiş İngiliz kadını yorgun düşmüştü. Türk, kadının belinden tutup, onun oturmasına yardımcı oldu. Sonra o da kadının yanına oturdu. İngiliz kadın minder gibi olmuştu. Türk bir an Osmanlı’yı, memleketini düşündü. İzmir’de onu seven Hatice ile Rum arkadaşının kız kardeşi Sofya vardı. Ama o millerce yol geçip, önceden hiç gelmediği İngiltere’de güzel bir kadına âşık olmuştu. Kadın, Türk’ün güçlü kolları arasında yere serilmek için bekleyen minder gibiydi. Yorulmuştu. Türk’ün kucağına oturdu. Emdikleri ve yedikleri üzüm onları ateşlendirmişti. Kadın başını Türk’ün kaslı omzuna koydu ve Türk birden ayağa kalktı. Ayaklarıyla zor bela Türk’ün beline tutunan İngiliz kadın, Türk’ün güçlü kollarından kolay kolay düşmeyeceğini anlayınca kendini rahat bıraktı. Mucize yaşar gibiydi kadın. Ayakta duran Türk iri elleriyle iki kalçasından tutmuş ve hızlı bir şeklinde içine girip çıkıyordu. Kadın ne kadar zaman aynı pozisyonda kaldıklarını bilemedi. Tekrar yatağa uzandıklarında kadın üzerinde Türk’ün ağır vücudunu hissediyordu. Nefes alması güçleşiyordu ama zevkin doruğuna ulaşmasına da az kalmıştı. Kadının üzüm suyuyla şekerlenmiş göğüslerini ısıran Türk, sona yaklaştığını hissedince İngiliz kadının parmaklarını ağzına alıp emmeye başladı. Üzerindeki kas yığını sevdiği adam boşalırken, İngiliz kadının kasılmaları Türk onun içinden çıktıktan sonra bile devam edecekti.’
Geçiyorum, gerçekten dayanılacak gibi değil! Yaptığınız eleştiriler can sıkıcı ve benim düzeltebilecek hiçbir eserimin olmadığı sonucunu ortaya çıkartıyorlar. ‘Hiçbir eserimin düzeltilebilecek olmaması’ ne demek biliyor musunuz? Yani hiçbir öyküm sizin gözünüzde değerli değil. Masum bir aşk hikâyesinde geçen bir paragraf mı tüm hikâyeyi etkiliyor? Hadi çıkartalım diyelim bu paragrafı ve hikâye en baştan, İzmir’den başlasın ve İngiltere’de sonlansın. Ne olur biliyor musunuz? Siz hiç suyu olmadan üzümün tatlı olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bir meyvenin posası ne kadar tatlı ve alımlı olabilir ki? Bence öykünün suyu da sizin canınızı sıkmış olabileceği üzerinde durduğum paragraf olmalı. Hayır, sizi anlayamıyorum! ‘Pasaj’ öyküsünde mefruşatçı Erhan Bey’in kıldığı hacet namazının ardından yaptığı duaya takılı kalmışsınız. Bir öyküde sevişmeye, diğer öyküde dört sayfada yazılmış duaya karşı çıkıyorsunuz. Hayatın hangi gerçeğini ele almalıyız? Siz söyleyin Allah aşkına! Konuları da siz verin, sizin sözünüzle basılacaksa bu eserler, o zaman siz belirleyin kaç sayfa olacağını, öykülerin isimlerini, uzunluklarını… Özgürce, basmakalıp anlatımlardan uzak eserler vermenin sizi neden gerdiğini ve rahatsız ettiğini merak ediyorum. Bu merak içinde şu yazdığım mektup boyunca dişlerimi gıcırdatıp durdum.
Olayları abartmak ve sıkıcı olmak istemiyorum. Uzun uğraşlar verdiğim, emek akıttığım, geceler boyunca yazmak için çabaladığım öykü kitabım sizin değerlendirmenize göre kıymetsiz ve okunası değil! Yaptığım iş ruhsal bir coşku barındırıyor. Bu yüzden siz kıymetsiz de bulsanız, sizin gibi editörler her defasında karşıma çıkıp, benim bu işi bırakmamı da isteseler, ben yılmayacağım. Benmerkezci bir insan değilim. Yakın çevrem içerisinde kibirli olarak hiç görülmedim. Çünkü kendimi tanıyorum. Tahterevalli üzerinde dengelenmesi gereken son insan benim. Yattığım yatak bile boynuma saplanır. Uykularım gün içinde sıkıntı verecek kadar beni yorar. Kendiyle barışık biri olarak yaşamaya çabalıyorum. Sizin tarafınızdan duyduğum rahatsızlık ne biliyor musunuz? Var olan ışığı karanlığa çevirmeniz. Devrilen ve devinim geçiren düşüncelerinizle yok olmaya muhtaç karanlıklara beni gömmek istiyorsunuz. İşte buna ‘hayır’ diyorum!
