Bazen yaşamanın tek yolu yazmaktan geçer
ŞairYazarKimlik Onaylı
- 23 Haziran 2007'den beri üye
- Erkek
- 14 Mayıs
İletiler
Yeni İleti Paylaş16 gün
Usanç
İleti
İnsan bazı sabahlarda uyanmak, yataktan kalkmak ve insanların içerisine karışmak istemiyor. Uykunun huzurlu kollarında kalmak varken hayatın kaosunun ve gürültüsünün içine girmek insan için ne kadar da kötü bir seçenek. Oysa yaşamak için, hayatta kalmak için o kaosun içerisine girmek lazım. Bu durum insan için sıkıntı verici olsa da elzem bir gereklilik. Başka türlüsü olabilir miydi peki? Başka türlü bir seçenek var olabilir miydi? İllaki eziyetli olan yol mu gerekli olmalıydı insan hayatında? Yaşamak ve hayatta kalmak için mücadele ederek ömrünü harcamak yerine bu ömrü huzur içerisinde geçirmek mümkün olamaz mıydı? Bu sorunun cevabı insanın yeryüzü macerasında gizli. Biz insanlar yeryüzünde hayatta kalabilmek için devamlı suretle çalışmak ve mücadele etmek zorunda olduk. Bu kimi inanışlara göre bir tür cezaydı, kimi inanışlara göre ise hayata kalmanın getirdiği bir yükümlülük. Ancak biz toplumları bu yüzden inşa etmedik mi? Yoksa toplumsal yaşam tarihsel süreç içerisinde yalnızca nüfus artışı ile kendiliğinden mi gerçekleşti?
Bireysel yaşamında problemlere sahip olan bir insan kuşkusuz toplumsal yaşam içerisinde de süt liman bir hayata sahip olamaz. O yüzden yaşadığı toplum içerisindeki yaşanılan problemlerin çözümü için topluma değil bizzat bireye başvurmak gerekir. İnsan her ne kadar alışabilen bir varlık olsa da problemlerin ve sıkıntıların alışılabilecek bir tarafı yoktur. İnsan keskin bir acıya nasıl alışamazsa bu tür bir probleme de alışması mümkün değildir. Ancak hayatta insanın değiştiremeyeceği gerçekler ve durumlar vardır. Örneğin insan çerisinde yaşadığı toplumun genel eğilimlerini ve düşüncelerini değiştirecek güce sahip değildir. Örneğin Nazi Almanya’sında yaşadığınızı düşleyin. Her ne kadar Nazizm’in yanlış bir ideoloji olduğunu düşünseniz de o toplumda bu eğilimi değiştirebilir miydiniz? Yaşamınız içinden çıkılmaz bir hal alsa da bunu yapmanız mümkün olmazdı. Ünlü Yazar Stephan Zweig’in intihar öyküsü aslında bu durumun acı bir hikayesidir. Şöyle bir gerçek var ki; hiç kimse dünyanın insan için güllük gülistanlık süt liman bir yer olacağının garantisini vermedi insana ancak hiç kimse dünyanın insanların ilkel duyguları ile zalim ve yaşanılmaz bir yer olabileceğinin de garantisini vermedi.
Dünyada çekilen problemlerin ve sıkıntıların büyük bir çoğunluğu elbette insanlardan kaynaklanmaktadır. İnsan, doğanın bir parçası olsa da aynı zamanda doğaya karşı bir tehdit oluşturan yegâne varlıktır. Doğanın dengesi içinde var olabilmek, onunla uyum içinde yaşayabilmek insanın en büyük çabalarından biri olmalıdır. Ancak bu çaba genellikle kişisel menfaatlerin ve kısa vadeli kazanımların gölgesinde kalır. Doğanın sunduğu kaynakları sınırsız bir şekilde tüketmek, onunla savaş halinde olmak insanın kendi eliyle yarattığı bir felakettir. Bu yüzden toplumlar doğayla barışık yaşamayı öğrenmek zorundadır.
İnsanlık tarihi boyunca, doğayla savaş halinde olan insan, kendini doğanın üstünde bir varlık olarak konumlandırdı. Bu bakış açısı, doğanın sunduğu nimetleri hoyratça tüketmek ve onu kendi çıkarlarına hizmet eden bir araç olarak görmekle sonuçlandı. Oysa insan, doğanın bir parçasıdır ve onunla uyum içinde yaşamayı öğrenmelidir. Bu uyum, sadece doğayla değil, aynı zamanda diğer insanlarla da barış içinde yaşamayı gerektirir.
Toplumsal yaşam, insanların bir arada yaşama zorunluluğundan doğar. Bu zorunluluk, bazen büyük bir uyum ve dayanışma içinde, bazen de çatışma ve kargaşa içinde gerçekleşir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, toplumsal normlar ve kurallar çerçevesinde şekillenir. Bu normlar ve kurallar, toplumun düzenini sağlamak ve insanların bir arada uyum içinde yaşayabilmesi için gereklidir. Ancak bu düzen, bazen bireylerin özgürlüklerini ve haklarını kısıtlayabilir. Bu durumda bireyler, toplumsal düzenin gereklilikleri ile kendi özgürlük ve hakları arasında bir denge kurmak zorundadır. Bu denge, toplumsal yaşamın en zorlayıcı yönlerinden biridir. Çünkü insan hem bireysel özgürlüklerine sahip çıkmak hem de toplumsal düzenin gerekliliklerine uymak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak hem bireyler hem de toplum için büyük bir mücadele gerektirir. İnsanlar, bu mücadele içinde, bazen kendi özgürlüklerinden feragat etmek, bazen de toplumsal düzeni korumak için fedakârlık yapmak zorunda kalır.
Toplumsal yaşamın bir diğer önemli yönü ise adalet ve eşitliktir. Bir toplumun adalet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde yönetilmesi, bireylerin hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi, toplumsal barışın ve huzurun sağlanması açısından büyük bir önem taşır. Adalet ve eşitlik ilkeleri, bireyler arasındaki ilişkilerin adil ve dengeli bir şekilde düzenlenmesini sağlar. Bu ilkeler, toplumsal düzenin sağlanmasında ve bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasında temel bir rol oynar. Ancak adalet ve eşitlik, her zaman kolayca sağlanabilen değerler değildir. Bu değerlerin hayata geçirilmesi hem bireylerin hem de toplumların büyük bir çaba ve özveri göstermesini gerektirir. Adaletin ve eşitliğin sağlanması, bazen uzun süren mücadeleler ve fedakarlıklar gerektirebilir. Bu mücadeleler, toplumsal yaşamın en zorlayıcı ve en karmaşık yönlerinden biridir. İnsanlar arasındaki ilişkilerde adalet ve eşitliğin sağlanması, toplumsal barış ve huzurun temel taşlarından biridir. Bu değerlerin hayata geçirilmesi, bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasını, toplumsal düzenin sağlanmasını ve bireyler arasındaki ilişkilerin adil ve dengeli bir şekilde düzenlenmesini sağlar. Bu nedenle adalet ve eşitlik, toplumsal yaşamın vazgeçilmez değerleridir.
İnsan yaşamı karmaşık ve zorlu bir yolculuktur. Bu yolculuk, bireysel ve toplumsal mücadelelerle doludur. İnsan hem kendi iç dünyasında hem de dış dünyada bir denge kurmak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak, bazen büyük bir çaba ve fedakârlık gerektirir. Ancak bu çaba ve fedakârlık, insanın yeryüzündeki varoluşunun bir parçasıdır. İnsan, bu mücadele içinde hem kendi özgürlüklerine sahip çıkmak hem de toplumsal düzenin gerekliliklerine uymak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak hem bireyler hem de toplumlar için büyük bir mücadele gerektirir. Ancak bu mücadele, insan yaşamının anlamını ve değerini oluşturan temel unsurlardan biridir.
İnsan yaşamı, karmaşıklığı ve zorluklarıyla adeta bir bilmecedir. Bu bilmece, zamanla çözülmeyi bekleyen düğümler ve keşfedilmeyi bekleyen gizemlerle doludur. Her insan, bu yolculukta kendi rotasını çizerken hem bireysel hem de toplumsal mücadelelerle karşı karşıya kalır. Kendi iç dünyasında huzuru bulmaya çalışan insan, dış dünyada da bir denge kurmak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak, bazen büyük bir çaba ve fedakârlık gerektirir. Ancak bu çaba ve fedakârlık, insanın yeryüzündeki varoluşunun bir parçasıdır. İç dünyamızdaki fırtınalar, dış dünyadaki mücadelelerle birleştiğinde, hayatın zorlukları katlanarak artar. İnsan hem kendi özgürlüklerine sahip çıkmak hem de toplumsal düzenin gerekliliklerine uymak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak hem bireyler hem de toplumlar için büyük bir mücadele gerektirir. Ancak bu mücadele, insan yaşamının anlamını ve değerini oluşturan temel unsurlardan biridir. Her birimiz, bu karmaşık denklemi çözmeye çalışırken, kendi içsel çatışmalarımızla da yüzleşmek zorunda kalırız.
Zihnimizin derinliklerinde, karşı konulamaz bir biçimde çatışan düşünceler ve duygularla boğuşuruz. Bu çatışmalar, zaman zaman bizi yıpratır ve yorgun düşürür. Sabahları uyanmak istememek, yataktan çıkmak istememek, bu içsel çatışmaların bir yansımasıdır. Bu durum, mücadeleden kaçmak mı, korkmak mı, uğraşmak istememek mi, yoksa basitçe usanmak mı? Bu soruya verilecek en doğru cevap, belki de her birimiz için farklıdır. Ancak benim için, bu durumun en doğru tanımı usanmak olur. İnsan, değiştiremeyeceği gerçekler karşısında yılgın bir usanç duyar. Bu usanç, bazen tüm umutlarımızı ve enerjimizi tüketir. Değiştiremeyeceğimiz gerçekler, hayatımızın katı bir gerçeği olarak karşımıza çıkar. Bu gerçeklerle yüzleşmek, bazen dayanılmaz bir yük haline gelir. Ancak bu yükü taşımak, insan olmanın bir parçasıdır.
Her yeni gün, yeni bir mücadele anlamına gelir. Her sabah, yeni bir umutla uyanmak ve bu umudu diri tutmak zorundayız. İçimizdeki usanç duygusunu aşmak, büyük bir çaba ve kararlılık gerektirir. Bu çaba, yaşamın zorlukları karşısında pes etmemek ve her şeye rağmen ayakta kalabilmek için gereklidir. İçsel çatışmalarımızla başa çıkarken, dış dünyada da mücadele etmek zorundayız. Toplumsal düzenin gerekliliklerine uymak, bireysel özgürlüklerimizi korumak kadar önemlidir. Bu dengeyi sağlamak hem bireyler hem de toplumlar için büyük bir mücadele gerektirir. Ancak bu mücadele, insan yaşamının anlamını ve değerini oluşturan temel unsurlardan biridir. Zaman zaman, bu mücadele içinde kaybolmuş hissedebiliriz. Ancak unutmamalıyız ki, bu mücadele, insan olmanın bir parçasıdır. Her birimiz, kendi içsel çatışmalarımızla ve dış dünyadaki zorluklarla yüzleşirken, bu yolculuğun bir parçası olduğumuzu unutmamalıyız. Bu yolculuk, insanın yeryüzündeki varoluşunun bir parçasıdır ve bu varoluş, her birimizin yaşamına anlam ve değer katar. İç dünyamızdaki fırtınalar ve dış dünyadaki mücadeleler, yaşamımızın dokusunu oluşturur. Bu dokunun her bir ilmeği, yaşamın karmaşıklığını ve güzelliğini yansıtır. İnsan yaşamı, bu karmaşıklık ve güzellik içinde, her yeni günle birlikte yeniden şekillenir. Her birimiz, bu yolculukta kendi yerimizi bulurken, yaşamın anlamını ve değerini yeniden keşfederiz.
Tüm bunlar zihnin tamamında karşı konulamaz bir biçimde çatışırken, yaşamdaki zorunluluklar, gereklilikler insanı çetin bir kaosa doğru bir anafor misali çekerken, insan neden uyanmak istesin ama öyle değil mi? Bende çoğu sabah ne uyanmak ne de yataktan çıkmak istiyorum. Bunun adına her ne denilirse denilsin; mücadeleden kaçmak mı, korkmak mı, uğraşmak istememek mi yoksa korkmak mı? Buna vereceğim en doğru cevap kuşkusuz benim için usanmak olur. İnsan değiştiremeyeceği gerçekler karşısında yalnızca yılgın bir usanç duyuyor o kadar.
Bireysel yaşamında problemlere sahip olan bir insan kuşkusuz toplumsal yaşam içerisinde de süt liman bir hayata sahip olamaz. O yüzden yaşadığı toplum içerisindeki yaşanılan problemlerin çözümü için topluma değil bizzat bireye başvurmak gerekir. İnsan her ne kadar alışabilen bir varlık olsa da problemlerin ve sıkıntıların alışılabilecek bir tarafı yoktur. İnsan keskin bir acıya nasıl alışamazsa bu tür bir probleme de alışması mümkün değildir. Ancak hayatta insanın değiştiremeyeceği gerçekler ve durumlar vardır. Örneğin insan çerisinde yaşadığı toplumun genel eğilimlerini ve düşüncelerini değiştirecek güce sahip değildir. Örneğin Nazi Almanya’sında yaşadığınızı düşleyin. Her ne kadar Nazizm’in yanlış bir ideoloji olduğunu düşünseniz de o toplumda bu eğilimi değiştirebilir miydiniz? Yaşamınız içinden çıkılmaz bir hal alsa da bunu yapmanız mümkün olmazdı. Ünlü Yazar Stephan Zweig’in intihar öyküsü aslında bu durumun acı bir hikayesidir. Şöyle bir gerçek var ki; hiç kimse dünyanın insan için güllük gülistanlık süt liman bir yer olacağının garantisini vermedi insana ancak hiç kimse dünyanın insanların ilkel duyguları ile zalim ve yaşanılmaz bir yer olabileceğinin de garantisini vermedi.
Dünyada çekilen problemlerin ve sıkıntıların büyük bir çoğunluğu elbette insanlardan kaynaklanmaktadır. İnsan, doğanın bir parçası olsa da aynı zamanda doğaya karşı bir tehdit oluşturan yegâne varlıktır. Doğanın dengesi içinde var olabilmek, onunla uyum içinde yaşayabilmek insanın en büyük çabalarından biri olmalıdır. Ancak bu çaba genellikle kişisel menfaatlerin ve kısa vadeli kazanımların gölgesinde kalır. Doğanın sunduğu kaynakları sınırsız bir şekilde tüketmek, onunla savaş halinde olmak insanın kendi eliyle yarattığı bir felakettir. Bu yüzden toplumlar doğayla barışık yaşamayı öğrenmek zorundadır.
İnsanlık tarihi boyunca, doğayla savaş halinde olan insan, kendini doğanın üstünde bir varlık olarak konumlandırdı. Bu bakış açısı, doğanın sunduğu nimetleri hoyratça tüketmek ve onu kendi çıkarlarına hizmet eden bir araç olarak görmekle sonuçlandı. Oysa insan, doğanın bir parçasıdır ve onunla uyum içinde yaşamayı öğrenmelidir. Bu uyum, sadece doğayla değil, aynı zamanda diğer insanlarla da barış içinde yaşamayı gerektirir.
Toplumsal yaşam, insanların bir arada yaşama zorunluluğundan doğar. Bu zorunluluk, bazen büyük bir uyum ve dayanışma içinde, bazen de çatışma ve kargaşa içinde gerçekleşir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, toplumsal normlar ve kurallar çerçevesinde şekillenir. Bu normlar ve kurallar, toplumun düzenini sağlamak ve insanların bir arada uyum içinde yaşayabilmesi için gereklidir. Ancak bu düzen, bazen bireylerin özgürlüklerini ve haklarını kısıtlayabilir. Bu durumda bireyler, toplumsal düzenin gereklilikleri ile kendi özgürlük ve hakları arasında bir denge kurmak zorundadır. Bu denge, toplumsal yaşamın en zorlayıcı yönlerinden biridir. Çünkü insan hem bireysel özgürlüklerine sahip çıkmak hem de toplumsal düzenin gerekliliklerine uymak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak hem bireyler hem de toplum için büyük bir mücadele gerektirir. İnsanlar, bu mücadele içinde, bazen kendi özgürlüklerinden feragat etmek, bazen de toplumsal düzeni korumak için fedakârlık yapmak zorunda kalır.
Toplumsal yaşamın bir diğer önemli yönü ise adalet ve eşitliktir. Bir toplumun adalet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde yönetilmesi, bireylerin hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi, toplumsal barışın ve huzurun sağlanması açısından büyük bir önem taşır. Adalet ve eşitlik ilkeleri, bireyler arasındaki ilişkilerin adil ve dengeli bir şekilde düzenlenmesini sağlar. Bu ilkeler, toplumsal düzenin sağlanmasında ve bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasında temel bir rol oynar. Ancak adalet ve eşitlik, her zaman kolayca sağlanabilen değerler değildir. Bu değerlerin hayata geçirilmesi hem bireylerin hem de toplumların büyük bir çaba ve özveri göstermesini gerektirir. Adaletin ve eşitliğin sağlanması, bazen uzun süren mücadeleler ve fedakarlıklar gerektirebilir. Bu mücadeleler, toplumsal yaşamın en zorlayıcı ve en karmaşık yönlerinden biridir. İnsanlar arasındaki ilişkilerde adalet ve eşitliğin sağlanması, toplumsal barış ve huzurun temel taşlarından biridir. Bu değerlerin hayata geçirilmesi, bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasını, toplumsal düzenin sağlanmasını ve bireyler arasındaki ilişkilerin adil ve dengeli bir şekilde düzenlenmesini sağlar. Bu nedenle adalet ve eşitlik, toplumsal yaşamın vazgeçilmez değerleridir.
İnsan yaşamı karmaşık ve zorlu bir yolculuktur. Bu yolculuk, bireysel ve toplumsal mücadelelerle doludur. İnsan hem kendi iç dünyasında hem de dış dünyada bir denge kurmak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak, bazen büyük bir çaba ve fedakârlık gerektirir. Ancak bu çaba ve fedakârlık, insanın yeryüzündeki varoluşunun bir parçasıdır. İnsan, bu mücadele içinde hem kendi özgürlüklerine sahip çıkmak hem de toplumsal düzenin gerekliliklerine uymak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak hem bireyler hem de toplumlar için büyük bir mücadele gerektirir. Ancak bu mücadele, insan yaşamının anlamını ve değerini oluşturan temel unsurlardan biridir.
İnsan yaşamı, karmaşıklığı ve zorluklarıyla adeta bir bilmecedir. Bu bilmece, zamanla çözülmeyi bekleyen düğümler ve keşfedilmeyi bekleyen gizemlerle doludur. Her insan, bu yolculukta kendi rotasını çizerken hem bireysel hem de toplumsal mücadelelerle karşı karşıya kalır. Kendi iç dünyasında huzuru bulmaya çalışan insan, dış dünyada da bir denge kurmak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak, bazen büyük bir çaba ve fedakârlık gerektirir. Ancak bu çaba ve fedakârlık, insanın yeryüzündeki varoluşunun bir parçasıdır. İç dünyamızdaki fırtınalar, dış dünyadaki mücadelelerle birleştiğinde, hayatın zorlukları katlanarak artar. İnsan hem kendi özgürlüklerine sahip çıkmak hem de toplumsal düzenin gerekliliklerine uymak zorundadır. Bu dengeyi sağlamak hem bireyler hem de toplumlar için büyük bir mücadele gerektirir. Ancak bu mücadele, insan yaşamının anlamını ve değerini oluşturan temel unsurlardan biridir. Her birimiz, bu karmaşık denklemi çözmeye çalışırken, kendi içsel çatışmalarımızla da yüzleşmek zorunda kalırız.
Zihnimizin derinliklerinde, karşı konulamaz bir biçimde çatışan düşünceler ve duygularla boğuşuruz. Bu çatışmalar, zaman zaman bizi yıpratır ve yorgun düşürür. Sabahları uyanmak istememek, yataktan çıkmak istememek, bu içsel çatışmaların bir yansımasıdır. Bu durum, mücadeleden kaçmak mı, korkmak mı, uğraşmak istememek mi, yoksa basitçe usanmak mı? Bu soruya verilecek en doğru cevap, belki de her birimiz için farklıdır. Ancak benim için, bu durumun en doğru tanımı usanmak olur. İnsan, değiştiremeyeceği gerçekler karşısında yılgın bir usanç duyar. Bu usanç, bazen tüm umutlarımızı ve enerjimizi tüketir. Değiştiremeyeceğimiz gerçekler, hayatımızın katı bir gerçeği olarak karşımıza çıkar. Bu gerçeklerle yüzleşmek, bazen dayanılmaz bir yük haline gelir. Ancak bu yükü taşımak, insan olmanın bir parçasıdır.
Her yeni gün, yeni bir mücadele anlamına gelir. Her sabah, yeni bir umutla uyanmak ve bu umudu diri tutmak zorundayız. İçimizdeki usanç duygusunu aşmak, büyük bir çaba ve kararlılık gerektirir. Bu çaba, yaşamın zorlukları karşısında pes etmemek ve her şeye rağmen ayakta kalabilmek için gereklidir. İçsel çatışmalarımızla başa çıkarken, dış dünyada da mücadele etmek zorundayız. Toplumsal düzenin gerekliliklerine uymak, bireysel özgürlüklerimizi korumak kadar önemlidir. Bu dengeyi sağlamak hem bireyler hem de toplumlar için büyük bir mücadele gerektirir. Ancak bu mücadele, insan yaşamının anlamını ve değerini oluşturan temel unsurlardan biridir. Zaman zaman, bu mücadele içinde kaybolmuş hissedebiliriz. Ancak unutmamalıyız ki, bu mücadele, insan olmanın bir parçasıdır. Her birimiz, kendi içsel çatışmalarımızla ve dış dünyadaki zorluklarla yüzleşirken, bu yolculuğun bir parçası olduğumuzu unutmamalıyız. Bu yolculuk, insanın yeryüzündeki varoluşunun bir parçasıdır ve bu varoluş, her birimizin yaşamına anlam ve değer katar. İç dünyamızdaki fırtınalar ve dış dünyadaki mücadeleler, yaşamımızın dokusunu oluşturur. Bu dokunun her bir ilmeği, yaşamın karmaşıklığını ve güzelliğini yansıtır. İnsan yaşamı, bu karmaşıklık ve güzellik içinde, her yeni günle birlikte yeniden şekillenir. Her birimiz, bu yolculukta kendi yerimizi bulurken, yaşamın anlamını ve değerini yeniden keşfederiz.
Tüm bunlar zihnin tamamında karşı konulamaz bir biçimde çatışırken, yaşamdaki zorunluluklar, gereklilikler insanı çetin bir kaosa doğru bir anafor misali çekerken, insan neden uyanmak istesin ama öyle değil mi? Bende çoğu sabah ne uyanmak ne de yataktan çıkmak istiyorum. Bunun adına her ne denilirse denilsin; mücadeleden kaçmak mı, korkmak mı, uğraşmak istememek mi yoksa korkmak mı? Buna vereceğim en doğru cevap kuşkusuz benim için usanmak olur. İnsan değiştiremeyeceği gerçekler karşısında yalnızca yılgın bir usanç duyuyor o kadar.
daha fazla
18 gün
Artık Herkes Her şeyi Biliyor
İleti
Öğrenmenin yaşı yoktur diye bir söz vardır. Güzel Türkçemizde özellikle eğitim hususunda sıkça kullanılır. Bu güzel özdeyişin ne kadar doğru olduğunu bugün bir kez daha kanıksadım desem sanırım yalan yazmış olmam. Şöyle ki kırk yaşını devirdim, kırk iki yaşına geldim. Ancak her defasında anladığım mühim bir mevzu var ki aynı zaman da bana heyecan veren de bir mevzu bu; her an yeni bir şey öğrenebiliyor insan. Yani işin temel denklemi şöyle ki insan hayat dediğimiz bu çok bilinmeyenli oluşum içerinde bir armut gibi olgunlaşması söz konuş değildir. Hiçbir kişi diyemez ki; ben artık her şeyi öğrendim ve öğrenebileceğim hiçbir şey kalmadı hayatta. Bu kesinlikle mümkün değildir. İnsan kaç yaşında olursa olsun mutlaka hayatta karşısına bilmediği ve öğreneceği yeni şeyler çıkar, çıkmaktadır da.
Gelelim benim bugün öğrendiğim yeni şeye. Aslında buna öğrenmek denir mi tam olarak bilemiyorum. Yani öğrenmek fiilinin yerine farkına varmak fiili kesinlikle kullanılır ve bu kullanım hem daha doğru olur hem de cümlede asla sırıtmaz. O zaman açık yüreklilikle şöyle ifade edebilirim ki bugün farkına vardığım şey; artık çağımızda yani günümüzde insanların artık akıl almaya, birilerinden nasihat dinlemeye ve bir adım ötesi öğrenmeye ihtiyaçları kalmamıştır. Okunduğunda çok saçma geldiğinin farkındayım ancak farkına vardım ki çağımızda herkes her şeyi biliyor ve hiç kimsenin bir başkasını dinlemeye tahammülü bile yok. O yüzden benim gibi insanlara iyilik olsun diye akıl vereyim, nasihat edeyim diye düşünen tarihi eserler; fosiller varsa kendime ve size kötü bir haberim var; maalesef hevesiniz kursağınızda kalacak ve bu düşüncenizden bir an önce vazgeçin. Çünkü çağımızda hangi yaşta ve hangi statüde olursa olsun herkes her şeyi biliyor. Bu mümkün müdür, değil midir bilemem ama bildiğim herkesin her şeyi bildiği ve bu konu da oldukça keskin inançlara sahip olduğudur. Artık işler değişmiş ya da biz yaşlanmışız. Yani bundan belki yirmi sene öncesi işler böyle değildi. Ben biliyorum ki otuz sene önce ve daha öncesi ise hiç ama hiç böyle değildi. İnsanlar akıl almak için, nasihat bulmak için ve dahası öğrenmek için ne emekler harcarlardı. Akıl alacak, nasihat verecek insan aranırdı. Ama şimdi böyle değil. Akıl veren çok, nasihat eden çok, öğrenme araçları neredeyse sonsuz ama ne akıl ve nasihat alan var ne de öğrenmek isteyen. Bu cehaletin hangi seviyesi bilemiyorum ama bu farkındalığa aklı başında kişilerin ulaşması için bu satırları yazıyorum.
Her yazısında kendinden bahseden narsist kişilerden birisi olmamak için yoğun çaba harcıyorum ama bu konuda kendimi kısaca özetlemem gerekirse ben gündelik yaşantısında çok konuşan ve sosyal bir insan değilim. Aslına bakarsanız birazda konuşmadığım için yazıyorum. Yazmak için bulduğum fırsatları kaçırmamaya özen gösteriyorum. Günledik hayatımda insanlarla yoğun sohbetlere girmem, insanların işlerine karışmayı pek sevmem. Elbette bu denklem karşılıklı işler; bende kendi işlerime karışılmasını pek sevmem. Biraz empatik bir insanım desem sanırım yalan söylemiş olmam. Yani bana yapılmasını hoşlanmadığım davranışları bir başka insana yapmaktan kaçınırım. Buna rağmen çevremde yanlış yapan, yanlış içerisinde olan ya da üzgün olan, pişman olan, zarara uğramış, öfkelenmiş, yıpranmış insanları gördüğüm zaman gayri ihtiyari bir dürtüyle onları dinlemek, sorunlarına çözüm arayışına girmek gibi bir insani duygunun içerisine giriyorum. Ancak anladım ki bu insani duygunun içerisine ne zaman girsem ve ne zaman bu dezavantajlı insancıklara yardım etmek istesem zarar görmüşüm ve saldırıya uğramışım. Halbuki iyilik yap iyilik bul derler öyle değil mi? Ama hayır tam tersi olmuş, ben iyilik yapmışım ve karşılığında kötülük bulmuşum. Bu nasıl olabilir? Zira bize böyle öğretilmemişti. Aslında bunda şaşılacak hiç. Bir şey yok. Bize böyle öğretilmemişti çünkü bize uygulanan eğitim sistemi insan odaklı bir eğitim sistemiydi. Bu insan odaklı eğitim sistemini çoktan çöpe attılar. Şimdiki eğitim sistemi kazanmak üzerine kurulu bir eğitim sistemi ve insani değerlerden tamamen yoksun. İşte bu eğitim sisteminin içerisinde yetişmiş bireylerde benim ve benim jenerasyonum gibi insanlar değiller. Aslına bakarsanız edebiyatla filan işleri de yok. Onlara öğretilen tek bir şey var; kazan! Hem de ne pahasına olursa olsun kazan! İnsanlık mı, iyilik mi, erdemler mi, duygular mı, düşünceler mi? Eğer kazanmamışsan bunların sana ne faydası var ki? Tamamen hastalıklı ama maalesef genel geçer bir düşünme biçimi haline gelmiş. İşin tuhaf tarafı bu eğitim sisteminin dışında kalan kimi insanlarda bu davranış biçimine evrilmişler. Hâlbuki insanlık, erdemler, iyilik ile kazanılan zaferler en onurlu zaferler değiller miydi? Maalesef artık bu değerlerin hiçbir anlamı kalmadı.
Yukarıda saydığım tüm bu nedenlerden ötürü bende bana öğretilenin aksine bir karar aldım ki; artık hayatımda hiçbir insana akıl vermeyeceğim, nasihatte bulunmayacağım ve bir şeyler öğretmeye çalışmayacağım. Zaten bu konuda bir talep yok ki. O zaman ne diye kendimi yorayım ki? Aksi tam da klasik roman yazarlarının bahsettiği gibi bir budalalık olur ki ben ömrüm boyunca bir budala olmamak için çalıştım. Bu konuda başarılı oldum mu olmadım mı bilemiyorum ama en azından çalıştığımı açık yüreklilikle söyleyebilirim. Öyle bir çağda yaşamaktayız ki kendinizi en yakın hissettiğiniz insana bile akıl veremiyorsunuz, nasihatte bulunamıyorsunuz ve bir şeyler öğretemiyorsunuz. Bu mümkün olamıyor maalesef. Bildiğine inanan bir insan bilmediğini anlatamazsınız. Eşiniz, kardeşiniz, çocuğunuz, arkadaşınız kim olursa olsun durum böyledir. Peki, insanlar bu hale nasıl geldiler? Sanırım bunda en büyük pay teknoloji ve de özellikle internet, sosyal medyadaki kaydırmalı videolar. Cehaletin bu kadar yükseldiği bir çağda yaşamak da bizim talihsizliğimiz olsa gerek. Ancak şu bir gerçek ki; insanlar artık öğrenme ihtiyaçlarını kaybetmişlerdir. Aslında bu sebepten yazmak da eskisi kadar değerli bir şey değildir insanlar için. Ancak burada şöyle bir parantez açmayı faydalı buluyorum; yazıyorsam bu diğer insanlar için değil, bizzat kendim içindir. Çünkü zaten yazdıklarımın çoğu insan tarafından okunmayacağının da farkındayım. Okumuyoruz, okumayı sevmiyoruz artık. İzlemek ve dinlemek daha iyi geliyor artık bizlere. Okumaya ayıracak vaktimiz yok, hatta dinlemeye ayıracak vaktimiz de yok. Bu kaydırmalı videolar gibi saniyeler içerisinde bir içerikse o ayrı. Yoksa oturup tuğla gibi kitapları okuyan mı kaldı? Elbette kalmadı. Aslında bunun tek bir açıklaması var; çöküş ya da negatif evrim. Yani ilerleme değil, gerileme. Elbette insan büyük bedeller ödedikten sonra bu yanlışının da farkına varacak ama illaki bedel ödeyecek. İnsan bedel ödemeden öğrenemiyor maalesef. Birinci dünya savaşından sonra savaşın acıları içerisinde daha savaş olmasın demedi insanlar, ikinci dünya savaşını yaptılar. Şimdi de üçüncü dünya savaşı davulları çalınıyor. Halbuki herkes her şeyi biliyor ve herkes savaşın kötü bir şey olduğunu da biliyor.
Gerçek şu ki; herkesin her şeyi bildiğini iddia ettiği bir yerde hiç kimse hiçbir şey bilmiyordur ve çağımızda bizler bu bataklığın içerisinde yaşamak zorundayız.
daha fazla
DOSTLUK
İleti
Dostluk, insan hayatının en derin ve anlamlı ilişkilerinden biridir. Gerçek bir dostluk, insanın ruhunu besler, yalnızlığını giderir ve yaşamına değer katar. Dostlukların güçlenmesi ise, zaman, sabır, anlayış ve sevgi gerektirir. Dostlukların güçlenebilmesi için tarafların sahip olması gerekenler kısaca; Anlayış ve Empati, Güven ve Sadakat, Paylaşım ve Ortak Deneyimler, İletişim ve Dürüstlük, Affetmek ve Hoşgörü, Hümanist Bir Yaklaşım ve Zaman diyebiliriz. Dostluk, iki ruhun bir araya gelerek oluşturduğu büyülü bir bağdır. Bu bağ, zamanla daha da güçlenir ve derinleşir. Ancak dostlukların güçlenmesi, sadece zamanın geçmesiyle değil, karşılıklı çaba ve özenle mümkündür. Dostluk, bir çiçek bahçesi gibidir; onu sulamaz, bakımını yapmaz ve sevgiyle beslemezsek solup gider.
Dostlukların güçlenmesinde en önemli unsurlardan biri anlayış ve empatidir. Dostlarımızın duygularını, düşüncelerini ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışmak, onlara değer verdiğimizi gösterir. Empati, dostlarımızın zor zamanlarında yanlarında olmayı ve onları desteklemeyi içerir. Onların sevinçlerinde sevinmek, üzüntülerinde üzüntülerini paylaşmak, dostluğun temel taşlarındandır. Güven, dostluğun sağlam bir temele oturmasını sağlar. Bir dostlukta güven varsa, insanlar kendilerini daha rahat hisseder ve içlerini açabilirler. Güvenin inşası zaman alabilir, ancak bir kez sağlandığında, dostluk daha güçlü ve sağlam hale gelir. Sadakat ise, dostlukta güvenin sürekliliğini sağlar. Dostlarımıza sadık kalmak, onların arkasında durmak ve onları yarı yolda bırakmamak, dostluğun derinleşmesine yardımcı olur. Dostlukların güçlenmesi için ortak deneyimler ve paylaşımlar büyük önem taşır. Birlikte geçirilen zamanlar, yaşanan anılar ve yapılan paylaşımlar, dostluğun temel taşlarını oluşturur. Birlikte gülmek, ağlamak, seyahat etmek, yeni şeyler denemek ve zorluklarla başa çıkmak, dostluğun derinleşmesine katkıda bulunur. Paylaşılan her anı, dostluk bağını biraz daha kuvvetlendirir. Sağlıklı ve güçlü bir dostluğun olmazsa olmazlarından biri de iletişimdir. Duygularımızı, düşüncelerimizi ve ihtiyaçlarımızı açıkça ifade edebilmek, dostluk bağını kuvvetlendirir. İletişimde dürüstlük, güvenin ve karşılıklı saygının temelidir. Dostlarımıza karşı dürüst olmak, onlarla gerçek ve samimi bir ilişki kurmamızı sağlar. Dürüst iletişim, yanlış anlamaların önüne geçer ve dostluğun sürekliliğini sağlar. Hiçbir insan mükemmel değildir ve zaman zaman hatalar yapabiliriz. Dostlukların güçlenmesi için affetmek ve hoşgörülü olmak önemlidir. Dostlarımızın hatalarını affetmek, onların da bizim hatalarımızı affetmesini sağlar. Hoşgörü, dostlukta anlayışın ve empatinin bir yansımasıdır. Dostlarımızı oldukları gibi kabul etmek, onları değiştirmeye çalışmamak, dostluk bağını daha da kuvvetlendirir. Hümanist bir bakış açısıyla dostluk, insana dair en saf ve en anlamlı ilişkilerden biridir. Dostluk, insanın ruhunu besleyen, ona güç veren ve yaşamını anlamlı kılan bir bağdır. İnsanlar olarak, dostluklarımıza değer vermek, onları korumak ve güçlendirmek bizim sorumluluğumuzdadır. Hümanist bir insan olarak, dostlukların güçlenmesi için insanın kalbine ve ruhuna dokunmak gerektiğine inanıyorum. İnsanın en derin duygularını, ihtiyaçlarını ve arzularını anlamak, dostlukların güçlenmesi için atılacak en önemli adımdır.
Dostluklar, insan hayatının en değerli hazinelerindendir. Onları güçlendirmek ve korumak, yaşamımızı daha anlamlı ve zengin kılar. Anlayış, empati, güven, sadakat, paylaşım, iletişim, dürüstlük, affetmek ve hoşgörü, dostlukların güçlenmesi için gereken temel unsurlardır. Hümanist bir yaklaşımla, dostluklarımızı beslemek ve güçlendirmek, insan olmanın en güzel yanlarından biridir. Dostluk, sadece bir ilişki değil, insanın ruhunu aydınlatan ve yaşamına renk katan bir yolculuktur. Bu yolculukta, dostluklarımızı güçlendirmek için elimizden geleni yapmalı ve bu kutsal bağı her zaman korumalıyız.
Dostlukların güçlenmesinde en önemli unsurlardan biri anlayış ve empatidir. Dostlarımızın duygularını, düşüncelerini ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışmak, onlara değer verdiğimizi gösterir. Empati, dostlarımızın zor zamanlarında yanlarında olmayı ve onları desteklemeyi içerir. Onların sevinçlerinde sevinmek, üzüntülerinde üzüntülerini paylaşmak, dostluğun temel taşlarındandır. Güven, dostluğun sağlam bir temele oturmasını sağlar. Bir dostlukta güven varsa, insanlar kendilerini daha rahat hisseder ve içlerini açabilirler. Güvenin inşası zaman alabilir, ancak bir kez sağlandığında, dostluk daha güçlü ve sağlam hale gelir. Sadakat ise, dostlukta güvenin sürekliliğini sağlar. Dostlarımıza sadık kalmak, onların arkasında durmak ve onları yarı yolda bırakmamak, dostluğun derinleşmesine yardımcı olur. Dostlukların güçlenmesi için ortak deneyimler ve paylaşımlar büyük önem taşır. Birlikte geçirilen zamanlar, yaşanan anılar ve yapılan paylaşımlar, dostluğun temel taşlarını oluşturur. Birlikte gülmek, ağlamak, seyahat etmek, yeni şeyler denemek ve zorluklarla başa çıkmak, dostluğun derinleşmesine katkıda bulunur. Paylaşılan her anı, dostluk bağını biraz daha kuvvetlendirir. Sağlıklı ve güçlü bir dostluğun olmazsa olmazlarından biri de iletişimdir. Duygularımızı, düşüncelerimizi ve ihtiyaçlarımızı açıkça ifade edebilmek, dostluk bağını kuvvetlendirir. İletişimde dürüstlük, güvenin ve karşılıklı saygının temelidir. Dostlarımıza karşı dürüst olmak, onlarla gerçek ve samimi bir ilişki kurmamızı sağlar. Dürüst iletişim, yanlış anlamaların önüne geçer ve dostluğun sürekliliğini sağlar. Hiçbir insan mükemmel değildir ve zaman zaman hatalar yapabiliriz. Dostlukların güçlenmesi için affetmek ve hoşgörülü olmak önemlidir. Dostlarımızın hatalarını affetmek, onların da bizim hatalarımızı affetmesini sağlar. Hoşgörü, dostlukta anlayışın ve empatinin bir yansımasıdır. Dostlarımızı oldukları gibi kabul etmek, onları değiştirmeye çalışmamak, dostluk bağını daha da kuvvetlendirir. Hümanist bir bakış açısıyla dostluk, insana dair en saf ve en anlamlı ilişkilerden biridir. Dostluk, insanın ruhunu besleyen, ona güç veren ve yaşamını anlamlı kılan bir bağdır. İnsanlar olarak, dostluklarımıza değer vermek, onları korumak ve güçlendirmek bizim sorumluluğumuzdadır. Hümanist bir insan olarak, dostlukların güçlenmesi için insanın kalbine ve ruhuna dokunmak gerektiğine inanıyorum. İnsanın en derin duygularını, ihtiyaçlarını ve arzularını anlamak, dostlukların güçlenmesi için atılacak en önemli adımdır.
Dostluklar, insan hayatının en değerli hazinelerindendir. Onları güçlendirmek ve korumak, yaşamımızı daha anlamlı ve zengin kılar. Anlayış, empati, güven, sadakat, paylaşım, iletişim, dürüstlük, affetmek ve hoşgörü, dostlukların güçlenmesi için gereken temel unsurlardır. Hümanist bir yaklaşımla, dostluklarımızı beslemek ve güçlendirmek, insan olmanın en güzel yanlarından biridir. Dostluk, sadece bir ilişki değil, insanın ruhunu aydınlatan ve yaşamına renk katan bir yolculuktur. Bu yolculukta, dostluklarımızı güçlendirmek için elimizden geleni yapmalı ve bu kutsal bağı her zaman korumalıyız.
daha fazla
Kıskançlık ve Fesatlık
İleti
Kıskançlık, insan ruhunun en eski ve karmaşık duygularından biridir. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri var olan bu duygu, sadece bireylerin değil, toplumların ve medeniyetlerin de kaderini şekillendirmiştir. Duygusal derinliği ve yıkıcı gücü ile kıskançlık, sevginin ve arzunun karanlık yüzü olarak bilinir. Kıskançlık, bir kişinin başkalarının sahip olduklarına duyduğu yoğun arzu ve bunun sonucunda hissettiği huzursuzluk ve öfke karışımıdır. Bu duygu, sevgiliden, arkadaştan, başarıdan ya da maddi varlıklardan doğabilir. Kıskançlık, özünde bir eksiklik hissi ve yetersizlik duygusundan kaynaklanır. Kişi, başkalarının sahip olduklarına erişemediğinde ya da bunları kaybetme korkusuyla kıskançlık duyar.
Elbette kıskançlıktan bahsedilen bir yazı da fesatlıktan bahsetmemek olmaz. Zira kıskançlık ve fesatlık iki kötü kardeştir. İkisi de kötüdür ancak hangisi daha kötü derseniz bence fesatlık kötülük konusunda kıskançlığın bir adım önündedir. Hatta daha ince düşünürsek kıskançlık fesatlığın annesidir desek daha doğru olur sanırım. Fesatlık, insan ruhunun en karanlık köşelerinde filizlenen ve oradan yayılan bir zehirdir. Bu duygu, bir kişinin başkalarının mutluluğunu, başarısını ve iyiliğini çekememesi, bunları yok etmeye ya da zarar vermeye yönelik bir istek duymasıdır. Fesatlık, kıskançlıktan doğar, ancak onun çok ötesine geçerek aktif bir kötülük arayışına dönüşür. Kıskançlık, başkalarının sahip olduklarına duyulan arzu ve huzursuzluksa, fesatlık, bu sahipliklerin başkalarına zarar verecek şekilde yok edilmesi arzusudur. Fesatlık, çoğunlukla kişinin kendi iç dünyasındaki derin eksiklikler ve yetersizliklerden beslenir. Kendini yetersiz ve değersiz hisseden birey, bu duygularla başa çıkmak yerine, başkalarının mutluluğunu ve başarısını yok etmeye çalışarak kendini daha iyi hissetmeye çalışır. Bu, bir tür kendini koruma mekanizmasıdır, ancak son derece zararlıdır. Fesat kişi, başkalarının mutluluğunu kendi mutsuzluğu olarak algılar ve bu algı, onu her türlü kötülüğü yapmaya itebilir. Fesatlık, bireyler arasında güvensizlik ve düşmanlık tohumları eker. İş yerinde, okulda, aile içinde ya da arkadaş çevresinde fesat bir kişinin varlığı, huzursuzluk ve çatışma yaratır. Bu kişi, iftira atarak, dedikodu yaparak, başkalarını manipüle ederek ve yalanlarla insanları birbirine düşürerek, çevresindeki insanların hayatlarını mahvedebilir. Fesatlık, sadece hedef alınan kişiye değil, genel anlamda tüm sosyal ortama zarar verir. Bir örnek olarak, bir iş yerinde fesatlık yapan bir kişi, başarılı bir meslektaşını küçük düşürmek ve onun önünü kesmek için iftiralar atabilir, yanlış bilgiler yayabilir ya da doğrudan sabotaj girişimlerinde bulunabilir. Bu tür davranışlar, sadece hedef alınan kişiyi değil, genel iş ortamını da zehirler, güven duygusunu zedeler ve verimliliği düşürür. Fesatlık, fesat duygusunu besleyen kişiye de büyük zararlar verir. Bu kişi, iç huzurunu kaybeder ve sürekli bir tatminsizlik içinde yaşar. Fesatlık, bireyin ruhsal sağlığını bozar ve onu depresyon, anksiyete gibi psikolojik rahatsızlıklarla karşı karşıya bırakır. Fesatlık, bir yandan başkalarına zarar verirken, diğer yandan fesat kişisinin kendi iç dünyasını da tüketir. Fesat bir insan, gerçek anlamda bir mutluluğa asla ulaşamaz. Çünkü mutluluk, başkalarının başarısızlığı ve mutsuzluğu üzerine inşa edilemez. Gerçek mutluluk, sevgi, empati ve iç huzur üzerine kurulur. Fesatlık ise bu duyguların tam zıddıdır ve bu nedenle fesat bir kişi, sürekli bir huzursuzluk ve tatminsizlik içinde kalır.
Fesatlık, insan ruhunun en yıkıcı duygularından biridir ve bu duygu hem bireye hem de çevresine büyük zararlar verir. Fesatlık, kıskançlıktan doğar ve aktif bir kötülük arayışına dönüşerek, başkalarının mutluluğunu ve başarısını yok etmeye çalışır. Ancak, fesatlıkla başa çıkmak ve bu duyguyu dönüştürmek mümkündür. İç huzuru ve gerçek mutluluğu bulmak, başkalarının mutluluğunu gölgelemekle değil, kendi iç dünyamızı aydınlatmakla mümkündür. Fesatlıktan arınmış bir yaşam, daha anlamlı ve tatmin edici bir yaşamdır.
Kıskançlık ve fesatlık, insan ruhunun en karanlık derinliklerinden doğan, bireyi ve çevresini tüketen iki zehirli duygu. Bu duyguların pençesine düşen bir insan hem kendine hem de başkalarına büyük zararlar verebilir. Kıskanç ve fesat bir insanın, her türlü kötülüğü yapabilecek kapasitede olması ve asla gerçek bireysel mutluluğa ulaşamayacak olması, insan doğasının trajik bir gerçeğidir. Kıskançlık, bir başkasının sahip olduklarına duyulan derin arzu ve bu arzunun sonucunda hissedilen öfke ve huzursuzluk karışımıdır. Fesatlık ise, kıskançlığın bir adım ötesine geçer ve başkasının iyiliğini istememe, onun zarar görmesini dileme noktasına gelir. Kıskanç ve fesat bir insan, başkalarının mutluluğunu kendi mutsuzluğu olarak algılar ve bu nedenle başkalarına zarar vermekten çekinmez. Bu duygular, çoğu zaman yetersizlik ve değersizlik hissinden kaynaklanır. Kendi iç dünyasında tatmin olmayan birey, başkalarının sahip olduklarını ya da başardıklarını bir tehdit olarak görür. Bu tehdit algısı, onu her türlü kötülüğü yapmaya sevk eder. Başkalarının mutluluğunu gölgelemek, başarılarını engellemek ya da onları küçük düşürmek, bu kişinin kendi iç huzurunu sağlama çabasının bir parçasıdır.
Kıskanç ve fesat bir insan, bu zehirli duygularla hareket ettiği sürece asla gerçek bireysel mutluluğa ulaşamaz. Çünkü mutluluk, başkalarının başarısızlığı üzerine inşa edilebilecek bir yapı değildir. Mutluluk, iç huzur, tatmin ve sevgi temelleri üzerine kurulur. Başkalarına zarar vermekten haz duyan biri, kendi iç dünyasında sürekli bir huzursuzluk ve tatminsizlik yaşar. Bu kişiler, kıskançlık ve fesatlık duygularını besleyerek kendi ruhlarını da zehirler. Sürekli bir rekabet ve düşmanlık içinde olmak, kişinin ruhsal sağlığını bozar. Depresyon, anksiyete ve diğer psikolojik rahatsızlıklar, bu tür duyguların sürekli yaşanmasının sonucunda ortaya çıkabilir. Kıskanç ve fesat bir insan, kendini değersiz ve yetersiz hissederken, başkalarının mutluluğunu ve başarısını gölgelemekle uğraştığı için kendi hayatını da anlamlı kılacak hedefler belirleyemez.
Kıskançlık ve fesatlık duygularının üstesinden gelmek, uzun ve zorlu bir süreçtir. Bu duyguların kaynağını anlamak ve kabul etmek, ilk adımdır. Kendi yetersizliklerini ve eksikliklerini kabul ederek, bunları iyileştirmek için çaba sarf etmek gereklidir. Kendi hayatına odaklanmak ve başkalarının hayatlarını bir tehdit olarak görmek yerine bir ilham kaynağı olarak kabul etmek, bu duyguların azalmasına yardımcı olabilir. Ayrıca, kıskanç ve fesat bir insan, kendi duygusal zekasını geliştirmeli ve empati yeteneğini artırmalıdır. Empati, başkalarının duygularını ve ihtiyaçlarını anlamayı sağlar ve bu da bireyin kendi kıskançlık ve fesatlık duygularıyla başa çıkmasına yardımcı olur. Bu duyguların yerine sevgi, anlayış ve destek duygularını koymak, bireyin ruhsal sağlığını ve genel mutluluğunu artırır. Kıskançlık ve fesatlık, insan ruhunun en yıkıcı duygularından ikisidir. Bu duyguların pençesine düşen bir insan, her türlü kötülüğü yapabilecek kapasitededir ve bu süreçte hem kendine hem de çevresine büyük zararlar verir. Ancak, bu duyguların farkına varmak ve bunlarla başa çıkmak mümkündür. İç huzuru ve gerçek mutluluğu bulmak, başkalarının mutluluğunu gölgelemekle değil, kendi iç dünyamızı aydınlatmakla mümkündür. Kıskançlık ve fesatlıktan arınmış bir yaşam, daha anlamlı ve tatmin edici bir yaşamdır.
Tarihin sayfalarına baktığımızda, kıskançlığın nelere mal olduğunu görmek mümkündür. Antik Yunan mitolojisinde, kıskançlık tanrıçaların bile savaşlar çıkarmasına neden olmuştur. Paris’in Afrodit’i seçmesiyle başlayan Truva Savaşı, Hera ve Athena’nın kıskançlık krizlerinin bir sonucudur. Shakespeare’in ünlü tragedyası "Othello"da, kıskançlığın insanları nasıl deliliğe ve cinayete sürükleyebileceği trajik bir şekilde anlatılır. Othello’nun Desdemona’ya olan körü körüne kıskançlığı, onun hem kendi hayatını hem de sevdiği kadının hayatını mahvetmesine neden olur.