Umut bütün karanlıkların anasıdır. Onun için tüm pozitif ilimleri kullanır. Evde bulunan en gereksiz besin malzemesi bile, bir ananın ellerinde ilaç olabilir. Gereksiz oldukları bilinen her faydasız, faydalı olacağı güne kadar bekler. Hayatında bir kez olsun kürek kullanmamış bir insan bile, günü geldiğinde en yakınlarından birini toprağa gömerken, sırf sevaptır diye eline küreği alır ve mezara toprak atar. Belki de sizin yapmaya çalıştığınız da bu: ‘Kendimi gereksiz biri olarak hissetmemi sağlamak!’ Ancak siz ne kadar ‘kötü bir iş çıkardınız, sizden o ışığı alamıyorum’ deseniz de, kendimi sizin karanlıklarınızda boğmayacağım. Hoşnutsuzum. Heveslendiğim işte bu sefer de başarılı olamadım. Uca bucağı görünmeyen melankoliye kendimi kaptırdım. Ancak daha çok çalışacağım. Umutsuzluğumu, bu şirret melankoliyi yutacağım. Kendi kendime katlanacağım. Kenara çekileceğim belki bir süre ama eksikliklerimi, kusurlarımı iyileştirmek ve başarılı olma konusunda şüphemi kırmak için. Kendimle savaşacağım. (Sizin söyledikleriniz beni uçurumdan yuvarlamak için. Ama ben uçurumun önüne set çekeceğim. Kendimi güven ortamı oluşturacağım.)
Bir insanı ıstıraplı halinde seyrettiniz mi? Başarısızlıklarına ve zorla yürüyüşüne tanık oldunuz mu? Temennim şu ki, bir insanın ne türlü olursa olsun başarısızlığına şahit olmanız! Bütünü kucaklamayı, imkânsızı anlama çabasını o zaman kavrayacaksınız. Çünkü sanatçılar, düşünürler, yazarlar gerçekle uğraşmazlar. Onlar bize hayatta katlanabileceğimiz kadarını sunarlar. Tam anlamıyla çaresiz bir yazarın, çaresizliğini derinden hissettiği ve ölmek için uğraştığı anlara sizin de şahit olmanızı istedim. Bizler insanlara ışık vermek zorundayız. Çabalamak zorundayız. Belki bu yüzden ışığın özüne ulaşamasak dahi, gölgesinde barınıp, bu uğurda gözlerimizden olabiliyoruz. Ünlü yazarların pek çoğunda kalın camlı gözlüklerin olmasının tek sebebi de, ışık olabilme, başkasını var etmek için kendi ışığından vazgeçme fedakârlığıdır.
Umarım ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Yalnız size karşı değil, bütün bir âleme karşı içimdeki isyandan kurtulmak için ben yazmaya başladım. Sizin gibi okumuş zalimlerin tedrisatında olmaktansa, bağımsız çalışmalar yapıp, kendi emeğim için ömrümün sonuna kadar direnirim. Bunun için yaşayacağım. Bana karşı kullandığınız üslubu tekrar umuyorum ki başka bir yazar için kullanmazsınız! Ürütme güdüsü vücudunu alev alev saran insanların sizin gibi bedbahtlar karşısında her zaman cesaretli olmalarını Rabbimden diliyorum.
Sevgili Editör, ışığınız hiç kaybetmemeniz dileğiyle!
Barışla, kitapla ve sağlıcakla kalınız…
YORUMLAR
Öykülerden örnekler verilmesi gayet cesurca. Ayın eleştirilerin muhattabı olunmayacağı tahmin edilmiş. Zira buralardan öğrenen ve buraları birer okul atfeden bizlerden pek azı sözü edilen editör kadar cürretkar olabilir.
Yazmak istidadına sahıp olmadığını düşündüğü birini yazmaktan vazgeçirmek yerine onu başka bireysel farklılıklarının bulunduğuna inandırmak daha evladır. Kaldı ki, hiçbirimiz yazmaya başladığımız ilk günki gibi değiliz. Mutlaka gelişti kelimelerimiz. Yerimizde saymadık. Birbirimizi abartıp harika şair ve yazarlar olduğumuzu söylememiz manasız. Fakat hiçi bölüştüğümüze de inanamam.
Kalemin eleştiriyle derdi yok bence. Üslubu yeriyor ve haklı. Zira yazıları incelerken saçma, iğrenç gibi kelimeler kullanmak çok harika, mükemmel, muhteşem, gibi şeyler söylemek gibi. Kutladım yazanı.