Kıskançlık, yalnızca başkalarına değil, bu duyguyu taşıyan kişiye de büyük zararlar verir. İlk olarak, kıskançlık bireyin iç huzurunu bozar. Kıskanç bir kişi, sürekli bir başkasının hayatına odaklanarak kendi yaşamının güzelliklerini göz ardı eder. Bu, kişinin kendi potansiyelini gerçekleştirmesine engel olur ve onu sürekli bir tatminsizlik içinde yaşatır. Kıskançlık aynı zamanda ilişkileri de zehirler. Bir dostluk ya da aşk ilişkisi içinde kıskançlık başladığında, güvensizlik ve paranoya devreye girer. Kıskanç kişi, karşısındaki kişinin her hareketini şüpheyle değerlendirir ve bu durum ilişkiyi yıpratır. Bu güvensizlik, zamanla karşı tarafı da yıpratır ve ilişkinin sonlanmasına neden olabilir.
Toplumsal düzeyde kıskançlık, sosyal huzuru ve adaleti de tehdit eder. Bir toplumda kıskançlık yaygınlaştığında, bireyler arasındaki rekabet artar ve dayanışma duygusu zayıflar. Bu, toplumsal çatışmaların ve bölünmelerin artmasına yol açabilir. Kıskançlık aynı zamanda sosyal hiyerarşilerin pekişmesine ve eşitsizliklerin derinleşmesine neden olur.
Kıskançlık, insan doğasının bir parçası olarak kabul edilse de, bu duygunun üstesinden gelmek mümkündür. İlk adım, kıskançlığın kaynağını anlamak ve bu duygunun neden ortaya çıktığını sorgulamaktır. Kişi, kendi eksikliklerini ve yetersizliklerini kabul ederek, bunları iyileştirmeye çalışmalıdır. Özellikle sevgi ve güven ilişkilerinde açık iletişim büyük önem taşır. Kıskançlık hisseden kişi, duygularını açıkça ifade etmeli ve karşısındaki kişiyle dürüstçe konuşmalıdır. Bu, yanlış anlaşılmaların önüne geçer ve ilişkinin güçlenmesine yardımcı olur. Kendi hayatına odaklanmak ve başkalarının başarılarını bir tehdit olarak görmek yerine bir ilham kaynağı olarak kabul etmek de kıskançlığın azalmasına yardımcı olabilir. Kişi, kendi hedeflerine ve değerlerine odaklanarak, başkalarının hayatlarına değil kendi yaşam yolculuğuna önem vermelidir.
Kıskançlıktan bahsetmişken elbette insanlık tarihinin ilk kıskançlık hikayesi olan Habil ile Kabil’in hikayesinden bahsetmemek olmaz. Habil ile Kabil, Adem ile Havva’nın iki oğludur. Habil, çobanlık yaparken, Kabil çiftçilikle uğraşmaktadır. Her iki kardeş de Yaratıcı’ya birer kurban sunar. Habil, sürüsünün en iyi kuzularından birini kurban ederken, Kabil tarlalarının ürünlerinden sunar. Yaratıcı, Habil’in kurbanını kabul eder, fakat Kabil’in kurbanını reddeder. Bu durum, Kabil’in içinde büyük bir kıskançlık ve öfke uyandırır. Yaratıcı’nın Habil’in kurbanını kabul etmesi ve Kabil’in kurbanını reddetmesi, Kabil’in kıskançlık duygularını tetikler. Kabil, kardeşi Habil’in Yaratıcı tarafından kabul edilmesini hazmedemez. Bu kıskançlık, zamanla fesatlığa dönüşür. Kabil, sadece Habil’i kıskanmakla kalmaz, aynı zamanda onun yok olmasını ister. Kendi başarısızlığı ve yetersizliğiyle yüzleşmek yerine, Habil’in başarı ve kabulünü ortadan kaldırarak kendi iç huzurunu sağlamaya çalışır. Kıskançlık ve fesatlıkla dolup taşan Kabil, sonunda kardeşi Habil’i öldürmeye karar verir. Kardeşini tarlaya çağırır ve orada onu öldürür. Bu korkunç cinayet, kıskançlık ve fesatlığın ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterir. Kabil, kıskançlık ve fesatlıkla hareket ederek sadece kardeşinin hayatını sonlandırmakla kalmaz, aynı zamanda kendi ruhunu da karanlığa gömer. Yaratıcı, Kabil’e kardeşinin nerede olduğunu sorduğunda, Kabil “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diyerek yanıt verir. Ancak Yaratıcı Kabil’in suçunu bilir ve onu lanetler. Kabil, bu lanet sonucunda yeryüzünde sürgün hayatı yaşamak zorunda kalır. Ayrıca bundan sonra işlenecek tüm cinayetlerin günahı da Kabil’e yüklenir. Kabil’in hayatı, işlediği cinayet ve bu cinayetin sonuçları nedeniyle bir trajediye dönüşür. Habil ile Kabil’in hikayesi, kıskançlık ve fesatlığın insan hayatında nasıl yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini açıkça gösterir. Kıskançlık, Kabil’in gözlerini kör eder ve onu kardeşine karşı acımasız bir şekilde harekete geçirir. Fesatlık, Kabil’i en kötü suçu işlemeye yönlendirir: cinayet. Bu hikâye, kıskançlık ve fesatlığın insanı nasıl tüketebileceğini ve sonunda hem kendisine hem de çevresine büyük zararlar verebileceğini öğretir.
Semavi dinlerin hepsinde kıskançlık ve fesatlık günah olarak tanımlanmış ve yasaklanmıştır. Yahudilik, kıskançlığı ve fesatlığı ahlaki ve ruhsal bir tehlike olarak görür. Tevrat'ta kıskançlık ve fesatlıkla ilgili birçok hikaye ve öğreti bulunur. En bilinen örneklerden biri, Kabil ile Habil'in yukarıda bahsettiğimiz hikayesidir. Yahudilikte kıskançlık, “ayin hara” (kötü göz) olarak adlandırılır ve başkalarının mutluluğunu kıskanmayı ve onların sahip olduklarına göz dikmeyi ifade eder. Bu, kişinin kendi ruhsal sağlığını ve toplumsal uyumu bozduğu için şiddetle kınanır. Tevrat, başkalarının başarısını kıskanmak yerine, kendi yeteneklerini geliştirmeyi ve Tanrı'nın takdirine güvenmeyi öğretir.
Hristiyanlık, kıskançlığı ve fesatlığı günah olarak kabul eder ve bu duyguların insanın Tanrı ile olan ilişkisini zedelediğini vurgular. İncil'de, kıskançlık ve fesatlıkla ilgili birçok öğreti ve hikâye yer alır. Pavlus’un Galatyalılar’a Mektubu’nda (Galatyalılar 5:19-21), kıskançlık ve fesatlık, “etin işleri” olarak tanımlanır ve bunların Tanrı’nın Krallığı’na girmeyi engelleyen davranışlar olduğu belirtilir. Yeni Ahit'te kıskançlık ve fesatlık, sevgisizlik ve bencilliğin bir sonucu olarak görülür. Hristiyanlık, bireyleri bu duygularla başa çıkmaları için sevgi, alçakgönüllülük ve özveriyi teşvik eder. Mesih'in öğretileri, başkalarını yargılamadan sevmeyi ve onlara yardım etmeyi öğütler. Bu, kıskançlık ve fesatlığın üstesinden gelmenin bir yolu olarak görülür.
Yüce dinimiz İslamiyet, kıskançlık ve fesatlığı, iman ve ahlakın zıddı olarak değerlendirir. Kur'an-ı Kerim'de, kıskançlık ve fesatlıkla ilgili birçok ayet ve öğüt bulunur. Örneğin, Yusuf Suresi’nde, Yusuf’un kardeşlerinin ona karşı duyduğu kıskançlık, onları onu kuyuya atmaya sevk eder. Bu hikâye, kıskançlığın aile içi ilişkileri bile nasıl bozabileceğini gösterir. İslam’da kıskançlık “haset” olarak adlandırılır ve büyük günahlardan biri olarak kabul edilir. Hadislerde, haset eden kişinin kendi hayatını da zorlaştırdığı ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştığı belirtilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Birbirinize haset etmeyin” buyurarak, bu duygunun toplumsal huzuru bozduğunu vurgulamıştır. İslamiyet, kıskançlık ve fesatlığın üstesinden gelmek için sabır, şükür ve başkalarına dua etmeyi öğütler.
Semavi olmayan dinlerden birisi olan Budizm, kıskançlık ve fesatlığı, zihinsel ve duygusal acının kaynakları olarak görür. Bu duygular, bireyin “dukkha” yani ıstırap çekmesine neden olur. Budizm, bu tür negatif duyguların üstesinden gelmek için farkındalık ve meditasyon pratiklerini önerir. Budizm’de, kıskançlık ve fesatlık, cehaletin bir ürünü olarak kabul edilir. Birey, başkalarının sahip olduklarını kıskanarak kendi iç huzurunu bozar. Budist öğretiler, kıskançlık ve fesatlığın üstesinden gelmek için metta (sevgi dolu nezaket) ve karuna (şefkat) pratiğini teşvik eder. Bu, başkalarının mutluluğuna sevinmeyi ve onların iyiliği için dua etmeyi içerir. Birey, bu şekilde kendi zihin ve ruh sağlığını korur ve içsel huzura ulaşır.
Kıskançlık, insan ruhunun karanlık bir yanıdır, ancak bu duyguyu tanımak ve kontrol altına almak mümkündür. Tarih boyunca birçok trajediye ve çatışmaya neden olan kıskançlık, bireylerin iç huzurunu ve toplumsal barışı tehdit eder. Ancak, kendini tanıma ve açık iletişimle bu yıkıcı duygunun üstesinden gelmek mümkündür. Kıskançlık, yıkıcı bir güçten ziyade, kişisel gelişim ve olgunlaşma için bir fırsat olarak görülmelidir. Bu şekilde, kıskançlık duygusunu dönüştürmek ve daha sağlıklı, huzurlu bir yaşam sürmek mümkün olur. Fesatlık ise, insan ruhunun en yıkıcı duygularından biridir ve bu duygu hem bireye hem de çevresine büyük zararlar verir. Fesatlık, kıskançlıktan doğar ve aktif bir kötülük arayışına dönüşerek, başkalarının mutluluğunu ve başarısını yok etmeye çalışır. Ancak, fesatlıkla başa çıkmak ve bu duyguyu dönüştürmek mümkündür. İç huzuru ve gerçek mutluluğu bulmak, başkalarının mutluluğunu gölgelemekle değil, kendi iç dünyamızı aydınlatmakla mümkündür. Fesatlıktan arınmış bir yaşam, daha anlamlı ve tatmin edici bir yaşamdır.
Elbette kıskançlıktan bahsedilen bir yazı da fesatlıktan bahsetmemek olmaz. Zira kıskançlık ve fesatlık iki kötü kardeştir. İkisi de kötüdür ancak hangisi daha kötü derseniz bence fesatlık kötülük konusunda kıskançlığın bir adım önündedir. Hatta daha ince düşünürsek kıskançlık fesatlığın annesidir desek daha doğru olur sanırım. Fesatlık, insan ruhunun en karanlık köşelerinde filizlenen ve oradan yayılan bir zehirdir. Bu duygu, bir kişinin başkalarının mutluluğunu, başarısını ve iyiliğini çekememesi, bunları yok etmeye ya da zarar vermeye yönelik bir istek duymasıdır. Fesatlık, kıskançlıktan doğar, ancak onun çok ötesine geçerek aktif bir kötülük arayışına dönüşür. Kıskançlık, başkalarının sahip olduklarına duyulan arzu ve huzursuzluksa, fesatlık, bu sahipliklerin başkalarına zarar verecek şekilde yok edilmesi arzusudur. Fesatlık, çoğunlukla kişinin kendi iç dünyasındaki derin eksiklikler ve yetersizliklerden beslenir. Kendini yetersiz ve değersiz hisseden birey, bu duygularla başa çıkmak yerine, başkalarının mutluluğunu ve başarısını yok etmeye çalışarak kendini daha iyi hissetmeye çalışır. Bu, bir tür kendini koruma mekanizmasıdır, ancak son derece zararlıdır. Fesat kişi, başkalarının mutluluğunu kendi mutsuzluğu olarak algılar ve bu algı, onu her türlü kötülüğü yapmaya itebilir. Fesatlık, bireyler arasında güvensizlik ve düşmanlık tohumları eker. İş yerinde, okulda, aile içinde ya da arkadaş çevresinde fesat bir kişinin varlığı, huzursuzluk ve çatışma yaratır. Bu kişi, iftira atarak, dedikodu yaparak, başkalarını manipüle ederek ve yalanlarla insanları birbirine düşürerek, çevresindeki insanların hayatlarını mahvedebilir. Fesatlık, sadece hedef alınan kişiye değil, genel anlamda tüm sosyal ortama zarar verir. Bir örnek olarak, bir iş yerinde fesatlık yapan bir kişi, başarılı bir meslektaşını küçük düşürmek ve onun önünü kesmek için iftiralar atabilir, yanlış bilgiler yayabilir ya da doğrudan sabotaj girişimlerinde bulunabilir. Bu tür davranışlar, sadece hedef alınan kişiyi değil, genel iş ortamını da zehirler, güven duygusunu zedeler ve verimliliği düşürür. Fesatlık, fesat duygusunu besleyen kişiye de büyük zararlar verir. Bu kişi, iç huzurunu kaybeder ve sürekli bir tatminsizlik içinde yaşar. Fesatlık, bireyin ruhsal sağlığını bozar ve onu depresyon, anksiyete gibi psikolojik rahatsızlıklarla karşı karşıya bırakır. Fesatlık, bir yandan başkalarına zarar verirken, diğer yandan fesat kişisinin kendi iç dünyasını da tüketir. Fesat bir insan, gerçek anlamda bir mutluluğa asla ulaşamaz. Çünkü mutluluk, başkalarının başarısızlığı ve mutsuzluğu üzerine inşa edilemez. Gerçek mutluluk, sevgi, empati ve iç huzur üzerine kurulur. Fesatlık ise bu duyguların tam zıddıdır ve bu nedenle fesat bir kişi, sürekli bir huzursuzluk ve tatminsizlik içinde kalır.
Fesatlık, insan ruhunun en yıkıcı duygularından biridir ve bu duygu hem bireye hem de çevresine büyük zararlar verir. Fesatlık, kıskançlıktan doğar ve aktif bir kötülük arayışına dönüşerek, başkalarının mutluluğunu ve başarısını yok etmeye çalışır. Ancak, fesatlıkla başa çıkmak ve bu duyguyu dönüştürmek mümkündür. İç huzuru ve gerçek mutluluğu bulmak, başkalarının mutluluğunu gölgelemekle değil, kendi iç dünyamızı aydınlatmakla mümkündür. Fesatlıktan arınmış bir yaşam, daha anlamlı ve tatmin edici bir yaşamdır.
Kıskançlık ve fesatlık, insan ruhunun en karanlık derinliklerinden doğan, bireyi ve çevresini tüketen iki zehirli duygu. Bu duyguların pençesine düşen bir insan hem kendine hem de başkalarına büyük zararlar verebilir. Kıskanç ve fesat bir insanın, her türlü kötülüğü yapabilecek kapasitede olması ve asla gerçek bireysel mutluluğa ulaşamayacak olması, insan doğasının trajik bir gerçeğidir. Kıskançlık, bir başkasının sahip olduklarına duyulan derin arzu ve bu arzunun sonucunda hissedilen öfke ve huzursuzluk karışımıdır. Fesatlık ise, kıskançlığın bir adım ötesine geçer ve başkasının iyiliğini istememe, onun zarar görmesini dileme noktasına gelir. Kıskanç ve fesat bir insan, başkalarının mutluluğunu kendi mutsuzluğu olarak algılar ve bu nedenle başkalarına zarar vermekten çekinmez. Bu duygular, çoğu zaman yetersizlik ve değersizlik hissinden kaynaklanır. Kendi iç dünyasında tatmin olmayan birey, başkalarının sahip olduklarını ya da başardıklarını bir tehdit olarak görür. Bu tehdit algısı, onu her türlü kötülüğü yapmaya sevk eder. Başkalarının mutluluğunu gölgelemek, başarılarını engellemek ya da onları küçük düşürmek, bu kişinin kendi iç huzurunu sağlama çabasının bir parçasıdır.
Kıskanç ve fesat bir insan, bu zehirli duygularla hareket ettiği sürece asla gerçek bireysel mutluluğa ulaşamaz. Çünkü mutluluk, başkalarının başarısızlığı üzerine inşa edilebilecek bir yapı değildir. Mutluluk, iç huzur, tatmin ve sevgi temelleri üzerine kurulur. Başkalarına zarar vermekten haz duyan biri, kendi iç dünyasında sürekli bir huzursuzluk ve tatminsizlik yaşar. Bu kişiler, kıskançlık ve fesatlık duygularını besleyerek kendi ruhlarını da zehirler. Sürekli bir rekabet ve düşmanlık içinde olmak, kişinin ruhsal sağlığını bozar. Depresyon, anksiyete ve diğer psikolojik rahatsızlıklar, bu tür duyguların sürekli yaşanmasının sonucunda ortaya çıkabilir. Kıskanç ve fesat bir insan, kendini değersiz ve yetersiz hissederken, başkalarının mutluluğunu ve başarısını gölgelemekle uğraştığı için kendi hayatını da anlamlı kılacak hedefler belirleyemez.
Kıskançlık ve fesatlık duygularının üstesinden gelmek, uzun ve zorlu bir süreçtir. Bu duyguların kaynağını anlamak ve kabul etmek, ilk adımdır. Kendi yetersizliklerini ve eksikliklerini kabul ederek, bunları iyileştirmek için çaba sarf etmek gereklidir. Kendi hayatına odaklanmak ve başkalarının hayatlarını bir tehdit olarak görmek yerine bir ilham kaynağı olarak kabul etmek, bu duyguların azalmasına yardımcı olabilir. Ayrıca, kıskanç ve fesat bir insan, kendi duygusal zekasını geliştirmeli ve empati yeteneğini artırmalıdır. Empati, başkalarının duygularını ve ihtiyaçlarını anlamayı sağlar ve bu da bireyin kendi kıskançlık ve fesatlık duygularıyla başa çıkmasına yardımcı olur. Bu duyguların yerine sevgi, anlayış ve destek duygularını koymak, bireyin ruhsal sağlığını ve genel mutluluğunu artırır. Kıskançlık ve fesatlık, insan ruhunun en yıkıcı duygularından ikisidir. Bu duyguların pençesine düşen bir insan, her türlü kötülüğü yapabilecek kapasitededir ve bu süreçte hem kendine hem de çevresine büyük zararlar verir. Ancak, bu duyguların farkına varmak ve bunlarla başa çıkmak mümkündür. İç huzuru ve gerçek mutluluğu bulmak, başkalarının mutluluğunu gölgelemekle değil, kendi iç dünyamızı aydınlatmakla mümkündür. Kıskançlık ve fesatlıktan arınmış bir yaşam, daha anlamlı ve tatmin edici bir yaşamdır.
Tarihin sayfalarına baktığımızda, kıskançlığın nelere mal olduğunu görmek mümkündür. Antik Yunan mitolojisinde, kıskançlık tanrıçaların bile savaşlar çıkarmasına neden olmuştur. Paris’in Afrodit’i seçmesiyle başlayan Truva Savaşı, Hera ve Athena’nın kıskançlık krizlerinin bir sonucudur. Shakespeare’in ünlü tragedyası "Othello"da, kıskançlığın insanları nasıl deliliğe ve cinayete sürükleyebileceği trajik bir şekilde anlatılır. Othello’nun Desdemona’ya olan körü körüne kıskançlığı, onun hem kendi hayatını hem de sevdiği kadının hayatını mahvetmesine neden olur.
Kıskançlık, yalnızca başkalarına değil, bu duyguyu taşıyan kişiye de büyük zararlar verir. İlk olarak, kıskançlık bireyin iç huzurunu bozar. Kıskanç bir kişi, sürekli bir başkasının hayatına odaklanarak kendi yaşamının güzelliklerini göz ardı eder. Bu, kişinin kendi potansiyelini gerçekleştirmesine engel olur ve onu sürekli bir tatminsizlik içinde yaşatır. Kıskançlık aynı zamanda ilişkileri de zehirler. Bir dostluk ya da aşk ilişkisi içinde kıskançlık başladığında, güvensizlik ve paranoya devreye girer. Kıskanç kişi, karşısındaki kişinin her hareketini şüpheyle değerlendirir ve bu durum ilişkiyi yıpratır. Bu güvensizlik, zamanla karşı tarafı da yıpratır ve ilişkinin sonlanmasına neden olabilir.
Toplumsal düzeyde kıskançlık, sosyal huzuru ve adaleti de tehdit eder. Bir toplumda kıskançlık yaygınlaştığında, bireyler arasındaki rekabet artar ve dayanışma duygusu zayıflar. Bu, toplumsal çatışmaların ve bölünmelerin artmasına yol açabilir. Kıskançlık aynı zamanda sosyal hiyerarşilerin pekişmesine ve eşitsizliklerin derinleşmesine neden olur.
Kıskançlık, insan doğasının bir parçası olarak kabul edilse de, bu duygunun üstesinden gelmek mümkündür. İlk adım, kıskançlığın kaynağını anlamak ve bu duygunun neden ortaya çıktığını sorgulamaktır. Kişi, kendi eksikliklerini ve yetersizliklerini kabul ederek, bunları iyileştirmeye çalışmalıdır. Özellikle sevgi ve güven ilişkilerinde açık iletişim büyük önem taşır. Kıskançlık hisseden kişi, duygularını açıkça ifade etmeli ve karşısındaki kişiyle dürüstçe konuşmalıdır. Bu, yanlış anlaşılmaların önüne geçer ve ilişkinin güçlenmesine yardımcı olur. Kendi hayatına odaklanmak ve başkalarının başarılarını bir tehdit olarak görmek yerine bir ilham kaynağı olarak kabul etmek de kıskançlığın azalmasına yardımcı olabilir. Kişi, kendi hedeflerine ve değerlerine odaklanarak, başkalarının hayatlarına değil kendi yaşam yolculuğuna önem vermelidir.
Kıskançlıktan bahsetmişken elbette insanlık tarihinin ilk kıskançlık hikayesi olan Habil ile Kabil’in hikayesinden bahsetmemek olmaz. Habil ile Kabil, Adem ile Havva’nın iki oğludur. Habil, çobanlık yaparken, Kabil çiftçilikle uğraşmaktadır. Her iki kardeş de Yaratıcı’ya birer kurban sunar. Habil, sürüsünün en iyi kuzularından birini kurban ederken, Kabil tarlalarının ürünlerinden sunar. Yaratıcı, Habil’in kurbanını kabul eder, fakat Kabil’in kurbanını reddeder. Bu durum, Kabil’in içinde büyük bir kıskançlık ve öfke uyandırır. Yaratıcı’nın Habil’in kurbanını kabul etmesi ve Kabil’in kurbanını reddetmesi, Kabil’in kıskançlık duygularını tetikler. Kabil, kardeşi Habil’in Yaratıcı tarafından kabul edilmesini hazmedemez. Bu kıskançlık, zamanla fesatlığa dönüşür. Kabil, sadece Habil’i kıskanmakla kalmaz, aynı zamanda onun yok olmasını ister. Kendi başarısızlığı ve yetersizliğiyle yüzleşmek yerine, Habil’in başarı ve kabulünü ortadan kaldırarak kendi iç huzurunu sağlamaya çalışır. Kıskançlık ve fesatlıkla dolup taşan Kabil, sonunda kardeşi Habil’i öldürmeye karar verir. Kardeşini tarlaya çağırır ve orada onu öldürür. Bu korkunç cinayet, kıskançlık ve fesatlığın ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterir. Kabil, kıskançlık ve fesatlıkla hareket ederek sadece kardeşinin hayatını sonlandırmakla kalmaz, aynı zamanda kendi ruhunu da karanlığa gömer. Yaratıcı, Kabil’e kardeşinin nerede olduğunu sorduğunda, Kabil “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diyerek yanıt verir. Ancak Yaratıcı Kabil’in suçunu bilir ve onu lanetler. Kabil, bu lanet sonucunda yeryüzünde sürgün hayatı yaşamak zorunda kalır. Ayrıca bundan sonra işlenecek tüm cinayetlerin günahı da Kabil’e yüklenir. Kabil’in hayatı, işlediği cinayet ve bu cinayetin sonuçları nedeniyle bir trajediye dönüşür. Habil ile Kabil’in hikayesi, kıskançlık ve fesatlığın insan hayatında nasıl yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini açıkça gösterir. Kıskançlık, Kabil’in gözlerini kör eder ve onu kardeşine karşı acımasız bir şekilde harekete geçirir. Fesatlık, Kabil’i en kötü suçu işlemeye yönlendirir: cinayet. Bu hikâye, kıskançlık ve fesatlığın insanı nasıl tüketebileceğini ve sonunda hem kendisine hem de çevresine büyük zararlar verebileceğini öğretir.
Semavi dinlerin hepsinde kıskançlık ve fesatlık günah olarak tanımlanmış ve yasaklanmıştır. Yahudilik, kıskançlığı ve fesatlığı ahlaki ve ruhsal bir tehlike olarak görür. Tevrat'ta kıskançlık ve fesatlıkla ilgili birçok hikaye ve öğreti bulunur. En bilinen örneklerden biri, Kabil ile Habil'in yukarıda bahsettiğimiz hikayesidir. Yahudilikte kıskançlık, “ayin hara” (kötü göz) olarak adlandırılır ve başkalarının mutluluğunu kıskanmayı ve onların sahip olduklarına göz dikmeyi ifade eder. Bu, kişinin kendi ruhsal sağlığını ve toplumsal uyumu bozduğu için şiddetle kınanır. Tevrat, başkalarının başarısını kıskanmak yerine, kendi yeteneklerini geliştirmeyi ve Tanrı'nın takdirine güvenmeyi öğretir.
Hristiyanlık, kıskançlığı ve fesatlığı günah olarak kabul eder ve bu duyguların insanın Tanrı ile olan ilişkisini zedelediğini vurgular. İncil'de, kıskançlık ve fesatlıkla ilgili birçok öğreti ve hikâye yer alır. Pavlus’un Galatyalılar’a Mektubu’nda (Galatyalılar 5:19-21), kıskançlık ve fesatlık, “etin işleri” olarak tanımlanır ve bunların Tanrı’nın Krallığı’na girmeyi engelleyen davranışlar olduğu belirtilir. Yeni Ahit'te kıskançlık ve fesatlık, sevgisizlik ve bencilliğin bir sonucu olarak görülür. Hristiyanlık, bireyleri bu duygularla başa çıkmaları için sevgi, alçakgönüllülük ve özveriyi teşvik eder. Mesih'in öğretileri, başkalarını yargılamadan sevmeyi ve onlara yardım etmeyi öğütler. Bu, kıskançlık ve fesatlığın üstesinden gelmenin bir yolu olarak görülür.
Yüce dinimiz İslamiyet, kıskançlık ve fesatlığı, iman ve ahlakın zıddı olarak değerlendirir. Kur'an-ı Kerim'de, kıskançlık ve fesatlıkla ilgili birçok ayet ve öğüt bulunur. Örneğin, Yusuf Suresi’nde, Yusuf’un kardeşlerinin ona karşı duyduğu kıskançlık, onları onu kuyuya atmaya sevk eder. Bu hikâye, kıskançlığın aile içi ilişkileri bile nasıl bozabileceğini gösterir. İslam’da kıskançlık “haset” olarak adlandırılır ve büyük günahlardan biri olarak kabul edilir. Hadislerde, haset eden kişinin kendi hayatını da zorlaştırdığı ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştığı belirtilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Birbirinize haset etmeyin” buyurarak, bu duygunun toplumsal huzuru bozduğunu vurgulamıştır. İslamiyet, kıskançlık ve fesatlığın üstesinden gelmek için sabır, şükür ve başkalarına dua etmeyi öğütler.
Semavi olmayan dinlerden birisi olan Budizm, kıskançlık ve fesatlığı, zihinsel ve duygusal acının kaynakları olarak görür. Bu duygular, bireyin “dukkha” yani ıstırap çekmesine neden olur. Budizm, bu tür negatif duyguların üstesinden gelmek için farkındalık ve meditasyon pratiklerini önerir. Budizm’de, kıskançlık ve fesatlık, cehaletin bir ürünü olarak kabul edilir. Birey, başkalarının sahip olduklarını kıskanarak kendi iç huzurunu bozar. Budist öğretiler, kıskançlık ve fesatlığın üstesinden gelmek için metta (sevgi dolu nezaket) ve karuna (şefkat) pratiğini teşvik eder. Bu, başkalarının mutluluğuna sevinmeyi ve onların iyiliği için dua etmeyi içerir. Birey, bu şekilde kendi zihin ve ruh sağlığını korur ve içsel huzura ulaşır.
Kıskançlık, insan ruhunun karanlık bir yanıdır, ancak bu duyguyu tanımak ve kontrol altına almak mümkündür. Tarih boyunca birçok trajediye ve çatışmaya neden olan kıskançlık, bireylerin iç huzurunu ve toplumsal barışı tehdit eder. Ancak, kendini tanıma ve açık iletişimle bu yıkıcı duygunun üstesinden gelmek mümkündür. Kıskançlık, yıkıcı bir güçten ziyade, kişisel gelişim ve olgunlaşma için bir fırsat olarak görülmelidir. Bu şekilde, kıskançlık duygusunu dönüştürmek ve daha sağlıklı, huzurlu bir yaşam sürmek mümkün olur. Fesatlık ise, insan ruhunun en yıkıcı duygularından biridir ve bu duygu hem bireye hem de çevresine büyük zararlar verir. Fesatlık, kıskançlıktan doğar ve aktif bir kötülük arayışına dönüşerek, başkalarının mutluluğunu ve başarısını yok etmeye çalışır. Ancak, fesatlıkla başa çıkmak ve bu duyguyu dönüştürmek mümkündür. İç huzuru ve gerçek mutluluğu bulmak, başkalarının mutluluğunu gölgelemekle değil, kendi iç dünyamızı aydınlatmakla mümkündür. Fesatlıktan arınmış bir yaşam, daha anlamlı ve tatmin edici bir yaşamdır.
daha fazla
17 yıl Önceki Ben'e Mektup
İleti
Bugün, 42 yaşında bir yazar olarak, zamanın derinliklerinde kaybolmuş anılarımı ve pişmanlıklarımı düşünerek, 17 yıl öncesine, gençliğimin tam ortasında duran 25 yaşındaki halime bir mektup yazmak istiyorum. Şimdi, hayal gücümün zenginliği ve kelimelerimin akıcılığıyla, duygularımı kaleme dökerken, o genç adamın hayatına, düşüncelerine ve hayallerine yeniden dokunmayı arzuluyorum.
Sevgili 25 Yaşındaki Ben,
Bu satırları yazarken, zamanın nasıl da hızla akıp geçtiğini düşünüyorum. 17 yıl önce, hayalperest bir genç adamdın. Kalemin, kağıda dokunduğunda dünyayı değiştirebileceğine inanıyordun. Yazılarının akıcılığı ve sürükleyiciliğiyle insanlara ulaşmak, onları etkilemek istiyordun. Ama şimdi, 42 yaşımın getirdiği olgunlukla, gençliğin verdiği o coşkuyu ve aynı zamanda o coşkunun ardında yatan sabırsızlıkları hatırlıyorum.
Zamanında pek çok hata yaptın. Başarılı olma hırsıyla, hemen her fırsatı değerlendirmek istedin. Fakat, bu aceleciliğin yüzünden pek çok önemli ayrıntıyı gözden kaçırdın. Hayat, küçük detaylarda saklıdır sevgili genç ben. Büyük hayallerin peşinde koşarken, o detayları kaçırmak en büyük pişmanlığım oldu. Eğer 25 yaşındaki halime bir şey söyleyebilseydim, acele etmemesini, hayatın tadını çıkarmasını öğütlerdim.
Yıllar içinde, pek çok fırsatı kaçırdığını fark edeceksin. O zamanlar, her şeyin hemen olmasını istemen, seni daha da sabırsız yaptı. Ama bilmelisin ki, hayat bazen beklemeyi gerektirir. Sabır, en büyük erdemlerden biridir ve zamanla öğreneceksin ki, beklemek bazen en doğru seçimdir. Kaçırdığın fırsatların peşinden üzüntüyle koşma. Onlar seni sen yapan yolculuğun bir parçasıdır. Her fırsatın bir zamanı vardır ve o zaman geldiğinde, beklediğine değecektir.
Bu 17 yıl boyunca, yapmayı isteyip de yapamadığın pek çok şey olacak. Bu, hayatın bir gerçeği. Her hayalin peşinden gidemezsin, her arzunu gerçekleştiremezsin. Ama bu, hayallerinden vazgeçmen gerektiği anlamına gelmez. Sadece, bazı hayaller zaman alır ve olgunlaşmayı bekler. Kendine karşı nazik ol ve her şeyin bir zamanı olduğunu hatırla.
En büyük pişmanlıklarından biri, duygularını tam anlamıyla ifade edememek olacak. Hayatın koşuşturması içinde, sevdiklerine zaman ayırmayı ihmal edeceksin. Onlara olan sevgini ve değerini göstermek için daha fazla çaba sarf etmelisin. Kalbini aç, duygularını paylaşmaktan korkma. Çünkü sevdiklerin, hayatının en değerli parçalarıdır ve onlara yeterince zaman ayırmak, ileride pişmanlıklarını azaltacak.
Sabırsızlık, gençliğin en büyük düşmanı olacak. Her şeyin hemen olmasını istemen, seni bazen yanlış kararlar almaya itebilir. Ama unutma, hayatın gerçek güzellikleri sabırla bekleyeni bulur. Her şeyin bir zamanı var. Doğru zamanı beklemek, hayallerinin peşinden gitmek kadar önemlidir. Sabırlı olmayı öğren ve hayatın seni nereye götüreceğini gör.
Sevgili genç ben, bu 17 yıl boyunca pek çok şey öğreneceksin. Hataların, pişmanlıkların ve kaçırdığın fırsatlar, seni sen yapacak. Geçmişe dönüp baktığında, her şeyin bir anlamı olduğunu fark edeceksin. Hayallerinin peşinden gitmekten asla vazgeçme. Hatalarını kabullen ve onlardan ders al. Kendine güven ve hayallerini gerçekleştirmen için gereken zamanı kendine tanı.
Son olarak, kendini sev ve hayatın her anını dolu dolu yaşa. Çünkü sonunda, seni sen yapan her şey, bu yolculukta yaşadıkların olacak.
Sevgiyle,
42 Yaşındaki Sen
daha fazla
Para ve Para Kazanma Hırsı
İleti
Para, insanoğlunun binlerce yıllık tarihindeki en etkili buluşlardan biri olarak kabul edilebilir. Kökleri, takas ekonomisine dayanan ilkel toplumlara kadar uzanır. Para, zamanla insan hayatında merkezi bir rol oynamış ve toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel yapısını derinden etkilemiştir. İnsanlık tarihinin başlangıcında, toplumlar takas ekonomisiyle hayatta kalıyordu. İnsanlar, ihtiyaç duydukları mal ve hizmetleri doğrudan takas ederek elde ediyorlardı. Bu sistemin en büyük zorluğu, takas edilecek malların her zaman eşdeğer bir değere sahip olmaması ve ihtiyaçların örtüşmemesiydi. Örneğin, bir çobanın koyun karşılığında tahıl alması gerekiyorsa ve tahıl sahibi koyuna ihtiyaç duymuyorsa, ticaret yapılamıyordu. İşte bu noktada, daha evrensel bir değişim aracı olan paranın temelleri atılmaya başlandı. Tarihsel kayıtlara göre, yaklaşık M.Ö. 3000'lerde Mezopotamya’da ilk metal paralar kullanılmaya başlandı. Bu paralar, genellikle altın ve gümüş gibi kıymetli metallerden yapılıyordu. Metal paralar, taşınabilirlikleri ve dayanıklılıkları sayesinde takas ekonomisine göre büyük bir avantaj sağladı. Lidyalılar, M.Ö. 7. yüzyılda, ilk madeni paraları basarak, para kavramını daha da geliştirdi. Bu paralar, üzerinde basılı resmi mühürlerle devlet tarafından garanti edilen bir değer taşıyordu.
Para tarihindeki bir diğer önemli adım, kâğıt paranın icadıyla atıldı. Çinliler, Tang Hanedanlığı döneminde (M.S. 618-907), ticareti kolaylaştırmak amacıyla ilk kâğıt parayı geliştirdiler. Bu yenilik, tüccarların büyük miktarda metal para taşımak zorunda kalmadan ticaret yapabilmelerini sağladı. Kâğıt para, yavaş yavaş diğer toplumlara yayıldı ve para kavramını köklü bir şekilde değiştirdi. Ortaçağ Avrupa'sında, özellikle İtalya’da, bankacılık sistemi gelişmeye başladı. Bankalar, mevduat kabul eden, kredi veren ve para transferleri gerçekleştiren kurumlar olarak ortaya çıktı. Bu gelişme, paranın dolaşımını ve ekonomik faaliyetlerin ölçeğini artırdı. Bankalar, ticaretin ve ekonominin can damarı haline geldi. Floransa’da kurulan Medici Bankası, bu dönemdeki en ünlü bankalardan biriydi ve Avrupa'daki ekonomik faaliyetlerde büyük rol oynadı. 17. ve 18. yüzyıllarda, modern bankacılık sisteminin temelleri atıldı. Bu dönemde, İngiltere'de Bank of England'ın kurulması, modern merkez bankacılığının başlangıcını temsil eder. Merkez bankaları, para arzını kontrol eden, ekonomik istikrarı sağlamaya çalışan ve ulusal paranın değerini koruyan kurumlar olarak önemli bir rol oynadı. 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başları, dijital devrimin paranın doğasını yeniden şekillendirdiği bir dönem oldu. Kredi kartları, dijital bankacılık ve çevrimiçi ödeme sistemleri, paranın fiziksel olmaktan çıkıp dijital bir varlık haline gelmesine yol açtı. 2009 yılında, Satoshi Nakamoto takma adlı kişi veya grup tarafından Bitcoin'in yaratılması, para tarihinde yeni bir dönemi başlattı. Kripto paralar, merkezi olmayan yapıları ve blockchain teknolojisi sayesinde, geleneksel para sistemlerine alternatif olarak hızla yayıldı.
Para kazanma hırsı ise paranın şekli değişse de hiç değişmemiştir. Aslında para kazanma hırsı, modern toplumların en yaygın ve etkili motivasyon kaynaklarından biridir. Ancak bu hırs, kontrolsüz ve aşırıya kaçtığında hem bireyler hem de toplumlar için çeşitli olumsuz etkiler doğurur. Para kazanma hırsı, insanlık tarihinin her döneminde varlığını hissettirmiştir. Para, yaşamı kolaylaştıran, hatta bazen hayatta kalmayı sağlayan bir araçtır. Ancak, para kazanma hırsı, insani değerlerin ve ahlaki ilkelerin önüne geçtiğinde, birey ve toplum için büyük tehlikeler barındırır. Bu tehlikeler üzerine düşündüğümüzde, birçok meşhur yazar ve düşünürün eserlerinden ilham alabiliriz. Para kazanma hırsı, bireylerin ahlaki değerlerinden ödün vermelerine yol açabilir. Aşırı para arzusu, insanları dürüstlükten, sadakatten ve adalet duygusundan uzaklaştırabilir. Albert Camus’nün "Yabancı" adlı eserinde Meursault'nun duyarsızlığı ve toplumun değerlerine yabancılaşması, para ve başarı hırsının insanı nasıl bir manevi çöküntüye sürükleyebileceğini gösterir. Ahlaki değerlerin yok sayılması, bireyleri kısa vadeli kazançlar uğruna uzun vadede daha büyük kayıplara sürükler. Para kazanma hırsı, bireylerin psikolojik sağlıkları üzerinde de ciddi olumsuz etkiler yapar. Sürekli daha fazla kazanma arzusu, insanları strese, anksiyeteye ve hatta depresyona sürükler. Bu hırs, bireylerin sürekli rekabet halinde olmalarına, başarıya ulaşamadıklarında hayal kırıklığı yaşamalarına ve kendilerini yetersiz hissetmelerine yol açar. Uzun vadede, bu psikolojik baskılar, ciddi mental sağlık sorunlarına dönüşebilir.
Para kazanma hırsı, aile bağları ve dostluklar gibi temel insani ilişkileri de zedeler. İnsanlar, maddi kazançlar peşinde koşarken, sevdiklerine ve ilişkilerine yeterince zaman ve enerji ayıramaz hale gelirler. Bu durum, ilişkilerde soğukluk ve kopukluk yaratır. Çocuklar, ebeveynlerinin aşırı çalışma hırsı nedeniyle duygusal olarak ihmal edilebilirler. Dostluklar, maddi çıkarlar üzerine kurulu hale geldiğinde, gerçek dostluklar yerini sahte ilişkilere bırakır. Tolstoy, "İnsan Ne İle Yaşar" adlı eserinde, insanın gerçek mutluluğunun maddi zenginlikte değil, manevi değerlerde olduğunu vurgular. Tolstoy'un eserleri, para kazanma hırsının insan ruhunu nasıl zayıflattığını ve ahlaki çöküntüye yol açtığını açıkça gösterir. Tolstoy’a göre, "insanın gerçek gücü sevgide ve fedakarlıkta yatar, para ve maddi kazançlar sadece geçici birer yanılsamadır."
Para kazanma hırsının toplumsal düzeyde en belirgin etkilerinden biri, adaletsizliğin ve eşitsizliğin artmasıdır. Zengin ile fakir arasındaki uçurum, para kazanma hırsıyla daha da derinleşir. Karl Marx’ın belirttiği gibi, kapitalist sistemde para ve güç, birkaç kişinin elinde yoğunlaşır ve bu durum, toplumun büyük bir kısmının sömürülmesine yol açar. Toplumdaki ekonomik eşitsizlik, sosyal huzursuzluğa ve çatışmalara neden olur. İnsanlık, paraya olan düşkünlüğün trajik sonuçlarını, Charles Dickens’ın "İki Şehrin Hikayesi" gibi klasik eserlerinde de bulur. Dickens, Fransız Devrimi'nin arka planında geçen bu romanında, toplumun en alt tabakalarının yaşadığı yoksulluğu ve sefaletin, zenginlerin para ve güç hırsıyla nasıl körüklendiğini gözler önüne serer. Dickens’ın yarattığı karakterler, insani değerleri ve adaleti unutan bir toplumun kaçınılmaz olarak kaosa sürükleneceğini anlatır.
Para kazanma hırsı, doğal kaynakların aşırı ve bilinçsizce tüketilmesine de yol açar. Şirketler ve bireyler, daha fazla kar elde etmek için çevreye zarar vermekten çekinmezler. Ormanların yok edilmesi, su kaynaklarının kirlenmesi, hava kirliliği gibi çevresel sorunlar, para kazanma hırsının doğrudan sonuçlarıdır. Bu durum, uzun vadede gezegenimizin yaşanabilirliğini tehdit eder ve insanlığın geleceğini riske atar. Para kazanma hırsı, kültürel değerlerin ve geleneklerin de aşınmasına neden olur. Toplumlar, maddi başarıyı ve tüketimi ön plana çıkaran bir yaşam tarzını benimserken, kültürel miraslarını ve geleneklerini ihmal ederler. Bu durum, kültürel kimliklerin ve toplumsal bağların zayıflamasına yol açar. İnsanlar, para ve başarı uğruna, kendi kültürel köklerinden koparak, yüzeysel ve maddiyatçı bir yaşam tarzına yönelirler.
Dante Alighieri’nin "İlahi Komedya" adlı epik şiirinde, cehennem tasvirleri aracılığıyla insanın para ve güç hırsının nasıl bir düşüşe yol açtığını gözler önüne serer. Dante’nin cehennemi, sadece fiziksel bir acının mekânı değildir; aynı zamanda manevi çöküşün ve insani değerlerin kaybının da sembolüdür. Para kazanma hırsı, insanı cehennemin en derin çukurlarına sürükleyen bir güç olarak tasvir edilir.
Bu büyük yazar ve düşünürlerin ortak mesajı açıktır: Para kazanma hırsı, insanı ve toplumu yozlaştıran, gerçek mutluluğu ve anlamı gölgeleyen bir tehlikedir. Günümüz dünyasında, para kazanma hırsıyla değerlerini unutan bireyler, yalnızca kendilerini değil, toplumu da büyük bir uçuruma sürüklerler. Victor Hugo, "Sefiller" adlı eserinde, Jean Valjean’ın hayatında para ve güç hırsının yol açtığı ahlaki ikilemleri ve insani dönüşümleri ustalıkla işler. Hugo, insanın sevgi, merhamet ve adalet duygularıyla yeniden doğabileceğini gösterir. Ancak, paranın egemen olduğu bir dünyada bu değerler sık sık unutulur.
Ayrıca Para kazanma hırsı, birçok din ve felsefi sistemde çeşitli açılardan ele alınır. Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm ve İslam, para kazanma ve zenginlik konusunda benzer ve farklı perspektifler sunar. Her biri, maddi kazançların insani değerler ve manevi hedeflerle dengelenmesi gerektiğini vurgular.
Yahudilik, çalışmayı ve kazanç elde etmeyi teşvik eder, ancak bu süreçte ahlaki ve etik kuralların korunmasını önemser. Hristiyanlık, para kazanma hırsını sıkça eleştirir ve zenginliğin ahlaki ve manevi risklerine dikkat çeker. İslam, para kazanma ve çalışmayı teşvik eder, ancak kazanç sürecinde ahlaki ve insani değerlerin korunmasını vurgular. Semavi olmayan dinlerden Budizm; maddi kazançlar ve zenginlik konusunda daha nötr bir tutum sergiler, ancak aşırı para hırsının zararlarına dikkat çeker.
Yahudi geleneğinde, çalışmak ve kazanç elde etmek bir erdem olarak görülür. Talmud'da, "Emeğin meyvesi bütün servetlerden daha değerlidir" (Avot 1:10) ifadesi yer alır. Yahudilikte, dürüst çalışmanın ve helal kazancın önemi vurgulanır. Yahudi dini yasaları, iş ve ticaret hayatında dürüstlük, adalet ve şeffaflık gibi ahlaki kurallara uyulmasını zorunlu kılar. Hile, aldatma ve sömürü yasaktır. Lev 19:13'te, "Komşunuzu haksızca soymayacaksınız ve aldatmayacaksınız" denir. Ancak Yahudilikte, zenginlik kötülenmez, ancak zenginliğin paylaşılması gerektiği vurgulanır. Tzedakah (sadaka), Yahudi geleneğinde önemli bir yer tutar. Zenginlerin, fakirlere yardım etmeleri ve servetlerini toplumsal fayda için kullanmaları beklenir.
İncil'de, "Para sevgisi her türlü kötülüğün kaynağıdır" (1 Timoteos 6:10) ifadesi, para kazanma hırsının tehlikelerine işaret eder. Hristiyanlık, para ve maddi kazançların, manevi değerlere ve Tanrı'ya olan bağlılığa engel olmaması gerektiğini vurgular. Hz. İsa, zenginliğin tehlikelerini öğretirken, mütevazılık ve cömertliği öne çıkarır. Matta 6:19-21'de, "Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin... Göklerde kendinize hazineler biriktirin" der. Hristiyanlık, zenginlerin, fakirlere yardım etmeleri ve zenginliklerini paylaşmaları gerektiğini öğretir. Hristiyanlıkta, zenginlik ve para kazanma hırsı, ruhsal bir engel olarak görülür. Hz. İsa, "Bir devenin iğne deliğinden geçmesi, bir zenginin Tanrı'nın Krallığı'na girmesinden daha kolaydır" (Markos 10:25) diyerek, zenginliğin manevi tehlikelerine dikkat çeker.
Dinimiz İslam, çalışmanın ve helal kazancın değerini vurgular. Kur'an’da, "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (Necm, 53:39) denir. Hz. Muhammed (s.a.v.), dürüst çalışmayı ve helal kazancı övmüştür. İslam, kazancın helal yollardan elde edilmesini zorunlu kılar. Haram kazanç, bireyin manevi hayatına zarar verir. Hz. Muhammed (s.a.v.), "Haram ile beslenen bir beden cennete giremez" (Taberani) hadisiyle bu konudaki hassasiyeti vurgular. İslam, zenginliğin paylaşılmasını teşvik eder. Zekat, İslam’ın beş şartından biridir ve kazancın bir kısmının ihtiyaç sahiplerine verilmesini zorunlu kılar. Sadaka ve infak, zenginlik ve servetin paylaşımı konusunda önemli kavramlardır.
Semavi dinlerden olmayan Budizm, maddi kazançlar ve zenginlik konusunda daha nötr bir tutum sergiler, ancak aşırı para hırsının zararlarına dikkat çeker. Budizm, arzu ve bağlılıkların insanın ıstırabının kaynağı olduğunu öğretir. Maddi kazanç hırsı, bu arzuların bir parçası olarak görülür. Budizm, insanları aşırı arzulardan ve maddi bağlılıklardan uzak durmaya teşvik eder. Budizm’de, doğru yaşamın sekiz yolundan biri olan "Doğru Geçim" (Samma Ajiva), dürüst ve etik bir şekilde kazanç elde etmeyi içerir. Budist öğretisinde, iş ve ticarette dürüstlük ve adalet önemlidir. Budizm, mütevazılığı ve cömertliği över. Zenginlik biriktirmek yerine, ihtiyacı olanlarla paylaşmak ve cömert olmak, Budist öğretilerde önemli bir yer tutar.
Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm ve İslam, para kazanma hırsına farklı açılardan yaklaşır, ancak hepsi de maddi kazançların ahlaki ve insani değerlerle dengelenmesi gerektiğini vurgular. Her biri, çalışmayı ve helal kazancı teşvik ederken, aşırı para hırsının manevi ve toplumsal zararlarına dikkat çeker. Bu dinler, zenginliğin paylaşılması, mütevazılık, dürüstlük ve ahlaki değerlere bağlılık gibi ortak ilkeleri öne çıkararak, bireyleri ve toplumları daha dengeli ve adil bir yaşama yönlendirir.
Ahir kelam, tüm inanç sistemlerinin, büyük yazar ve düşünürlerin bize aktardığı derslerde yatmaktadır: Para, insan hayatında önemli bir rol oynar, ancak onu asıl önemli kılan insani değerler ve ahlaki ilkelerle nasıl kullanıldığıdır. Para kazanma hırsının gölgesinde kalmış bir hayat hem birey hem de toplum için yıkıcı sonuçlar doğurur. Bu yüzden, para kazanma arzusuyla insani değerlerin unutulması, en büyük tehlikelerden biridir. İnsanlık, tarih boyunca bu dersleri almış ve almaya devam etmektedir; önemli olan, bu derslerden öğrenip, daha insancıl ve adil bir dünya kurabilmektir.
Para tarihindeki bir diğer önemli adım, kâğıt paranın icadıyla atıldı. Çinliler, Tang Hanedanlığı döneminde (M.S. 618-907), ticareti kolaylaştırmak amacıyla ilk kâğıt parayı geliştirdiler. Bu yenilik, tüccarların büyük miktarda metal para taşımak zorunda kalmadan ticaret yapabilmelerini sağladı. Kâğıt para, yavaş yavaş diğer toplumlara yayıldı ve para kavramını köklü bir şekilde değiştirdi. Ortaçağ Avrupa'sında, özellikle İtalya’da, bankacılık sistemi gelişmeye başladı. Bankalar, mevduat kabul eden, kredi veren ve para transferleri gerçekleştiren kurumlar olarak ortaya çıktı. Bu gelişme, paranın dolaşımını ve ekonomik faaliyetlerin ölçeğini artırdı. Bankalar, ticaretin ve ekonominin can damarı haline geldi. Floransa’da kurulan Medici Bankası, bu dönemdeki en ünlü bankalardan biriydi ve Avrupa'daki ekonomik faaliyetlerde büyük rol oynadı. 17. ve 18. yüzyıllarda, modern bankacılık sisteminin temelleri atıldı. Bu dönemde, İngiltere'de Bank of England'ın kurulması, modern merkez bankacılığının başlangıcını temsil eder. Merkez bankaları, para arzını kontrol eden, ekonomik istikrarı sağlamaya çalışan ve ulusal paranın değerini koruyan kurumlar olarak önemli bir rol oynadı. 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başları, dijital devrimin paranın doğasını yeniden şekillendirdiği bir dönem oldu. Kredi kartları, dijital bankacılık ve çevrimiçi ödeme sistemleri, paranın fiziksel olmaktan çıkıp dijital bir varlık haline gelmesine yol açtı. 2009 yılında, Satoshi Nakamoto takma adlı kişi veya grup tarafından Bitcoin'in yaratılması, para tarihinde yeni bir dönemi başlattı. Kripto paralar, merkezi olmayan yapıları ve blockchain teknolojisi sayesinde, geleneksel para sistemlerine alternatif olarak hızla yayıldı.
Para kazanma hırsı ise paranın şekli değişse de hiç değişmemiştir. Aslında para kazanma hırsı, modern toplumların en yaygın ve etkili motivasyon kaynaklarından biridir. Ancak bu hırs, kontrolsüz ve aşırıya kaçtığında hem bireyler hem de toplumlar için çeşitli olumsuz etkiler doğurur. Para kazanma hırsı, insanlık tarihinin her döneminde varlığını hissettirmiştir. Para, yaşamı kolaylaştıran, hatta bazen hayatta kalmayı sağlayan bir araçtır. Ancak, para kazanma hırsı, insani değerlerin ve ahlaki ilkelerin önüne geçtiğinde, birey ve toplum için büyük tehlikeler barındırır. Bu tehlikeler üzerine düşündüğümüzde, birçok meşhur yazar ve düşünürün eserlerinden ilham alabiliriz. Para kazanma hırsı, bireylerin ahlaki değerlerinden ödün vermelerine yol açabilir. Aşırı para arzusu, insanları dürüstlükten, sadakatten ve adalet duygusundan uzaklaştırabilir. Albert Camus’nün "Yabancı" adlı eserinde Meursault'nun duyarsızlığı ve toplumun değerlerine yabancılaşması, para ve başarı hırsının insanı nasıl bir manevi çöküntüye sürükleyebileceğini gösterir. Ahlaki değerlerin yok sayılması, bireyleri kısa vadeli kazançlar uğruna uzun vadede daha büyük kayıplara sürükler. Para kazanma hırsı, bireylerin psikolojik sağlıkları üzerinde de ciddi olumsuz etkiler yapar. Sürekli daha fazla kazanma arzusu, insanları strese, anksiyeteye ve hatta depresyona sürükler. Bu hırs, bireylerin sürekli rekabet halinde olmalarına, başarıya ulaşamadıklarında hayal kırıklığı yaşamalarına ve kendilerini yetersiz hissetmelerine yol açar. Uzun vadede, bu psikolojik baskılar, ciddi mental sağlık sorunlarına dönüşebilir.
Para kazanma hırsı, aile bağları ve dostluklar gibi temel insani ilişkileri de zedeler. İnsanlar, maddi kazançlar peşinde koşarken, sevdiklerine ve ilişkilerine yeterince zaman ve enerji ayıramaz hale gelirler. Bu durum, ilişkilerde soğukluk ve kopukluk yaratır. Çocuklar, ebeveynlerinin aşırı çalışma hırsı nedeniyle duygusal olarak ihmal edilebilirler. Dostluklar, maddi çıkarlar üzerine kurulu hale geldiğinde, gerçek dostluklar yerini sahte ilişkilere bırakır. Tolstoy, "İnsan Ne İle Yaşar" adlı eserinde, insanın gerçek mutluluğunun maddi zenginlikte değil, manevi değerlerde olduğunu vurgular. Tolstoy'un eserleri, para kazanma hırsının insan ruhunu nasıl zayıflattığını ve ahlaki çöküntüye yol açtığını açıkça gösterir. Tolstoy’a göre, "insanın gerçek gücü sevgide ve fedakarlıkta yatar, para ve maddi kazançlar sadece geçici birer yanılsamadır."
Para kazanma hırsının toplumsal düzeyde en belirgin etkilerinden biri, adaletsizliğin ve eşitsizliğin artmasıdır. Zengin ile fakir arasındaki uçurum, para kazanma hırsıyla daha da derinleşir. Karl Marx’ın belirttiği gibi, kapitalist sistemde para ve güç, birkaç kişinin elinde yoğunlaşır ve bu durum, toplumun büyük bir kısmının sömürülmesine yol açar. Toplumdaki ekonomik eşitsizlik, sosyal huzursuzluğa ve çatışmalara neden olur. İnsanlık, paraya olan düşkünlüğün trajik sonuçlarını, Charles Dickens’ın "İki Şehrin Hikayesi" gibi klasik eserlerinde de bulur. Dickens, Fransız Devrimi'nin arka planında geçen bu romanında, toplumun en alt tabakalarının yaşadığı yoksulluğu ve sefaletin, zenginlerin para ve güç hırsıyla nasıl körüklendiğini gözler önüne serer. Dickens’ın yarattığı karakterler, insani değerleri ve adaleti unutan bir toplumun kaçınılmaz olarak kaosa sürükleneceğini anlatır.
Para kazanma hırsı, doğal kaynakların aşırı ve bilinçsizce tüketilmesine de yol açar. Şirketler ve bireyler, daha fazla kar elde etmek için çevreye zarar vermekten çekinmezler. Ormanların yok edilmesi, su kaynaklarının kirlenmesi, hava kirliliği gibi çevresel sorunlar, para kazanma hırsının doğrudan sonuçlarıdır. Bu durum, uzun vadede gezegenimizin yaşanabilirliğini tehdit eder ve insanlığın geleceğini riske atar. Para kazanma hırsı, kültürel değerlerin ve geleneklerin de aşınmasına neden olur. Toplumlar, maddi başarıyı ve tüketimi ön plana çıkaran bir yaşam tarzını benimserken, kültürel miraslarını ve geleneklerini ihmal ederler. Bu durum, kültürel kimliklerin ve toplumsal bağların zayıflamasına yol açar. İnsanlar, para ve başarı uğruna, kendi kültürel köklerinden koparak, yüzeysel ve maddiyatçı bir yaşam tarzına yönelirler.
Dante Alighieri’nin "İlahi Komedya" adlı epik şiirinde, cehennem tasvirleri aracılığıyla insanın para ve güç hırsının nasıl bir düşüşe yol açtığını gözler önüne serer. Dante’nin cehennemi, sadece fiziksel bir acının mekânı değildir; aynı zamanda manevi çöküşün ve insani değerlerin kaybının da sembolüdür. Para kazanma hırsı, insanı cehennemin en derin çukurlarına sürükleyen bir güç olarak tasvir edilir.
Bu büyük yazar ve düşünürlerin ortak mesajı açıktır: Para kazanma hırsı, insanı ve toplumu yozlaştıran, gerçek mutluluğu ve anlamı gölgeleyen bir tehlikedir. Günümüz dünyasında, para kazanma hırsıyla değerlerini unutan bireyler, yalnızca kendilerini değil, toplumu da büyük bir uçuruma sürüklerler. Victor Hugo, "Sefiller" adlı eserinde, Jean Valjean’ın hayatında para ve güç hırsının yol açtığı ahlaki ikilemleri ve insani dönüşümleri ustalıkla işler. Hugo, insanın sevgi, merhamet ve adalet duygularıyla yeniden doğabileceğini gösterir. Ancak, paranın egemen olduğu bir dünyada bu değerler sık sık unutulur.
Ayrıca Para kazanma hırsı, birçok din ve felsefi sistemde çeşitli açılardan ele alınır. Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm ve İslam, para kazanma ve zenginlik konusunda benzer ve farklı perspektifler sunar. Her biri, maddi kazançların insani değerler ve manevi hedeflerle dengelenmesi gerektiğini vurgular.
Yahudilik, çalışmayı ve kazanç elde etmeyi teşvik eder, ancak bu süreçte ahlaki ve etik kuralların korunmasını önemser. Hristiyanlık, para kazanma hırsını sıkça eleştirir ve zenginliğin ahlaki ve manevi risklerine dikkat çeker. İslam, para kazanma ve çalışmayı teşvik eder, ancak kazanç sürecinde ahlaki ve insani değerlerin korunmasını vurgular. Semavi olmayan dinlerden Budizm; maddi kazançlar ve zenginlik konusunda daha nötr bir tutum sergiler, ancak aşırı para hırsının zararlarına dikkat çeker.
Yahudi geleneğinde, çalışmak ve kazanç elde etmek bir erdem olarak görülür. Talmud'da, "Emeğin meyvesi bütün servetlerden daha değerlidir" (Avot 1:10) ifadesi yer alır. Yahudilikte, dürüst çalışmanın ve helal kazancın önemi vurgulanır. Yahudi dini yasaları, iş ve ticaret hayatında dürüstlük, adalet ve şeffaflık gibi ahlaki kurallara uyulmasını zorunlu kılar. Hile, aldatma ve sömürü yasaktır. Lev 19:13'te, "Komşunuzu haksızca soymayacaksınız ve aldatmayacaksınız" denir. Ancak Yahudilikte, zenginlik kötülenmez, ancak zenginliğin paylaşılması gerektiği vurgulanır. Tzedakah (sadaka), Yahudi geleneğinde önemli bir yer tutar. Zenginlerin, fakirlere yardım etmeleri ve servetlerini toplumsal fayda için kullanmaları beklenir.
İncil'de, "Para sevgisi her türlü kötülüğün kaynağıdır" (1 Timoteos 6:10) ifadesi, para kazanma hırsının tehlikelerine işaret eder. Hristiyanlık, para ve maddi kazançların, manevi değerlere ve Tanrı'ya olan bağlılığa engel olmaması gerektiğini vurgular. Hz. İsa, zenginliğin tehlikelerini öğretirken, mütevazılık ve cömertliği öne çıkarır. Matta 6:19-21'de, "Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin... Göklerde kendinize hazineler biriktirin" der. Hristiyanlık, zenginlerin, fakirlere yardım etmeleri ve zenginliklerini paylaşmaları gerektiğini öğretir. Hristiyanlıkta, zenginlik ve para kazanma hırsı, ruhsal bir engel olarak görülür. Hz. İsa, "Bir devenin iğne deliğinden geçmesi, bir zenginin Tanrı'nın Krallığı'na girmesinden daha kolaydır" (Markos 10:25) diyerek, zenginliğin manevi tehlikelerine dikkat çeker.
Dinimiz İslam, çalışmanın ve helal kazancın değerini vurgular. Kur'an’da, "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (Necm, 53:39) denir. Hz. Muhammed (s.a.v.), dürüst çalışmayı ve helal kazancı övmüştür. İslam, kazancın helal yollardan elde edilmesini zorunlu kılar. Haram kazanç, bireyin manevi hayatına zarar verir. Hz. Muhammed (s.a.v.), "Haram ile beslenen bir beden cennete giremez" (Taberani) hadisiyle bu konudaki hassasiyeti vurgular. İslam, zenginliğin paylaşılmasını teşvik eder. Zekat, İslam’ın beş şartından biridir ve kazancın bir kısmının ihtiyaç sahiplerine verilmesini zorunlu kılar. Sadaka ve infak, zenginlik ve servetin paylaşımı konusunda önemli kavramlardır.
Semavi dinlerden olmayan Budizm, maddi kazançlar ve zenginlik konusunda daha nötr bir tutum sergiler, ancak aşırı para hırsının zararlarına dikkat çeker. Budizm, arzu ve bağlılıkların insanın ıstırabının kaynağı olduğunu öğretir. Maddi kazanç hırsı, bu arzuların bir parçası olarak görülür. Budizm, insanları aşırı arzulardan ve maddi bağlılıklardan uzak durmaya teşvik eder. Budizm’de, doğru yaşamın sekiz yolundan biri olan "Doğru Geçim" (Samma Ajiva), dürüst ve etik bir şekilde kazanç elde etmeyi içerir. Budist öğretisinde, iş ve ticarette dürüstlük ve adalet önemlidir. Budizm, mütevazılığı ve cömertliği över. Zenginlik biriktirmek yerine, ihtiyacı olanlarla paylaşmak ve cömert olmak, Budist öğretilerde önemli bir yer tutar.
Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm ve İslam, para kazanma hırsına farklı açılardan yaklaşır, ancak hepsi de maddi kazançların ahlaki ve insani değerlerle dengelenmesi gerektiğini vurgular. Her biri, çalışmayı ve helal kazancı teşvik ederken, aşırı para hırsının manevi ve toplumsal zararlarına dikkat çeker. Bu dinler, zenginliğin paylaşılması, mütevazılık, dürüstlük ve ahlaki değerlere bağlılık gibi ortak ilkeleri öne çıkararak, bireyleri ve toplumları daha dengeli ve adil bir yaşama yönlendirir.
Ahir kelam, tüm inanç sistemlerinin, büyük yazar ve düşünürlerin bize aktardığı derslerde yatmaktadır: Para, insan hayatında önemli bir rol oynar, ancak onu asıl önemli kılan insani değerler ve ahlaki ilkelerle nasıl kullanıldığıdır. Para kazanma hırsının gölgesinde kalmış bir hayat hem birey hem de toplum için yıkıcı sonuçlar doğurur. Bu yüzden, para kazanma arzusuyla insani değerlerin unutulması, en büyük tehlikelerden biridir. İnsanlık, tarih boyunca bu dersleri almış ve almaya devam etmektedir; önemli olan, bu derslerden öğrenip, daha insancıl ve adil bir dünya kurabilmektir.
daha fazla
Görümce Adam 2
İleti
Keramettin’in hayatı, doğduğu köyde sıradan bir biçimde sürüp giderken, köyde yaşanacak büyük değişikliklerden habersizdi. Köydeki herkes gibi Keramettin de sabahın erken saatlerinde uyanır, hayvanlara bakar, tarlada çalışır ve akşamları yorgun argın evine dönerdi. Fakat bu sakin yaşam, köye gelen bir altın arama firmasıyla bir anda değişmeye başladı.
O sabah, Keramettin her zamanki gibi erkenden uyandı. Güneş daha doğmamış, köyde derin bir sessizlik hâkimdi. Keramettin, yatağından kalkıp yüzünü yıkadı ve dışarıya çıktı. Taze sabah havasını içine çekerek derin bir nefes aldı. İçinde tuhaf bir his vardı, sanki bugün olağanüstü bir şeyler olacakmış gibi.
Tarlaya gitmek üzere hazırlandı ve kapıdan çıkarken, annesi Hasibe Hatun seslendi:
“Keramettin, bugün ekmek yemeden çıkma oğlum, sana sıcak çay demledim.
Keramettin gülümseyerek annesine döndü. “Tamam anne, biraz daha erken çalışmaya başlayayım dedim. Bu sabah içimde bir enerji var, sanki farklı bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum."
Annesi gülümseyerek başını salladı. “Senin hislerin çoğu zaman doğru çıkar oğlum. Aman dikkatli ol, bugün köye gelen altın arama firması hakkında konuşuluyor. Onlardan uzak dur.”
Keramettin tarlada çalışırken, köyün girişinde büyük kamyonların ve makinelerin sesleri duyulmaya başladı. Keramettin başını kaldırıp baktığında, köy meydanında toplanan kalabalığı fark etti. Köylüler, gelen yabancıları merakla izliyor, onların ne yapacaklarını anlamaya çalışıyorlardı. Keramettin de işini bırakıp köy meydanına doğru yürümeye başladı.
Meydanın ortasında büyük bir tabela kurulmuştu: "Altın Arama Şirketi Hoş Geldiniz". Yanında birkaç takım elbiseli adam duruyordu. Bu adamlardan biri, köyün muhtarı ile konuşuyordu. Keramettin, kalabalığın arasına karışıp muhtarın ne dediğini duymaya çalıştı;
“Eğer bu çalışmalara izin verirseniz, köyünüze büyük bir ekonomik katkı sağlayacağız. Yollarınızı yenileyeceğiz, okullarınıza yardım edeceğiz ve pek çok iş imkânı sunacağız,” diyordu adam.
Muhtar ise; “Demek bizim köyün başına talih kuşu kondu beyim, vay siz hoş gelmişsiniz, buyrun buyun” diye yağlama yapıyordu. Keramettin işin içinde para olduğunu hemen anlamıştı. Yoksa muhtarı başka türlü bu kadar neşeli görmenin imkânı pek yoktu.
Keramettin, muhtarın bu cevabından memnun kalmıştı. Ancak ortada bir para varsa kendinin de sebeplenmesi lazım gelirdi. Bu duruma dur demek için haberlerde izlediği muhalefet yolunu denemeye kadar verdi. Birkaç kez direnir sonra parasını alıp aradan çekilirdi. Fakat altın arama şirketinin yetkilileri, ikna kabiliyetlerini kullanarak köylüleri yavaş yavaş etkiliyorlardı. Birkaç gün içinde çalışmalar başladı. Koca makineler dağları deliyor, derin kuyular açıyordu. Keramettin, bu durumdan endişe duysa da köydeki çoğu insan, firmanın vaatlerine inanmıştı.
Bir gün, Keramettin’in ağabeyi Kenan, kahvaltıda endişelerini dile getirdi. “Bu adamlar bizim toprağımıza zarar veriyor Keramettin. Bir yandan iş imkânı sağlıyorlar ama diğer yandan sularımızı kirletiyorlar.”
Kenan yani Keramettin’in ağabeyi oldum olası dürüst bir adam olmuştu. Keramettin başını salladı. Sonuçta aradığı yaklaşımda buydu. “Haklısın abi, ben de aynı endişeleri taşıyorum. Dikkatli olmalıyız.”
Bir gün köye büyük araçlar, makineler ve yabancı insanlar geldi. Altın arama firması köyün civarındaki dağlarda büyük bir altın rezervi olduğunu keşfetmişti. Firma yetkilileri köy halkına iş imkânları ve refah vaat ederek sondaj çalışmalarına başladı. Ancak bu çalışmalar sırasında kullandıkları radyoaktif madde, köyün içme suyuna sızdı.
Köylüler başlarda durumu fark edemediler. Ne de olsa suyun tadında veya kokusunda bir değişiklik yoktu. Fakat zamanla bazı köylülerde garip belirtiler görülmeye başladı. İçme suyundan etkilenmeye başlayanlardan biri de Keramettin’in uzaktan akrabası olan evde kalmış, bekar bir görümce olan Fatma idi. Fatma, evde kalmış olmasından dolayı tüm yeni evlilere ve gelinlere düşmandı. Keramettin’in ağabeyi Kenan’ın karısı olan Seher ile de sık sık kavga eden, huysuz ve dedikoducu bir kadındı. Ancak radyoaktif suyun etkisiyle bu özellikleri daha da şiddetlendi.
Bir gün Fatma ile Seher arasında büyük bir kavga çıktı. Seher, Fatma’nın dedikoduları ve sinsiliklerinden bıkmıştı. Kavga gittikçe büyüdü ve köy meydanına taşındı. Tesadüfen oradan geçmekte olan Keramettin, iki kadının kavgasını ayırmak için araya girdi. Ancak radyoaktifleşen Fatma, Keramettin’i kolundan ısırdı. Bu ısırık, Keramettin’in vücuduna radyoaktif maddelerin geçmesine ve onun da dönüşmesine sebep oldu.
Keramettin, ısırıktan sonra tuhaf bir değişim geçirmeye başladı. Vücudunda garip bir enerji hissediyor, zihni sürekli olarak sinsilik, kıskançlık ve fesatlık düşünceleriyle doluyordu. Fakat bu duyguların gücünü kontrol etmeyi öğrendikçe, onları iyilik için kullanabileceğini fark etti. Keramettin artık sıradan bir köylü değil, özel güçlere sahip bir süper kahramandı. Ancak bu güçler, görümcelerin klasik özelliklerini içeriyordu: sinsilik, kıskançlık, fesatlık, iftira atma, yalan söyleme ve kavga etme yetenekleri.
Keramettin önceleri bir rahatsızlık, bir hastalık hissetti. Bunun normal bir hastalık dönemi olduğunu düşündü. Zira kardeşlerinin aksine Keramettin oldukça zayıf ve çelimsiz birisiydi. Sık sık hastalanırdı. Ama bu bir hastalık değil bir dönüşümdü. Elbette Keramettin bunun farkında değildi. Dönüşüm tamamlandığında Keramettin aslında kendini her zamanki gibi hissediyordu; sinsi, sahtekâr, yalancı, üç kağıtçı. Ancak farklı bir şeyler vardı bu kez. Anlam veremediği farklı bir şeyler.
Keramettin her zaman ki halinden farklı olarak, yeni güçlerini bilinçsiz bir şekilde kullanarak köyü kendi malı ve köylüyü de tabiri caizse kölelere çevirmek için çalışmaya başladı. Köydeki haksızlıkları ve kötü niyetli insanları ortaya çıkarıyordu kendilerine yardımcı olarak seçebilmek için. Sinsilikle yapılan her planın altından o çıkıyor ve işine gelmeyen iftiraları açığa çıkarıyordu. Geceleri gizlice köyü geziyor, kimin ne yaptığını öğreniyor ve köyün huzurunu bozanları sinsice kendi egemenliği altına alıyordu. Bu arada, altın arama firmasının köy suyunu kirlettiğini ve köylülerin sağlığını tehlikeye attığını da çok iyi bilmekteydi.
Keramettin, firmaya karşı köylüleri örgütlemeye başladı. Gizli buluşmalar düzenleyip köylülerin desteğini topladı. Zaten hemen hemen açığını bilmediği kimse kalmamıştı köyde. Firma yetkililerinin sinsice planlarını ve yalanlarını ortaya çıkararak köylüleri kendince bilinçlendirdi. Köyün ileri gelenlerinin desteğini arkasına aldı ancak devlet yetkililerini bu konuda hiç bilgilendirmedi.
“Servet düşmanı komünistler, köylünün para kazanmasını istemiyorlar. Köylünün cebine üç kuruş girerse komünistler adam mı bulabilir?” diye devlet yetkililerine ve özellikle milliyetçi ve muhafazakâr olanlara firma lehinde propagandalar yapıyordu.
Sonunda Keramettin, köyü altın arama firmasının elinden kurtarmak için büyük bir plan yaptı. Aslında amacı firmadan yüklü miktarda para koparmaktı. Geceleri firma yetkililerinin gizli toplantılarını dinleyerek onların zayıf noktalarını öğrendi. Köylülerle birlikte düzenlediği büyük bir protesto gösterisiyle firma yetkililerini neredeyse köyden kovmayı başarıyordu.
Keramettin artık köyün kahramanı olmuştu. Sinsilik, kıskançlık ve fesatlık gibi görümce özelliklerini çok iyi kullanabiliyordu. Radyoaktif güçleri sayesinde köydeki her türlü rakibini bertaraf etmiş, köyü tam bir derebeyliği haline getirmişti. Köy halkı Keramettin’e minnettardı ve onu bir kahraman ve velinimet olarak görüyorlardı.
Keramettin firma yetkilileri ile anlaşmış, yüklü miktarda paralar almış ve sanki protestoları yapan kendisi değilmiş gibi tüm protestocuları “komünist, anarşist” ilan etmişti. Durumu bir terör durumuna evirip devleti de arkasına alan Keramettin parasına para, zenginliğine zenginlik katıyordu. Bu uğurda ise en yakınlarını bile harcamaktan çekinmiyordu. Mesela dürüstlüğüyle tanınan ağabeyi Kenan’ı sinsice “terörist, anarşist” diye devlete şikayet etmiş ve ardından hapse tıktırmıştı. Sonra da yeğenlerine amcalık yapmak bahanesiyle malı mülkü ne varsa üzerine geçirmişti.
Elbette Keramettin yani GÖRÜMCE ADAM’ın maceraları burada bitmedi. Güçlerini keşfettikçe ve kontrol etmeyi öğrendikçe, sadece kendi köyü için değil, çevre köyler ve kasabalar için de bir karabasan haline dönüştü. Kötü niyetli ve kötü olan ne varsa Keramettin’den geçiyor ve kaynak alıyordu.
Keramettin, radyoaktif görümce güçlerini iyi bir yolda kullanarak insanların ocağına kibrit suyu döktü. Sinsiliği ve kurnazlığı, iyi olan ne varsa mahvetmek için tam güç çalışıyordu. Artık o sadece Keramettin değil, köylerin ve kasabaların efendisi Keramettin Ağa idi. Yani GÖRÜMCE ADAM. Ancak hırsı ve tutkusu bitip tükenecek gibi değildi. Köyler kasabalar Ona yetmiyordu. Önce Belediye, sonra Vilayet ve sonunda tüm ülkeyi idare etmeli ve kötülüğü tüm dünyaya yaymalıydı. Her şey yeni başlıyordu.
Ancak köyünün bir mezrasında radyoaktif maddeden etkilenmiş birisi daha yetişmekteydi. Kurtuluş Savaşı Gazisi Mustafa Efenin torunu Kerim. Kurtuluş Savaşı Gazisi Mustafa Efe doğruluğu, dürüstlüğü, acı kuvveti, yiğitliği, zalime karşı duruşu, mertliği ve cesareti ile nam salmış bir yiğitti ve tabi torunu Kerim’de öyle…
(İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU)
O sabah, Keramettin her zamanki gibi erkenden uyandı. Güneş daha doğmamış, köyde derin bir sessizlik hâkimdi. Keramettin, yatağından kalkıp yüzünü yıkadı ve dışarıya çıktı. Taze sabah havasını içine çekerek derin bir nefes aldı. İçinde tuhaf bir his vardı, sanki bugün olağanüstü bir şeyler olacakmış gibi.
Tarlaya gitmek üzere hazırlandı ve kapıdan çıkarken, annesi Hasibe Hatun seslendi:
“Keramettin, bugün ekmek yemeden çıkma oğlum, sana sıcak çay demledim.
Keramettin gülümseyerek annesine döndü. “Tamam anne, biraz daha erken çalışmaya başlayayım dedim. Bu sabah içimde bir enerji var, sanki farklı bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum."
Annesi gülümseyerek başını salladı. “Senin hislerin çoğu zaman doğru çıkar oğlum. Aman dikkatli ol, bugün köye gelen altın arama firması hakkında konuşuluyor. Onlardan uzak dur.”
Keramettin tarlada çalışırken, köyün girişinde büyük kamyonların ve makinelerin sesleri duyulmaya başladı. Keramettin başını kaldırıp baktığında, köy meydanında toplanan kalabalığı fark etti. Köylüler, gelen yabancıları merakla izliyor, onların ne yapacaklarını anlamaya çalışıyorlardı. Keramettin de işini bırakıp köy meydanına doğru yürümeye başladı.
Meydanın ortasında büyük bir tabela kurulmuştu: "Altın Arama Şirketi Hoş Geldiniz". Yanında birkaç takım elbiseli adam duruyordu. Bu adamlardan biri, köyün muhtarı ile konuşuyordu. Keramettin, kalabalığın arasına karışıp muhtarın ne dediğini duymaya çalıştı;
“Eğer bu çalışmalara izin verirseniz, köyünüze büyük bir ekonomik katkı sağlayacağız. Yollarınızı yenileyeceğiz, okullarınıza yardım edeceğiz ve pek çok iş imkânı sunacağız,” diyordu adam.
Muhtar ise; “Demek bizim köyün başına talih kuşu kondu beyim, vay siz hoş gelmişsiniz, buyrun buyun” diye yağlama yapıyordu. Keramettin işin içinde para olduğunu hemen anlamıştı. Yoksa muhtarı başka türlü bu kadar neşeli görmenin imkânı pek yoktu.
Keramettin, muhtarın bu cevabından memnun kalmıştı. Ancak ortada bir para varsa kendinin de sebeplenmesi lazım gelirdi. Bu duruma dur demek için haberlerde izlediği muhalefet yolunu denemeye kadar verdi. Birkaç kez direnir sonra parasını alıp aradan çekilirdi. Fakat altın arama şirketinin yetkilileri, ikna kabiliyetlerini kullanarak köylüleri yavaş yavaş etkiliyorlardı. Birkaç gün içinde çalışmalar başladı. Koca makineler dağları deliyor, derin kuyular açıyordu. Keramettin, bu durumdan endişe duysa da köydeki çoğu insan, firmanın vaatlerine inanmıştı.
Bir gün, Keramettin’in ağabeyi Kenan, kahvaltıda endişelerini dile getirdi. “Bu adamlar bizim toprağımıza zarar veriyor Keramettin. Bir yandan iş imkânı sağlıyorlar ama diğer yandan sularımızı kirletiyorlar.”
Kenan yani Keramettin’in ağabeyi oldum olası dürüst bir adam olmuştu. Keramettin başını salladı. Sonuçta aradığı yaklaşımda buydu. “Haklısın abi, ben de aynı endişeleri taşıyorum. Dikkatli olmalıyız.”
Bir gün köye büyük araçlar, makineler ve yabancı insanlar geldi. Altın arama firması köyün civarındaki dağlarda büyük bir altın rezervi olduğunu keşfetmişti. Firma yetkilileri köy halkına iş imkânları ve refah vaat ederek sondaj çalışmalarına başladı. Ancak bu çalışmalar sırasında kullandıkları radyoaktif madde, köyün içme suyuna sızdı.
Köylüler başlarda durumu fark edemediler. Ne de olsa suyun tadında veya kokusunda bir değişiklik yoktu. Fakat zamanla bazı köylülerde garip belirtiler görülmeye başladı. İçme suyundan etkilenmeye başlayanlardan biri de Keramettin’in uzaktan akrabası olan evde kalmış, bekar bir görümce olan Fatma idi. Fatma, evde kalmış olmasından dolayı tüm yeni evlilere ve gelinlere düşmandı. Keramettin’in ağabeyi Kenan’ın karısı olan Seher ile de sık sık kavga eden, huysuz ve dedikoducu bir kadındı. Ancak radyoaktif suyun etkisiyle bu özellikleri daha da şiddetlendi.
Bir gün Fatma ile Seher arasında büyük bir kavga çıktı. Seher, Fatma’nın dedikoduları ve sinsiliklerinden bıkmıştı. Kavga gittikçe büyüdü ve köy meydanına taşındı. Tesadüfen oradan geçmekte olan Keramettin, iki kadının kavgasını ayırmak için araya girdi. Ancak radyoaktifleşen Fatma, Keramettin’i kolundan ısırdı. Bu ısırık, Keramettin’in vücuduna radyoaktif maddelerin geçmesine ve onun da dönüşmesine sebep oldu.
Keramettin, ısırıktan sonra tuhaf bir değişim geçirmeye başladı. Vücudunda garip bir enerji hissediyor, zihni sürekli olarak sinsilik, kıskançlık ve fesatlık düşünceleriyle doluyordu. Fakat bu duyguların gücünü kontrol etmeyi öğrendikçe, onları iyilik için kullanabileceğini fark etti. Keramettin artık sıradan bir köylü değil, özel güçlere sahip bir süper kahramandı. Ancak bu güçler, görümcelerin klasik özelliklerini içeriyordu: sinsilik, kıskançlık, fesatlık, iftira atma, yalan söyleme ve kavga etme yetenekleri.
Keramettin önceleri bir rahatsızlık, bir hastalık hissetti. Bunun normal bir hastalık dönemi olduğunu düşündü. Zira kardeşlerinin aksine Keramettin oldukça zayıf ve çelimsiz birisiydi. Sık sık hastalanırdı. Ama bu bir hastalık değil bir dönüşümdü. Elbette Keramettin bunun farkında değildi. Dönüşüm tamamlandığında Keramettin aslında kendini her zamanki gibi hissediyordu; sinsi, sahtekâr, yalancı, üç kağıtçı. Ancak farklı bir şeyler vardı bu kez. Anlam veremediği farklı bir şeyler.
Keramettin her zaman ki halinden farklı olarak, yeni güçlerini bilinçsiz bir şekilde kullanarak köyü kendi malı ve köylüyü de tabiri caizse kölelere çevirmek için çalışmaya başladı. Köydeki haksızlıkları ve kötü niyetli insanları ortaya çıkarıyordu kendilerine yardımcı olarak seçebilmek için. Sinsilikle yapılan her planın altından o çıkıyor ve işine gelmeyen iftiraları açığa çıkarıyordu. Geceleri gizlice köyü geziyor, kimin ne yaptığını öğreniyor ve köyün huzurunu bozanları sinsice kendi egemenliği altına alıyordu. Bu arada, altın arama firmasının köy suyunu kirlettiğini ve köylülerin sağlığını tehlikeye attığını da çok iyi bilmekteydi.
Keramettin, firmaya karşı köylüleri örgütlemeye başladı. Gizli buluşmalar düzenleyip köylülerin desteğini topladı. Zaten hemen hemen açığını bilmediği kimse kalmamıştı köyde. Firma yetkililerinin sinsice planlarını ve yalanlarını ortaya çıkararak köylüleri kendince bilinçlendirdi. Köyün ileri gelenlerinin desteğini arkasına aldı ancak devlet yetkililerini bu konuda hiç bilgilendirmedi.
“Servet düşmanı komünistler, köylünün para kazanmasını istemiyorlar. Köylünün cebine üç kuruş girerse komünistler adam mı bulabilir?” diye devlet yetkililerine ve özellikle milliyetçi ve muhafazakâr olanlara firma lehinde propagandalar yapıyordu.
Sonunda Keramettin, köyü altın arama firmasının elinden kurtarmak için büyük bir plan yaptı. Aslında amacı firmadan yüklü miktarda para koparmaktı. Geceleri firma yetkililerinin gizli toplantılarını dinleyerek onların zayıf noktalarını öğrendi. Köylülerle birlikte düzenlediği büyük bir protesto gösterisiyle firma yetkililerini neredeyse köyden kovmayı başarıyordu.
Keramettin artık köyün kahramanı olmuştu. Sinsilik, kıskançlık ve fesatlık gibi görümce özelliklerini çok iyi kullanabiliyordu. Radyoaktif güçleri sayesinde köydeki her türlü rakibini bertaraf etmiş, köyü tam bir derebeyliği haline getirmişti. Köy halkı Keramettin’e minnettardı ve onu bir kahraman ve velinimet olarak görüyorlardı.
Keramettin firma yetkilileri ile anlaşmış, yüklü miktarda paralar almış ve sanki protestoları yapan kendisi değilmiş gibi tüm protestocuları “komünist, anarşist” ilan etmişti. Durumu bir terör durumuna evirip devleti de arkasına alan Keramettin parasına para, zenginliğine zenginlik katıyordu. Bu uğurda ise en yakınlarını bile harcamaktan çekinmiyordu. Mesela dürüstlüğüyle tanınan ağabeyi Kenan’ı sinsice “terörist, anarşist” diye devlete şikayet etmiş ve ardından hapse tıktırmıştı. Sonra da yeğenlerine amcalık yapmak bahanesiyle malı mülkü ne varsa üzerine geçirmişti.
Elbette Keramettin yani GÖRÜMCE ADAM’ın maceraları burada bitmedi. Güçlerini keşfettikçe ve kontrol etmeyi öğrendikçe, sadece kendi köyü için değil, çevre köyler ve kasabalar için de bir karabasan haline dönüştü. Kötü niyetli ve kötü olan ne varsa Keramettin’den geçiyor ve kaynak alıyordu.
Keramettin, radyoaktif görümce güçlerini iyi bir yolda kullanarak insanların ocağına kibrit suyu döktü. Sinsiliği ve kurnazlığı, iyi olan ne varsa mahvetmek için tam güç çalışıyordu. Artık o sadece Keramettin değil, köylerin ve kasabaların efendisi Keramettin Ağa idi. Yani GÖRÜMCE ADAM. Ancak hırsı ve tutkusu bitip tükenecek gibi değildi. Köyler kasabalar Ona yetmiyordu. Önce Belediye, sonra Vilayet ve sonunda tüm ülkeyi idare etmeli ve kötülüğü tüm dünyaya yaymalıydı. Her şey yeni başlıyordu.
Ancak köyünün bir mezrasında radyoaktif maddeden etkilenmiş birisi daha yetişmekteydi. Kurtuluş Savaşı Gazisi Mustafa Efenin torunu Kerim. Kurtuluş Savaşı Gazisi Mustafa Efe doğruluğu, dürüstlüğü, acı kuvveti, yiğitliği, zalime karşı duruşu, mertliği ve cesareti ile nam salmış bir yiğitti ve tabi torunu Kerim’de öyle…
(İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU)
daha fazla
KADIN HAKLARI
İleti
Toplumların yüz akı, medeniyetlerin aynasıdır kadınlar. Bir toplumun gelişmişliği, kadınlarının haklarını nasıl koruduğu, onların sesine ne denli kulak verdiğiyle ölçülür. Kadın hakları, sadece bir insan hakları meselesi değil, aynı zamanda toplumsal refahın, adaletin ve ilerlemenin en temel taşlarından biridir. Kadınların özgür ve eşit bireyler olarak var olabildiği bir dünya, insanlık için daha aydınlık bir geleceğin müjdecisidir.
Kadın haklarına değer vermeyen toplumlar, aslında kendi köklerini baltalar. Kadınların eğitimden, iş hayatına, politikadan sosyal yaşama kadar her alanda eşit ve adil bir şekilde yer alamadığı toplumlar, bir ayağı prangaya vurulmuş gibi sendeleyerek ilerler. Kadınların maruz kaldığı ayrımcılık, onların potansiyellerini gerçekleştirmelerini engellerken, toplumu da büyük bir enerjiden ve yaratıcılıktan mahrum bırakır.
Köklü ve ulu bir ağacın büyümesi ve gelişmesi için nasıl ki suya, güneşe ve toprağa ihtiyacı varsa, toplumların da büyüyüp gelişmesi için kadınların bilgiye, özgürlüğe ve hakka erişimine ihtiyaçları vardır. Kadınlar, toplumun en temel yapı taşlarıdır; birer anne, birer eş, birer birey olarak, nesillerin yetişmesinde ve toplumsal değerlerin aktarılmasında büyük bir rol oynarlar. Kadınların haklarına saygı gösterilmediğinde, bu temel yapı taşları zayıflar ve toplumun bütünlüğü sarsılır. Kadın haklarına saygı göstermeyen bir toplum, adaletin ve eşitliğin tohumlarını kurutur. Bu tür toplumlar, kendi içinde derin çatışmalara ve huzursuzluklara yol açar. Kadınların maruz kaldığı şiddet, ayrımcılık ve haksızlıklar, toplumsal vicdanı yaralar ve toplumsal barışı tehdit eder. Kadınların sesi kısık kaldığında, toplumun vicdanı da sağırlaşır.
Kadın hakları mücadelesi, yüzyıllardır süren bir direnişin adıdır. Bu mücadele, kadınların eşit haklara sahip olma, özgürce yaşama ve kendi hayatlarını kontrol etme isteklerinin bir yansımasıdır. Kadın haklarının tarihçesi, kadınların oy hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve daha birçok alanda verdikleri uzun soluklu bir savaşı anlatır. Bu tarih, kadınların haklarını kazanmak için verdikleri fedakarlıkları, cesareti ve azmi gösterir. Tarih boyunca, kadınlar hakları için büyük mücadeleler vermişlerdir. Susan B. Anthony'nin Amerika'daki oy hakkı mücadelesinden, Türkiye'de Halide Edib Adıvar'ın kadın hakları savunusuna kadar, sayısız kadın, toplumun daha adil ve eşit bir hale gelmesi için çaba sarf etmiştir. Bu kadınlar, sadece kendi hakları için değil, aynı zamanda geleceğin kadınları için de savaşmışlardır. Onların cesareti ve azmi, bugünün kadınlarına ilham kaynağı olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Türkiye'de kadın hakları tarihçesi, mücadele ve direnişle dolu bir geçmişe sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak, Cumhuriyet'in kuruluşuna ve günümüze kadar kadınlar, haklarını elde etmek için büyük bir çaba sarf etmişlerdir. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte kadınlar, birçok alanda haklar elde etmişler, ancak bu hakların tam anlamıyla uygulanması uzun yıllar almıştır. Türkiye'de kadın hakları, halen birçok alanda geliştirilmesi gereken bir konudur.
Kadın haklarına önem veren toplumlar, sadece kadınlar için değil, herkes için daha yaşanabilir bir dünya yaratır. Kadınların eğitim alması, iş hayatına katılması, siyasi arenada söz sahibi olması, toplumsal dinamizmi artırır ve ekonomik kalkınmayı destekler. Kadınların özgürce çalışabildiği, kendilerini ifade edebildiği ve haklarına saygı duyulduğu toplumlar, yaratıcı düşüncenin ve yenilikçi fikirlerin filizlendiği verimli topraklardır.
Kadınların haklarını göz ardı eden toplumlar ise, geçmişin gölgesinde sıkışıp kalır. Bu tür toplumlar, ne denli güçlü görünürse görünsün, köklü sorunların ve haksızlıkların pençesinde kıvranır. Kadınların eşit haklara sahip olmadığı bir dünya, yarım kalan bir şiir gibidir; eksik ve anlamsız. Ancak kadınların hakları tam anlamıyla tanındığında, o şiir tamamlanır ve insanlık en güzel melodisini bulur.
Unutulmamalıdır ki, kadınların hakları insanlığın haklarıdır. Kadınların özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğüdür. Toplumlar, kadınların sesine kulak verdikçe, onlara hak ettikleri değeri verdikçe, gerçek anlamda ilerleyebilir ve gelişebilirler. Kadın haklarına saygı göstermek, sadece bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir zorunluluktur. Çünkü kadınların sesi, toplumun vicdanıdır ve o vicdan susturulamaz.
Kadınların haklarına önem vermeyen toplumlar, aslında kendi geleceğini karartır. Bu yüzden, kadın hakları mücadelesi hepimizin mücadelesidir. Kadınlar özgür oldukça, toplumlar da özgürleşir; kadınlar eşit oldukça, adalet yerini bulur; kadınlar güçlü oldukça, insanlık da güçlenir. Kadın hakları, hepimizin ortak mirasıdır ve bu mirası korumak, insanlığa olan borcumuzdur.
Toplumda cinsiyetçilik ve kadın hakları üzerine düşünmek, derinlemesine ve acıyla yoğrulmuş bir yolculuğa çıkmaktır. Bu yolculukta her adımda, yüzyıllardır süregelen eşitsizliklerin, ayrımcılığın ve şiddetin izlerine rastlarız. Kadınlar, toplumun neredeyse her alanında maruz kaldıkları cinsiyetçilikle savaşmak zorunda kalmış ve kalmaktadırlar. Bu savaş, bireysel düzeyde yaşanan acıların ötesine geçerek toplumsal bir yara haline gelmiştir.
Cinsiyetçilik, kadınların hayatlarının her noktasında karşılarına çıkan bir engel olarak varlığını sürdürmektedir. Kadınlar, iş yerinde, evde, sokakta, okullarda ve hemen hemen her sosyal ortamda cinsiyetçi tutum ve davranışlarla yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Cinsiyetçilik, sadece fiziksel veya sözlü tacizle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda kadınların toplumsal hayattaki rollerini sınırlayan, onları belirli kalıplara sokmaya çalışan derin bir zihniyet problemidir. Cinsiyetçiliğe maruz kalan kadınlar, bu durumun yarattığı travmalarla yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar. Taciz ve şiddet, sadece fiziksel yaralar açmakla kalmaz; ruhsal yaralar da bırakır. Bu yaralar, toplumun her kesiminde hissedilir ve maalesef çoğu zaman göz ardı edilir. Şiddet gören kadınlar, içinde bulundukları durumu ifşa etmekte zorlanır ve yardım istemekten çekinirler. Çünkü toplum, çoğu zaman mağduru suçlayarak, kurbanın üzerine daha fazla yük bindirir.
Aile içi şiddet, kadınların en çok maruz kaldığı şiddet türlerinden biridir. Aile içinde yaşanan şiddet, çoğu zaman gizli kalır ve kadınların en güvenli hissetmeleri gereken yerde, yani evlerinde, bir korku ve acı kaynağı haline gelir. Bu şiddet, fiziksel olduğu kadar duygusal, ekonomik ve psikolojik boyutlarda da kendini gösterir. Aile içi şiddet, sadece bireysel bir problem değil, toplumsal bir sağlık sorunudur ve acilen ele alınması gerekmektedir.
Toplumda şiddet gören ve tacize uğrayan kadınların hikayeleri, aslında toplumun hikayesidir. Bu kadınlar, sessiz çığlıklarıyla toplumun vicdanına seslenirler. Taciz ve şiddet, kadınların hayatlarında derin izler bırakırken, toplumun bu duruma kayıtsız kalması, adaletin ve insan haklarının zedelenmesine neden olur. Kadınların maruz kaldığı taciz ve şiddet, toplumun her kesiminde yer alan bir sorun olup, bu sorunla yüzleşmek ve çözüm üretmek, toplumsal bir sorumluluktur.
Küçük yaşta evlendirilen kız çocukları, toplumun en savunmasız kesimlerinden birini oluşturur. Bu çocuklar, kendi hayatlarını yaşamadan, kendi kararlarını veremeden, birer eş ve anne rolüne zorlanırlar. Bu durum, onların eğitim haklarını ellerinden alır ve çocukluklarını çalar. Küçük yaşta evlilikler, çocukların fiziksel ve ruhsal sağlığına ciddi zararlar verir ve bu çocukların geleceğini karartır.
Adalet, kadın hakları mücadelesinde kilit bir kavramdır. Adalet, kadınların maruz kaldıkları haksızlıkları ve ayrımcılığı sona erdirme, eşitlik ve insan onurunu koruma arzusunun bir ifadesidir. Kadınların adalete erişimi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için hayati öneme sahiptir. Adalet sistemi, kadınları korumalı ve onların haklarını savunmalıdır.
Kadın hakları ve eğitim arasındaki bağlantı, güçlü ve ayrılmaz bir bağdır. Eğitim, kadınların kendilerini ifade etmeleri, haklarını bilmeleri ve savunmaları için en güçlü araçlardan biridir. Eğitimli kadınlar, toplumda daha aktif rol alır ve toplumsal değişimin öncüsü olurlar. Eğitim, kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanmalarına, kendilerine güven duymalarına ve daha güçlü bir gelecek inşa etmelerine olanak tanır.
Türkiye'de kadın olmak, zorluklarla dolu bir yolculuktur. Kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, şiddet, ayrımcılık ve birçok engelle mücadele etmek zorundadırlar. Ancak bu mücadele, kadınların güçlü ve dirayetli duruşlarını da beraberinde getirir. Türkiye'de kadınlar, her şeye rağmen hayata tutunur, haklarını savunur ve toplumsal değişimin öncüsü olurlar. Kadınlar, toplumun yarısını oluşturur ve onların sesi, toplumun vicdanını yansıtır.
Bu yazıyı, cinsiyetçiliğe maruz kalan, şiddet gören, tacize uğrayan, küçük yaşta evlendirilen ve hakları için mücadele eden tüm kadınlara ithaf ediyorum. Kadınların sesi, bizim sesimizdir ve bu ses, adalet, eşitlik ve insan hakları mücadelesinin en güçlü yankısıdır. Unutmayalım ki, kadınların özgürlüğü, toplumun özgürlüğüdür ve bu özgürlük için hep birlikte mücadele etmeliyiz.
Kadın haklarına değer vermeyen toplumlar, aslında kendi köklerini baltalar. Kadınların eğitimden, iş hayatına, politikadan sosyal yaşama kadar her alanda eşit ve adil bir şekilde yer alamadığı toplumlar, bir ayağı prangaya vurulmuş gibi sendeleyerek ilerler. Kadınların maruz kaldığı ayrımcılık, onların potansiyellerini gerçekleştirmelerini engellerken, toplumu da büyük bir enerjiden ve yaratıcılıktan mahrum bırakır.
Köklü ve ulu bir ağacın büyümesi ve gelişmesi için nasıl ki suya, güneşe ve toprağa ihtiyacı varsa, toplumların da büyüyüp gelişmesi için kadınların bilgiye, özgürlüğe ve hakka erişimine ihtiyaçları vardır. Kadınlar, toplumun en temel yapı taşlarıdır; birer anne, birer eş, birer birey olarak, nesillerin yetişmesinde ve toplumsal değerlerin aktarılmasında büyük bir rol oynarlar. Kadınların haklarına saygı gösterilmediğinde, bu temel yapı taşları zayıflar ve toplumun bütünlüğü sarsılır. Kadın haklarına saygı göstermeyen bir toplum, adaletin ve eşitliğin tohumlarını kurutur. Bu tür toplumlar, kendi içinde derin çatışmalara ve huzursuzluklara yol açar. Kadınların maruz kaldığı şiddet, ayrımcılık ve haksızlıklar, toplumsal vicdanı yaralar ve toplumsal barışı tehdit eder. Kadınların sesi kısık kaldığında, toplumun vicdanı da sağırlaşır.
Kadın hakları mücadelesi, yüzyıllardır süren bir direnişin adıdır. Bu mücadele, kadınların eşit haklara sahip olma, özgürce yaşama ve kendi hayatlarını kontrol etme isteklerinin bir yansımasıdır. Kadın haklarının tarihçesi, kadınların oy hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve daha birçok alanda verdikleri uzun soluklu bir savaşı anlatır. Bu tarih, kadınların haklarını kazanmak için verdikleri fedakarlıkları, cesareti ve azmi gösterir. Tarih boyunca, kadınlar hakları için büyük mücadeleler vermişlerdir. Susan B. Anthony'nin Amerika'daki oy hakkı mücadelesinden, Türkiye'de Halide Edib Adıvar'ın kadın hakları savunusuna kadar, sayısız kadın, toplumun daha adil ve eşit bir hale gelmesi için çaba sarf etmiştir. Bu kadınlar, sadece kendi hakları için değil, aynı zamanda geleceğin kadınları için de savaşmışlardır. Onların cesareti ve azmi, bugünün kadınlarına ilham kaynağı olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Türkiye'de kadın hakları tarihçesi, mücadele ve direnişle dolu bir geçmişe sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak, Cumhuriyet'in kuruluşuna ve günümüze kadar kadınlar, haklarını elde etmek için büyük bir çaba sarf etmişlerdir. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte kadınlar, birçok alanda haklar elde etmişler, ancak bu hakların tam anlamıyla uygulanması uzun yıllar almıştır. Türkiye'de kadın hakları, halen birçok alanda geliştirilmesi gereken bir konudur.
Kadın haklarına önem veren toplumlar, sadece kadınlar için değil, herkes için daha yaşanabilir bir dünya yaratır. Kadınların eğitim alması, iş hayatına katılması, siyasi arenada söz sahibi olması, toplumsal dinamizmi artırır ve ekonomik kalkınmayı destekler. Kadınların özgürce çalışabildiği, kendilerini ifade edebildiği ve haklarına saygı duyulduğu toplumlar, yaratıcı düşüncenin ve yenilikçi fikirlerin filizlendiği verimli topraklardır.
Kadınların haklarını göz ardı eden toplumlar ise, geçmişin gölgesinde sıkışıp kalır. Bu tür toplumlar, ne denli güçlü görünürse görünsün, köklü sorunların ve haksızlıkların pençesinde kıvranır. Kadınların eşit haklara sahip olmadığı bir dünya, yarım kalan bir şiir gibidir; eksik ve anlamsız. Ancak kadınların hakları tam anlamıyla tanındığında, o şiir tamamlanır ve insanlık en güzel melodisini bulur.
Unutulmamalıdır ki, kadınların hakları insanlığın haklarıdır. Kadınların özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğüdür. Toplumlar, kadınların sesine kulak verdikçe, onlara hak ettikleri değeri verdikçe, gerçek anlamda ilerleyebilir ve gelişebilirler. Kadın haklarına saygı göstermek, sadece bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir zorunluluktur. Çünkü kadınların sesi, toplumun vicdanıdır ve o vicdan susturulamaz.
Kadınların haklarına önem vermeyen toplumlar, aslında kendi geleceğini karartır. Bu yüzden, kadın hakları mücadelesi hepimizin mücadelesidir. Kadınlar özgür oldukça, toplumlar da özgürleşir; kadınlar eşit oldukça, adalet yerini bulur; kadınlar güçlü oldukça, insanlık da güçlenir. Kadın hakları, hepimizin ortak mirasıdır ve bu mirası korumak, insanlığa olan borcumuzdur.
Toplumda cinsiyetçilik ve kadın hakları üzerine düşünmek, derinlemesine ve acıyla yoğrulmuş bir yolculuğa çıkmaktır. Bu yolculukta her adımda, yüzyıllardır süregelen eşitsizliklerin, ayrımcılığın ve şiddetin izlerine rastlarız. Kadınlar, toplumun neredeyse her alanında maruz kaldıkları cinsiyetçilikle savaşmak zorunda kalmış ve kalmaktadırlar. Bu savaş, bireysel düzeyde yaşanan acıların ötesine geçerek toplumsal bir yara haline gelmiştir.
Cinsiyetçilik, kadınların hayatlarının her noktasında karşılarına çıkan bir engel olarak varlığını sürdürmektedir. Kadınlar, iş yerinde, evde, sokakta, okullarda ve hemen hemen her sosyal ortamda cinsiyetçi tutum ve davranışlarla yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Cinsiyetçilik, sadece fiziksel veya sözlü tacizle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda kadınların toplumsal hayattaki rollerini sınırlayan, onları belirli kalıplara sokmaya çalışan derin bir zihniyet problemidir. Cinsiyetçiliğe maruz kalan kadınlar, bu durumun yarattığı travmalarla yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar. Taciz ve şiddet, sadece fiziksel yaralar açmakla kalmaz; ruhsal yaralar da bırakır. Bu yaralar, toplumun her kesiminde hissedilir ve maalesef çoğu zaman göz ardı edilir. Şiddet gören kadınlar, içinde bulundukları durumu ifşa etmekte zorlanır ve yardım istemekten çekinirler. Çünkü toplum, çoğu zaman mağduru suçlayarak, kurbanın üzerine daha fazla yük bindirir.
Aile içi şiddet, kadınların en çok maruz kaldığı şiddet türlerinden biridir. Aile içinde yaşanan şiddet, çoğu zaman gizli kalır ve kadınların en güvenli hissetmeleri gereken yerde, yani evlerinde, bir korku ve acı kaynağı haline gelir. Bu şiddet, fiziksel olduğu kadar duygusal, ekonomik ve psikolojik boyutlarda da kendini gösterir. Aile içi şiddet, sadece bireysel bir problem değil, toplumsal bir sağlık sorunudur ve acilen ele alınması gerekmektedir.
Toplumda şiddet gören ve tacize uğrayan kadınların hikayeleri, aslında toplumun hikayesidir. Bu kadınlar, sessiz çığlıklarıyla toplumun vicdanına seslenirler. Taciz ve şiddet, kadınların hayatlarında derin izler bırakırken, toplumun bu duruma kayıtsız kalması, adaletin ve insan haklarının zedelenmesine neden olur. Kadınların maruz kaldığı taciz ve şiddet, toplumun her kesiminde yer alan bir sorun olup, bu sorunla yüzleşmek ve çözüm üretmek, toplumsal bir sorumluluktur.
Küçük yaşta evlendirilen kız çocukları, toplumun en savunmasız kesimlerinden birini oluşturur. Bu çocuklar, kendi hayatlarını yaşamadan, kendi kararlarını veremeden, birer eş ve anne rolüne zorlanırlar. Bu durum, onların eğitim haklarını ellerinden alır ve çocukluklarını çalar. Küçük yaşta evlilikler, çocukların fiziksel ve ruhsal sağlığına ciddi zararlar verir ve bu çocukların geleceğini karartır.
Adalet, kadın hakları mücadelesinde kilit bir kavramdır. Adalet, kadınların maruz kaldıkları haksızlıkları ve ayrımcılığı sona erdirme, eşitlik ve insan onurunu koruma arzusunun bir ifadesidir. Kadınların adalete erişimi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için hayati öneme sahiptir. Adalet sistemi, kadınları korumalı ve onların haklarını savunmalıdır.
Kadın hakları ve eğitim arasındaki bağlantı, güçlü ve ayrılmaz bir bağdır. Eğitim, kadınların kendilerini ifade etmeleri, haklarını bilmeleri ve savunmaları için en güçlü araçlardan biridir. Eğitimli kadınlar, toplumda daha aktif rol alır ve toplumsal değişimin öncüsü olurlar. Eğitim, kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanmalarına, kendilerine güven duymalarına ve daha güçlü bir gelecek inşa etmelerine olanak tanır.
Türkiye'de kadın olmak, zorluklarla dolu bir yolculuktur. Kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, şiddet, ayrımcılık ve birçok engelle mücadele etmek zorundadırlar. Ancak bu mücadele, kadınların güçlü ve dirayetli duruşlarını da beraberinde getirir. Türkiye'de kadınlar, her şeye rağmen hayata tutunur, haklarını savunur ve toplumsal değişimin öncüsü olurlar. Kadınlar, toplumun yarısını oluşturur ve onların sesi, toplumun vicdanını yansıtır.
Bu yazıyı, cinsiyetçiliğe maruz kalan, şiddet gören, tacize uğrayan, küçük yaşta evlendirilen ve hakları için mücadele eden tüm kadınlara ithaf ediyorum. Kadınların sesi, bizim sesimizdir ve bu ses, adalet, eşitlik ve insan hakları mücadelesinin en güçlü yankısıdır. Unutmayalım ki, kadınların özgürlüğü, toplumun özgürlüğüdür ve bu özgürlük için hep birlikte mücadele etmeliyiz.
daha fazla
KİBİR
İleti
Kibir, insan ruhunun karanlık bir köşesinde sinsice bekleyen bir duygudur. Bu duygu, kimi zaman zarif bir maskenin ardında gizlenir, kimi zaman ise çirkin yüzünü aleni bir şekilde gösterir. Kibirli olmak, kişinin kendisini başkalarından üstün görmesi, kendi varlığını yüceltme çabasıdır. Ancak bu çaba, çoğu zaman insanın kendisine ve çevresine büyük zararlar verir.
Kibir, insan ruhunu adım adım zehirleyen, içten içe çürüten bir hastalıktır. Bir düşünün, bir kimse kibirle dolup taştığında, aslında içinde ne büyük bir boşluk olduğunu fark edemez. Kendi değerini, başkalarını küçümseyerek artırmaya çalışan bir kişi, ruhunun derinliklerindeki eksikliği, yetersizliği göremez. Bu eksiklik, kibrin yıkıcı etkisiyle daha da derinleşir ve kişi, farkında olmadan kendi ruhunun mezarını kazmaya başlar.
Kibirli insan, çevresindeki diğer insanları kendisinden uzaklaştırır. Kibirli biriyle muhatap olmak, çoğu zaman soğuk bir duvara çarpmak gibidir. Bu duvar, sevgi ve anlayıştan yoksundur. İnsanlar, kibirli kişilerin yanında kendilerini değersiz hissederler ve zamanla bu duygudan kaçınmak için ondan uzaklaşırlar. Kibirli insan ise, yalnızlığının farkına vardığında genellikle çok geç kalmıştır. İçindeki kibir, bir ateş gibi onu yakıp tüketmiş, geriye sadece kül bırakmıştır.
Kibir, tüm inançlarda günah olarak nitelendirilir. Bu sadece bir tesadüf değildir; zira kibir, insanın hem kendisine hem de toplumuna karşı işlediği bir suçtur. Kendi değerini yüceltmek uğruna başkalarını küçümsemek, insanlık onuruna aykırıdır. İnançlar, kibri günah sayarak, insanları bu yıkıcı duygudan uzak durmaya teşvik eder. Zira kibir, insanı hem bu dünyada hem de öte dünyada felakete sürükler.
Kibir, insan ruhunun derinliklerinde saklı duran, fark edilmesi zor ama etkileri yıkıcı olan bir duygudur. Bu duygu, tarih boyunca sadece insanları değil, varlıkların en bilgesi ve en kudretlisi olan Şeytan'ı da ele geçirmiştir. Onun kibirle dolu hikayesi, insanoğluna ibret niteliğinde bir ders sunar. Şeytan'ın Adem'e secde etmeyi reddetmesi ve kıyamete kadar lanetlenmesi, kibrin ne denli yıkıcı olabileceğini gözler önüne seren çarpıcı bir öyküdür.
Şeytan, melekler arasında bilgeliği ve kudreti ile bilinen bir varlıktı. Tanrı’nın emirlerine itaat eden, göklerdeki güzellikleri ve bilgeliği ile övülen bir varlıktı. Ancak bir gün, Tanrı, çamurdan yarattığı Adem'e secde etmeleri için tüm meleklere emir verdiğinde, Şeytan'ın içindeki kibir uyanmaya başladı. O, ateşten yaratılmıştı; ateş, çamura boyun eğer miydi? Şeytan, kendi üstünlüğüne inandı, kendi varlığını yüceltti ve Yaratıcı'nın emrine karşı geldi. Şeytan'ın kibri, onu isyana sürükledi. "Ben ateşten yaratıldım, o ise çamurdan. Ona secde etmem," dedi. Bu sözler, sadece bir başkaldırı değil, aynı zamanda kibrin en karanlık ifadesiydi. Şeytan, kendi yaratıcısını ve onun iradesini hiçe sayarak, kendisini Yaratıcı'nın kararlarının üzerinde görmeye başladı. Bu kibir, onu geri dönülmez bir yola sürükledi. Yaratıcı'nın huzurunda baş kaldıran Şeytan, artık bir düşman, bir isyancıydı. Yaratıcı, Şeytan'ın kibirli başkaldırısını elbette affetmedi. Ona kıyamete kadar lanet okudu ve huzurundan kovdu. Şeytan, yeryüzüne düşerken, kibri ve isyanı ile birlikte düşüyordu. Artık o, insanlığın baş düşmanı, insanları yoldan çıkarmak için ant içmiş bir varlıktı. Kibir, Şeytan'ı sadece ilahi huzurdan kovmakla kalmamış, onun varoluşunu da lanetlemişti. Her adımında, her nefesinde, kibrinin bedelini ödüyordu. Şeytan'ın hikayesi, kibrin ne denli yıkıcı olabileceğini gösteren bir aynadır. İnsanlar, bu hikâyede kendi kibirlerini, kendi hatalarını görmelidirler. Kibir, insanı yücelttiğini sanırken aslında onu en derin çukurlara sürükler. Şeytan'ın kibri, onun yüceliğini alıp götürmüş, onu ebedi bir düşman haline getirmiştir. İnsanlar da kibirlerine kapıldıklarında, kendi içlerindeki iyiliği ve saflığı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Şeytan, her ne kadar kibirli ve isyankâr olsa da, içinde bir yerde pişmanlık duygusu taşıyor olabilir mi? Her lanetli adımında, cennetin kaybolan görkemini, Tanrı'nın huzurundaki masumiyetini hatırlıyor olabilir mi? Ancak kibir, onu bu pişmanlığı dile getirmekten alıkoyar. O, kendi yarattığı karanlıkta hapsolmuştur. İnsanlar da kibirlerine yenik düştüklerinde, geri dönüşü olmayan yollara girerler. Pişmanlık, kibrin ardında saklanan bir gölge olarak kalır. Şeytan'ın hikayesi, insanlara kibirden uzak durmaları gerektiğini öğretir. Kibir, sadece bireyin kendisine değil, çevresine ve tüm insanlığa zarar verir. Adem'e secde etmeyen Şeytan, aslında tüm insanlığa secde etmeyi reddetmiş, onları kendi karanlık yoluna çekmek istemiştir. İnsanlar, kibirlerinin farkına varmalı ve bu yıkıcı duygudan uzak durmalıdırlar. Kibir yerine, alçakgönüllülük ve sevgi ile hareket etmek, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır. Şeytan'ın Adem'e secde etmeyişi ve kibirle dolu isyanı, kıyamete kadar sürecek bir lanetle sonuçlanmıştır. Bu hikâye, kibirin ne denli yıkıcı olabileceğini ve insanları nasıl geri dönülmez yollara sürükleyebileceğini gösterir. Kibrin gölgesinden çıkarak, sevgi ve alçakgönüllülükle aydınlanan bir yolda yürümek, insanın kendi ruhunu ve çevresini iyileştirmesinin en doğru yoludur. Unutmayalım ki, kibir, insanı bitip tüketen bir duygudur ve bu duygudan arınmak, gerçek huzurun ve mutluluğun anahtarıdır.
Tarih sahnesinde de kibir, birçok meşhur insanın düşüşüne neden olmuştur. Bu insanların kendilerini yüceltme çabaları, sonunda onları büyük bir çöküşe sürüklemiştir. Örneğin Napolyon Bonapart, askeri dehasıyla bilinen bir liderdi, ancak kibri onun sonunu getirmiştir. 1812 yılında Rusya'yı işgal etmeye karar verdiğinde, zaferden emin olarak yola çıkmıştı. Ancak Rusya'nın sert kış şartları ve gerilla savaşı taktikleri karşısında büyük bir yenilgiye uğradı. Napolyon’un kibirli kararı, yüz binlerce askerin ölümüne ve kendi imparatorluğunun çöküşüne neden oldu.
Bir başka tarihi şahsiyet Adolf Hitler, kibri ve megalomanisi ile bilinen bir diktatördü. II. Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği'ne karşı başlattığı Barbarossa Harekâtı, kibrinin bir yansımasıydı. Kendini yenilmez sanan Hitler, Sovyetler'in gücünü hafife aldı ve bu hata, Almanya'nın savaşı kaybetmesine yol açtı. Hitler’in kibirli kararları, milyonlarca insanın ölümüne ve Avrupa'nın harap olmasına neden oldu.
Bizans İmparatoru I. Justinianus'un eşi İmparatoriçe Theodora, kendisine duyduğu aşırı güven ve kibirle tanınırdı. Nika İsyanı sırasında, saraydan kaçmayı reddederek kalmayı ve isyanı bastırmayı tercih etti. Bu karar hem sarayın hem de birçok insanın hayatına mal oldu. Theodora’nın kibirli tavrı, Bizans İmparatorluğu'nu büyük bir krize sürükledi
İngiltere Kralı Henry VIII, kibirli ve despotik yönetimi ile bilinir. Bir erkek varis sahibi olma hırsıyla, altı farklı kadınla evlendi ve kiliseyi bile kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirdi. Bu kibirli tutumu, İngiltere'de dini ve siyasi çalkantılara neden oldu. Henry’nin kibiri, sonunda onu yalnız ve mutsuz bir şekilde ölmeye mahkûm etti.
Edebiyat dünyasının güçlü kalemi William Shakespeare'in "Kral Lear" adlı eserinde, kibirli kral Lear'ın hikayesi anlatılır. Kral Lear, krallığını üç kızı arasında paylaştırırken, kibirli bir şekilde sadece kendisini en çok seven kızına en büyük payı vermeyi planlar. Ancak bu kibirli yaklaşım, trajik bir sonuç doğurur ve Lear, hem tahtını hem de ailesini kaybeder. Lear'ın kibri, onu deliliğe ve nihayetinde ölümüne sürükler.
Tarih kibriyle hezimete uğramış meşhur ya da meşhur olmayan birçok insanın hezimet hikayeleri ile doludur. Bir tür kötücül lanete benzeyen kibir, insanın kendisini sevgi ve anlayıştan mahrum bırakır. Kendi üstünlüğüne inanmış bir kimse, başkalarının sevgisini ve saygısını hak ettiğini düşünür. Ancak gerçek sevgi ve saygı, zorla kazanılamaz; samimiyet ve alçakgönüllülükle elde edilir. Kibir, bu erdemleri yok eder ve geriye sadece sahte bir üstünlük hissi bırakır. Bu sahte his, insanı giderek daha da yalnızlaştırır ve ruhunu tüketir.
Kibirli olmak, ruhun karanlık bir köşesinde hapsedilmiş bir acıyı ifade eder. İnsan, bu acının farkına varmadan, kibirle dolup taşar. Ancak bir gün, o karanlık köşede sıkışıp kalan acı, tüm gücüyle ortaya çıkar ve insanı pençesine alır. Kibir, kişinin kendi ruhunu yavaş yavaş yok eden bir duygudur ve bu yok oluş, çoğu zaman geri dönüşü olmayan bir yola çıkarır.
Kibirli olmanın hem kişiye hem de çevresine verdiği zararlar büyüktür. Kibir, insanı hem ruhsal olarak tüketir hem de sosyal ilişkilerini zedeler. Kibirden uzak durmak, insanın kendisiyle barışık olmasını ve çevresiyle sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlar. Kibir yerine, alçakgönüllülük ve samimiyeti seçmek hem ruhu hem de toplumu iyileştirir. Unutmayalım ki, kibir, insanı bitip tüketen bir duygudur ve bu duygudan arınmak, gerçek huzurun ve mutluluğun anahtarıdır.
Kibir, insan ruhunu adım adım zehirleyen, içten içe çürüten bir hastalıktır. Bir düşünün, bir kimse kibirle dolup taştığında, aslında içinde ne büyük bir boşluk olduğunu fark edemez. Kendi değerini, başkalarını küçümseyerek artırmaya çalışan bir kişi, ruhunun derinliklerindeki eksikliği, yetersizliği göremez. Bu eksiklik, kibrin yıkıcı etkisiyle daha da derinleşir ve kişi, farkında olmadan kendi ruhunun mezarını kazmaya başlar.
Kibirli insan, çevresindeki diğer insanları kendisinden uzaklaştırır. Kibirli biriyle muhatap olmak, çoğu zaman soğuk bir duvara çarpmak gibidir. Bu duvar, sevgi ve anlayıştan yoksundur. İnsanlar, kibirli kişilerin yanında kendilerini değersiz hissederler ve zamanla bu duygudan kaçınmak için ondan uzaklaşırlar. Kibirli insan ise, yalnızlığının farkına vardığında genellikle çok geç kalmıştır. İçindeki kibir, bir ateş gibi onu yakıp tüketmiş, geriye sadece kül bırakmıştır.
Kibir, tüm inançlarda günah olarak nitelendirilir. Bu sadece bir tesadüf değildir; zira kibir, insanın hem kendisine hem de toplumuna karşı işlediği bir suçtur. Kendi değerini yüceltmek uğruna başkalarını küçümsemek, insanlık onuruna aykırıdır. İnançlar, kibri günah sayarak, insanları bu yıkıcı duygudan uzak durmaya teşvik eder. Zira kibir, insanı hem bu dünyada hem de öte dünyada felakete sürükler.
Kibir, insan ruhunun derinliklerinde saklı duran, fark edilmesi zor ama etkileri yıkıcı olan bir duygudur. Bu duygu, tarih boyunca sadece insanları değil, varlıkların en bilgesi ve en kudretlisi olan Şeytan'ı da ele geçirmiştir. Onun kibirle dolu hikayesi, insanoğluna ibret niteliğinde bir ders sunar. Şeytan'ın Adem'e secde etmeyi reddetmesi ve kıyamete kadar lanetlenmesi, kibrin ne denli yıkıcı olabileceğini gözler önüne seren çarpıcı bir öyküdür.
Şeytan, melekler arasında bilgeliği ve kudreti ile bilinen bir varlıktı. Tanrı’nın emirlerine itaat eden, göklerdeki güzellikleri ve bilgeliği ile övülen bir varlıktı. Ancak bir gün, Tanrı, çamurdan yarattığı Adem'e secde etmeleri için tüm meleklere emir verdiğinde, Şeytan'ın içindeki kibir uyanmaya başladı. O, ateşten yaratılmıştı; ateş, çamura boyun eğer miydi? Şeytan, kendi üstünlüğüne inandı, kendi varlığını yüceltti ve Yaratıcı'nın emrine karşı geldi. Şeytan'ın kibri, onu isyana sürükledi. "Ben ateşten yaratıldım, o ise çamurdan. Ona secde etmem," dedi. Bu sözler, sadece bir başkaldırı değil, aynı zamanda kibrin en karanlık ifadesiydi. Şeytan, kendi yaratıcısını ve onun iradesini hiçe sayarak, kendisini Yaratıcı'nın kararlarının üzerinde görmeye başladı. Bu kibir, onu geri dönülmez bir yola sürükledi. Yaratıcı'nın huzurunda baş kaldıran Şeytan, artık bir düşman, bir isyancıydı. Yaratıcı, Şeytan'ın kibirli başkaldırısını elbette affetmedi. Ona kıyamete kadar lanet okudu ve huzurundan kovdu. Şeytan, yeryüzüne düşerken, kibri ve isyanı ile birlikte düşüyordu. Artık o, insanlığın baş düşmanı, insanları yoldan çıkarmak için ant içmiş bir varlıktı. Kibir, Şeytan'ı sadece ilahi huzurdan kovmakla kalmamış, onun varoluşunu da lanetlemişti. Her adımında, her nefesinde, kibrinin bedelini ödüyordu. Şeytan'ın hikayesi, kibrin ne denli yıkıcı olabileceğini gösteren bir aynadır. İnsanlar, bu hikâyede kendi kibirlerini, kendi hatalarını görmelidirler. Kibir, insanı yücelttiğini sanırken aslında onu en derin çukurlara sürükler. Şeytan'ın kibri, onun yüceliğini alıp götürmüş, onu ebedi bir düşman haline getirmiştir. İnsanlar da kibirlerine kapıldıklarında, kendi içlerindeki iyiliği ve saflığı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Şeytan, her ne kadar kibirli ve isyankâr olsa da, içinde bir yerde pişmanlık duygusu taşıyor olabilir mi? Her lanetli adımında, cennetin kaybolan görkemini, Tanrı'nın huzurundaki masumiyetini hatırlıyor olabilir mi? Ancak kibir, onu bu pişmanlığı dile getirmekten alıkoyar. O, kendi yarattığı karanlıkta hapsolmuştur. İnsanlar da kibirlerine yenik düştüklerinde, geri dönüşü olmayan yollara girerler. Pişmanlık, kibrin ardında saklanan bir gölge olarak kalır. Şeytan'ın hikayesi, insanlara kibirden uzak durmaları gerektiğini öğretir. Kibir, sadece bireyin kendisine değil, çevresine ve tüm insanlığa zarar verir. Adem'e secde etmeyen Şeytan, aslında tüm insanlığa secde etmeyi reddetmiş, onları kendi karanlık yoluna çekmek istemiştir. İnsanlar, kibirlerinin farkına varmalı ve bu yıkıcı duygudan uzak durmalıdırlar. Kibir yerine, alçakgönüllülük ve sevgi ile hareket etmek, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır. Şeytan'ın Adem'e secde etmeyişi ve kibirle dolu isyanı, kıyamete kadar sürecek bir lanetle sonuçlanmıştır. Bu hikâye, kibirin ne denli yıkıcı olabileceğini ve insanları nasıl geri dönülmez yollara sürükleyebileceğini gösterir. Kibrin gölgesinden çıkarak, sevgi ve alçakgönüllülükle aydınlanan bir yolda yürümek, insanın kendi ruhunu ve çevresini iyileştirmesinin en doğru yoludur. Unutmayalım ki, kibir, insanı bitip tüketen bir duygudur ve bu duygudan arınmak, gerçek huzurun ve mutluluğun anahtarıdır.
Tarih sahnesinde de kibir, birçok meşhur insanın düşüşüne neden olmuştur. Bu insanların kendilerini yüceltme çabaları, sonunda onları büyük bir çöküşe sürüklemiştir. Örneğin Napolyon Bonapart, askeri dehasıyla bilinen bir liderdi, ancak kibri onun sonunu getirmiştir. 1812 yılında Rusya'yı işgal etmeye karar verdiğinde, zaferden emin olarak yola çıkmıştı. Ancak Rusya'nın sert kış şartları ve gerilla savaşı taktikleri karşısında büyük bir yenilgiye uğradı. Napolyon’un kibirli kararı, yüz binlerce askerin ölümüne ve kendi imparatorluğunun çöküşüne neden oldu.
Bir başka tarihi şahsiyet Adolf Hitler, kibri ve megalomanisi ile bilinen bir diktatördü. II. Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği'ne karşı başlattığı Barbarossa Harekâtı, kibrinin bir yansımasıydı. Kendini yenilmez sanan Hitler, Sovyetler'in gücünü hafife aldı ve bu hata, Almanya'nın savaşı kaybetmesine yol açtı. Hitler’in kibirli kararları, milyonlarca insanın ölümüne ve Avrupa'nın harap olmasına neden oldu.
Bizans İmparatoru I. Justinianus'un eşi İmparatoriçe Theodora, kendisine duyduğu aşırı güven ve kibirle tanınırdı. Nika İsyanı sırasında, saraydan kaçmayı reddederek kalmayı ve isyanı bastırmayı tercih etti. Bu karar hem sarayın hem de birçok insanın hayatına mal oldu. Theodora’nın kibirli tavrı, Bizans İmparatorluğu'nu büyük bir krize sürükledi
İngiltere Kralı Henry VIII, kibirli ve despotik yönetimi ile bilinir. Bir erkek varis sahibi olma hırsıyla, altı farklı kadınla evlendi ve kiliseyi bile kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirdi. Bu kibirli tutumu, İngiltere'de dini ve siyasi çalkantılara neden oldu. Henry’nin kibiri, sonunda onu yalnız ve mutsuz bir şekilde ölmeye mahkûm etti.
Edebiyat dünyasının güçlü kalemi William Shakespeare'in "Kral Lear" adlı eserinde, kibirli kral Lear'ın hikayesi anlatılır. Kral Lear, krallığını üç kızı arasında paylaştırırken, kibirli bir şekilde sadece kendisini en çok seven kızına en büyük payı vermeyi planlar. Ancak bu kibirli yaklaşım, trajik bir sonuç doğurur ve Lear, hem tahtını hem de ailesini kaybeder. Lear'ın kibri, onu deliliğe ve nihayetinde ölümüne sürükler.
Tarih kibriyle hezimete uğramış meşhur ya da meşhur olmayan birçok insanın hezimet hikayeleri ile doludur. Bir tür kötücül lanete benzeyen kibir, insanın kendisini sevgi ve anlayıştan mahrum bırakır. Kendi üstünlüğüne inanmış bir kimse, başkalarının sevgisini ve saygısını hak ettiğini düşünür. Ancak gerçek sevgi ve saygı, zorla kazanılamaz; samimiyet ve alçakgönüllülükle elde edilir. Kibir, bu erdemleri yok eder ve geriye sadece sahte bir üstünlük hissi bırakır. Bu sahte his, insanı giderek daha da yalnızlaştırır ve ruhunu tüketir.
Kibirli olmak, ruhun karanlık bir köşesinde hapsedilmiş bir acıyı ifade eder. İnsan, bu acının farkına varmadan, kibirle dolup taşar. Ancak bir gün, o karanlık köşede sıkışıp kalan acı, tüm gücüyle ortaya çıkar ve insanı pençesine alır. Kibir, kişinin kendi ruhunu yavaş yavaş yok eden bir duygudur ve bu yok oluş, çoğu zaman geri dönüşü olmayan bir yola çıkarır.
Kibirli olmanın hem kişiye hem de çevresine verdiği zararlar büyüktür. Kibir, insanı hem ruhsal olarak tüketir hem de sosyal ilişkilerini zedeler. Kibirden uzak durmak, insanın kendisiyle barışık olmasını ve çevresiyle sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlar. Kibir yerine, alçakgönüllülük ve samimiyeti seçmek hem ruhu hem de toplumu iyileştirir. Unutmayalım ki, kibir, insanı bitip tüketen bir duygudur ve bu duygudan arınmak, gerçek huzurun ve mutluluğun anahtarıdır.
daha fazla
Gençlik
İleti
Yıllar bir nehir gibi akıp giderken, sık sık çocukluğuma, kerpiçten yapılmış evimizin serin duvarlarına ve tozlu sokaklarımıza dönüp bakarım. Yoksulluğun çelimsiz gölgesinde büyüyen ama sevgiyle dolu günlere. Çocukluğum, annemin eksikliğinde, babaannem ve dedemle geçti. Babam, annemle yollarını ayırdıktan sonra bizi, kardeşimle birlikte, onların yanına bıraktı. Babam, çalışmak zorundaydı ve biz onun gölgesinde büyüdük. Annem ise, kendimi bildim bileli hayatımda yoktu. Onun yokluğunu her daim hissettim; bu eksiklik, ruhumda derin yaralar açtı.
Kerpiç evimizin önünde oynarken, ellerimizdeki toprak kokusu hâlâ burnumda, ayaklarımızın altında ezilen çakıl taşlarının sesi hâlâ kulaklarımda çınlar. Ayakkabılarımızın deliklerini yamalarken babaannemin elleri nasırlıydı, ama yüreği daima sıcaktı. Dedemin çalışmaktan yorgun düşmüş bedeni, bize olan sevgisiyle dimdik ayakta dururdu. Onların sevgisi, yoksulluğun her türlü sertliğini yumuşatırdı. Tıpkı Hz. Adem'in Cennet Bahçesi'ne duyduğu özlem gibi, ben de geçmişimin masum ve saf dünyasına duyduğum özlemi derinlerde hissediyorum şimdi.
O siyah önlüklü ilkokul yıllarımı düşündüğümde, kalbimde tarifsiz bir özlem belirir. Sabahın erken saatlerinde, babaannemin ördüğü beyaz dantelli yakamı takıp okula gidişim hâlâ gözlerimin önünde. Her sabah sınıfımızda yankılanan neşeli çocuk sesleri, tahtaya kalkıp okuduğumuz şiirler, hepimizin dilinde aynı coşkuyla söylediğimiz marşlar... Okul bahçesinde oynadığımız oyunlar, arkadaşlarımızla paylaştığımız saf neşeler, hayatın getireceği zorluklardan bihaber, masum ve mutlu yıllardı.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı geldiğinde, içimdeki heyecan tarifsizdi. Her yıl, büyük bir coşkuyla kutladığımız bu bayramda, arkadaşlarımla birlikte hazırladığımız gösteriler, süslediğimiz okul bahçesi ve elimize aldığımız rengarenk çiçekler ile "23 NİSAN" yazısını oluşturmamız... O unutulmaz günlerde, ben her zaman "S" harfini tutan çocuk olurdum. Çiçeklerle bezenmiş harfleri tutarken içimde hissettiğim gurur ve sevinç, hiçbir şeye değişilmezdi. O anların masumiyeti ve coşkusu, hayatımın en güzel anıları arasında yer aldı.
Kerpiç evimizin penceresinden dışarıya bakarken, rüzgârın ağaç dallarını sallayışını izlerdim. Her bir yaprak, sanki hayatın zorluklarına rağmen ayakta kalmayı başaran bizler gibi, dirençle tutunurdu dallarına. Akşam yemeklerimizi bir arada yerken, soframıza oturan yoksulluk değil, aile bağlarımızın kuvvetiydi. Sade yiyeceklerimiz vardı belki ama soframıza eşlik eden muhabbetlerimiz, en lezzetli yemeklerden daha doyurucuydu.
Gözlerimi kapatıp o günlere geri döndüğümde, çocukken sahip olduğum umutlarımı ve hayallerimi hatırlarım. Her şeye rağmen, içimde daima parlak bir gelecek umudu taşırdım. Mahallemizin köşesindeki eski kitapçıdan ödünç aldığım kitapları okurken, hayal gücüm beni uzak diyarlara götürürdü. Gerçek dünyada sahip olamadıklarım, hayallerimde can bulurdu.
O yılların saflığına ve masumiyetine olan özlemim, yüreğimin derinliklerinde bir yerlerde her zaman canlıdır. Gençliğin verdiği o tatlı heyecan, henüz hayatın acımasız gerçekleriyle tanışmamış olmanın verdiği huzur, zamanla anılarımda birer hazineye dönüştü. Gençliğin o büyülü yılları, sanki zamanın dışındaymış gibi gelir bana. Kötü şeylerin yaşanmadığı, her şeyin daha basit ve daha saf olduğu zamanlar. Şimdi, kırk iki yaşımın olgunluğunda, geçmişe dönüp baktığımda, gençliğimin güzelliklerini ve zorluklarını daha net görebiliyorum. Yoksulluk, çocukluğumu zorlaştırmış olabilir, ama o yılların bana kattığı değerler, hayatımın en büyük zenginlikleri oldu. Ailemizin sevgisi, dostluklar ve küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmek, bana hayatta en önemli şeylerin para ve mal mülk olmadığını öğretti.
Gençlik, yalnızca bir yaş dönemi değil, ruhun tazeliği ve hayata dair sınırsız umutların en yoğun olduğu bir zaman dilimidir. Şimdi anlıyorum ki, gençliğin verdiği cesaret ve hayaller, insanın yaşam yolculuğunda en kıymetli kılavuzlarıdır. Gençken sahip olduğumuz o duru umutlar ve saf arzular, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği o yıllara dönüp baktığımda, içimde bir sıcaklık ve hüzün dalgası yükselir. Zorlukların arasında büyüyen umutlarım ve babaannemin bana verdiği sevgi, hayatımın her döneminde bana rehberlik etti. Şimdi, bu anıları kaleme alırken, gençliğimin o tarifsiz güzelliklerini yeniden yaşar gibi oluyorum. Annesizliğin açtığı derin yaralar, babaannemin şefkatiyle bir nebze kapanmış olsa da o eksikliği her zaman hissettim. Bu acı, hayatım boyunca içimde bir yara olarak kaldı, ama aynı zamanda bana güçlü olmayı öğretti. Evet, gençlik gerçekten de çok hoş bir yaş dönemi. O günlerin saf mutluluğunu ve umutlarını kalbimde daima yaşatacağım. Bu anılar, hayatımın en değerli hazinesi olarak, her zaman benimle olacak. Geçmişe olan bu özlem, bana bugünü daha anlamlı kılmayı öğretiyor ve geleceğe dair umutlarımı canlı tutuyor.
Pek yaşlı sayılmam ama gençlik hakkında da yazacaklarım var elbette. Gençlik, insan hayatında benzersiz bir dönemin adıdır; umutların, hayallerin ve sınırsız olanakların en yoğun yaşandığı zaman dilimi. Gençliğin verdiği o saf heyecan, yaşamın en acımasız gerçeklerine bile meydan okuyabilen bir güçtür.
Gençlik yıllarımı düşündüğümde, içimde tarifi zor bir özlem belirir. O yılların saflığı, masumiyeti ve coşkusuyla harmanlanmış anılar, kalbimde her zaman canlı kalır. Gençlik, insanın en özgür olduğu zamandır; düşünceleri, hayalleri ve umutları sınırsızdır. Henüz hayatın getireceği zorluklarla tanışmamış olmanın verdiği bir rahatlıkla, dünya ayaklarımızın altında gibi hissederiz.
Gençliğin en değerli yanlarından biri de insanın kendini keşfetme yolculuğudur. Bu dönemde, kim olduğumuzu, neyi sevdiğimizi ve hayatımızda neyin peşinden gitmek istediğimizi öğreniriz. Her yeni deneyim, her yeni dostluk ve her yeni adım, bizi biraz daha şekillendirir. Gençlik, insanın kendini en özgür ve en güçlü hissettiği zamanlardan biridir. Bu dönemde sahip olduğumuz cesaret ve kararlılık, bizi hayatta istediğimiz yere götürebilecek en önemli kılavuzlardır. O yılların saflığı ve coşkusu, hayatın ilerleyen dönemlerinde nadir bulunan bir hazine gibi gelir bana. Gençliğin o tarifsiz enerjisi, her şeyi mümkün kılacakmış gibi hissettirir. Hayallerimizin peşinden koşarken, engellerin önemsiz kaldığı, her başarının bir zafer olarak kutlandığı o günler, kalbimde her zaman özel bir yere sahiptir. Gençliğin verdiği güçle, hayatın tüm zorluklarına meydan okuyabileceğimizi düşünürüz.
Gençliğin bir diğer büyülü yönü de zamanın yavaş ilerlediği hissidir. Her an, her dakika dolu dolu yaşanır. Gençliğin verdiği enerjinin sonsuz olduğunu düşünürüz. Geceler boyunca süren sohbetler, sabaha kadar süren eğlenceler, gündüzleri dolu dolu geçen anılar, hepsi bir araya geldiğinde, hayatımızın en parlak dönemlerini oluşturur. Bu dönemde yaşanan dostluklar ve aşklar, hayatımız boyunca bizimle kalacak izler bırakır. Gençliğin en hoş yanlarından biri de insanın hayal gücünün sınırsızlığıdır. Geleceğe dair umutlarımız ve planlarımız, gökyüzündeki yıldızlar kadar çoktur. Bu umutlar ve hayaller, bizi hayatın monotonluğundan uzak tutar. Her yeni gün, yeni bir macera, yeni bir keşif demektir. Gençken, hayatın tüm renkleri daha canlı, tüm sesleri daha melodik gelir bize. Bu dönemde sahip olduğumuz sağlığın ve enerjinin değeri de paha biçilemezdir. Gençken, vücudumuzun ve zihnimizin sınırlarını zorlayabiliriz. Gece geç saatlere kadar çalışabilir, spor yapabilir ve hala enerjik hissedebiliriz. Bu enerjiyi ve sağlığı, hayatımızın ilerleyen dönemlerinde ararız. Gençliğin verdiği bu güç, bizi her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek kadar güçlü kılar.
Gençlik, aynı zamanda hayatta her şeyin mümkün olduğunu hissettiğimiz bir dönemdir. Hayallerimizin peşinden giderken, önümüzdeki engellerin önemsiz kaldığı, her başarının bir zafer olarak kutlandığı o günler, kalbimde her zaman özel bir yere sahiptir. Gençliğin verdiği güçle, hayatın tüm zorluklarına meydan okuyabileceğimizi düşünürüz. Zaman ilerledikçe, gençliğin verdiği o saflığı ve coşkuyu daha çok özlemle anarız. Hayatın getirdiği sorumluluklar ve zorluklar, gençliğin o masum ve saf dünyasını gölgeler. Ancak, gençlikte yaşadığımız anılar ve kazandığımız değerler, hayatımız boyunca bize rehberlik eder. Gençliğin verdiği umutlar ve hayaller, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır.
Gençlik, yalnızca bir yaş dönemi değil, aynı zamanda ruhun tazeliği ve hayata dair sınırsız umutların en yoğun olduğu bir zamandır. Şimdi anlıyorum ki, gençliğin verdiği cesaret ve hayaller, insanın yaşam yolculuğunda en kıymetli kılavuzlarıdır. Gençken sahip olduğumuz o duru umutlar ve saf arzular, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır. Bu yazıyı kaleme alırken, gençliğimin o tarifsiz güzelliklerini yeniden yaşar gibi oluyorum. Gençliğin ebedi büyüsü, hayatımın her döneminde bana rehberlik etti. Annesizliğin açtığı derin yaralar, babaannemin şefkatiyle bir nebze kapanmış olsa da o eksikliği her zaman hissettim. Bu acı, hayatım boyunca içimde bir yara olarak kaldı, ama aynı zamanda bana güçlü olmayı öğretti.
Kerpiç evimizin önünde oynarken, ellerimizdeki toprak kokusu hâlâ burnumda, ayaklarımızın altında ezilen çakıl taşlarının sesi hâlâ kulaklarımda çınlar. Ayakkabılarımızın deliklerini yamalarken babaannemin elleri nasırlıydı, ama yüreği daima sıcaktı. Dedemin çalışmaktan yorgun düşmüş bedeni, bize olan sevgisiyle dimdik ayakta dururdu. Onların sevgisi, yoksulluğun her türlü sertliğini yumuşatırdı. Tıpkı Hz. Adem'in Cennet Bahçesi'ne duyduğu özlem gibi, ben de geçmişimin masum ve saf dünyasına duyduğum özlemi derinlerde hissediyorum şimdi.
O siyah önlüklü ilkokul yıllarımı düşündüğümde, kalbimde tarifsiz bir özlem belirir. Sabahın erken saatlerinde, babaannemin ördüğü beyaz dantelli yakamı takıp okula gidişim hâlâ gözlerimin önünde. Her sabah sınıfımızda yankılanan neşeli çocuk sesleri, tahtaya kalkıp okuduğumuz şiirler, hepimizin dilinde aynı coşkuyla söylediğimiz marşlar... Okul bahçesinde oynadığımız oyunlar, arkadaşlarımızla paylaştığımız saf neşeler, hayatın getireceği zorluklardan bihaber, masum ve mutlu yıllardı.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı geldiğinde, içimdeki heyecan tarifsizdi. Her yıl, büyük bir coşkuyla kutladığımız bu bayramda, arkadaşlarımla birlikte hazırladığımız gösteriler, süslediğimiz okul bahçesi ve elimize aldığımız rengarenk çiçekler ile "23 NİSAN" yazısını oluşturmamız... O unutulmaz günlerde, ben her zaman "S" harfini tutan çocuk olurdum. Çiçeklerle bezenmiş harfleri tutarken içimde hissettiğim gurur ve sevinç, hiçbir şeye değişilmezdi. O anların masumiyeti ve coşkusu, hayatımın en güzel anıları arasında yer aldı.
Kerpiç evimizin penceresinden dışarıya bakarken, rüzgârın ağaç dallarını sallayışını izlerdim. Her bir yaprak, sanki hayatın zorluklarına rağmen ayakta kalmayı başaran bizler gibi, dirençle tutunurdu dallarına. Akşam yemeklerimizi bir arada yerken, soframıza oturan yoksulluk değil, aile bağlarımızın kuvvetiydi. Sade yiyeceklerimiz vardı belki ama soframıza eşlik eden muhabbetlerimiz, en lezzetli yemeklerden daha doyurucuydu.
Gözlerimi kapatıp o günlere geri döndüğümde, çocukken sahip olduğum umutlarımı ve hayallerimi hatırlarım. Her şeye rağmen, içimde daima parlak bir gelecek umudu taşırdım. Mahallemizin köşesindeki eski kitapçıdan ödünç aldığım kitapları okurken, hayal gücüm beni uzak diyarlara götürürdü. Gerçek dünyada sahip olamadıklarım, hayallerimde can bulurdu.
O yılların saflığına ve masumiyetine olan özlemim, yüreğimin derinliklerinde bir yerlerde her zaman canlıdır. Gençliğin verdiği o tatlı heyecan, henüz hayatın acımasız gerçekleriyle tanışmamış olmanın verdiği huzur, zamanla anılarımda birer hazineye dönüştü. Gençliğin o büyülü yılları, sanki zamanın dışındaymış gibi gelir bana. Kötü şeylerin yaşanmadığı, her şeyin daha basit ve daha saf olduğu zamanlar. Şimdi, kırk iki yaşımın olgunluğunda, geçmişe dönüp baktığımda, gençliğimin güzelliklerini ve zorluklarını daha net görebiliyorum. Yoksulluk, çocukluğumu zorlaştırmış olabilir, ama o yılların bana kattığı değerler, hayatımın en büyük zenginlikleri oldu. Ailemizin sevgisi, dostluklar ve küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmek, bana hayatta en önemli şeylerin para ve mal mülk olmadığını öğretti.
Gençlik, yalnızca bir yaş dönemi değil, ruhun tazeliği ve hayata dair sınırsız umutların en yoğun olduğu bir zaman dilimidir. Şimdi anlıyorum ki, gençliğin verdiği cesaret ve hayaller, insanın yaşam yolculuğunda en kıymetli kılavuzlarıdır. Gençken sahip olduğumuz o duru umutlar ve saf arzular, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği o yıllara dönüp baktığımda, içimde bir sıcaklık ve hüzün dalgası yükselir. Zorlukların arasında büyüyen umutlarım ve babaannemin bana verdiği sevgi, hayatımın her döneminde bana rehberlik etti. Şimdi, bu anıları kaleme alırken, gençliğimin o tarifsiz güzelliklerini yeniden yaşar gibi oluyorum. Annesizliğin açtığı derin yaralar, babaannemin şefkatiyle bir nebze kapanmış olsa da o eksikliği her zaman hissettim. Bu acı, hayatım boyunca içimde bir yara olarak kaldı, ama aynı zamanda bana güçlü olmayı öğretti. Evet, gençlik gerçekten de çok hoş bir yaş dönemi. O günlerin saf mutluluğunu ve umutlarını kalbimde daima yaşatacağım. Bu anılar, hayatımın en değerli hazinesi olarak, her zaman benimle olacak. Geçmişe olan bu özlem, bana bugünü daha anlamlı kılmayı öğretiyor ve geleceğe dair umutlarımı canlı tutuyor.
Pek yaşlı sayılmam ama gençlik hakkında da yazacaklarım var elbette. Gençlik, insan hayatında benzersiz bir dönemin adıdır; umutların, hayallerin ve sınırsız olanakların en yoğun yaşandığı zaman dilimi. Gençliğin verdiği o saf heyecan, yaşamın en acımasız gerçeklerine bile meydan okuyabilen bir güçtür.
Gençlik yıllarımı düşündüğümde, içimde tarifi zor bir özlem belirir. O yılların saflığı, masumiyeti ve coşkusuyla harmanlanmış anılar, kalbimde her zaman canlı kalır. Gençlik, insanın en özgür olduğu zamandır; düşünceleri, hayalleri ve umutları sınırsızdır. Henüz hayatın getireceği zorluklarla tanışmamış olmanın verdiği bir rahatlıkla, dünya ayaklarımızın altında gibi hissederiz.
Gençliğin en değerli yanlarından biri de insanın kendini keşfetme yolculuğudur. Bu dönemde, kim olduğumuzu, neyi sevdiğimizi ve hayatımızda neyin peşinden gitmek istediğimizi öğreniriz. Her yeni deneyim, her yeni dostluk ve her yeni adım, bizi biraz daha şekillendirir. Gençlik, insanın kendini en özgür ve en güçlü hissettiği zamanlardan biridir. Bu dönemde sahip olduğumuz cesaret ve kararlılık, bizi hayatta istediğimiz yere götürebilecek en önemli kılavuzlardır. O yılların saflığı ve coşkusu, hayatın ilerleyen dönemlerinde nadir bulunan bir hazine gibi gelir bana. Gençliğin o tarifsiz enerjisi, her şeyi mümkün kılacakmış gibi hissettirir. Hayallerimizin peşinden koşarken, engellerin önemsiz kaldığı, her başarının bir zafer olarak kutlandığı o günler, kalbimde her zaman özel bir yere sahiptir. Gençliğin verdiği güçle, hayatın tüm zorluklarına meydan okuyabileceğimizi düşünürüz.
Gençliğin bir diğer büyülü yönü de zamanın yavaş ilerlediği hissidir. Her an, her dakika dolu dolu yaşanır. Gençliğin verdiği enerjinin sonsuz olduğunu düşünürüz. Geceler boyunca süren sohbetler, sabaha kadar süren eğlenceler, gündüzleri dolu dolu geçen anılar, hepsi bir araya geldiğinde, hayatımızın en parlak dönemlerini oluşturur. Bu dönemde yaşanan dostluklar ve aşklar, hayatımız boyunca bizimle kalacak izler bırakır. Gençliğin en hoş yanlarından biri de insanın hayal gücünün sınırsızlığıdır. Geleceğe dair umutlarımız ve planlarımız, gökyüzündeki yıldızlar kadar çoktur. Bu umutlar ve hayaller, bizi hayatın monotonluğundan uzak tutar. Her yeni gün, yeni bir macera, yeni bir keşif demektir. Gençken, hayatın tüm renkleri daha canlı, tüm sesleri daha melodik gelir bize. Bu dönemde sahip olduğumuz sağlığın ve enerjinin değeri de paha biçilemezdir. Gençken, vücudumuzun ve zihnimizin sınırlarını zorlayabiliriz. Gece geç saatlere kadar çalışabilir, spor yapabilir ve hala enerjik hissedebiliriz. Bu enerjiyi ve sağlığı, hayatımızın ilerleyen dönemlerinde ararız. Gençliğin verdiği bu güç, bizi her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek kadar güçlü kılar.
Gençlik, aynı zamanda hayatta her şeyin mümkün olduğunu hissettiğimiz bir dönemdir. Hayallerimizin peşinden giderken, önümüzdeki engellerin önemsiz kaldığı, her başarının bir zafer olarak kutlandığı o günler, kalbimde her zaman özel bir yere sahiptir. Gençliğin verdiği güçle, hayatın tüm zorluklarına meydan okuyabileceğimizi düşünürüz. Zaman ilerledikçe, gençliğin verdiği o saflığı ve coşkuyu daha çok özlemle anarız. Hayatın getirdiği sorumluluklar ve zorluklar, gençliğin o masum ve saf dünyasını gölgeler. Ancak, gençlikte yaşadığımız anılar ve kazandığımız değerler, hayatımız boyunca bize rehberlik eder. Gençliğin verdiği umutlar ve hayaller, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır.
Gençlik, yalnızca bir yaş dönemi değil, aynı zamanda ruhun tazeliği ve hayata dair sınırsız umutların en yoğun olduğu bir zamandır. Şimdi anlıyorum ki, gençliğin verdiği cesaret ve hayaller, insanın yaşam yolculuğunda en kıymetli kılavuzlarıdır. Gençken sahip olduğumuz o duru umutlar ve saf arzular, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır. Bu yazıyı kaleme alırken, gençliğimin o tarifsiz güzelliklerini yeniden yaşar gibi oluyorum. Gençliğin ebedi büyüsü, hayatımın her döneminde bana rehberlik etti. Annesizliğin açtığı derin yaralar, babaannemin şefkatiyle bir nebze kapanmış olsa da o eksikliği her zaman hissettim. Bu acı, hayatım boyunca içimde bir yara olarak kaldı, ama aynı zamanda bana güçlü olmayı öğretti.
daha fazla