Tek taşın duvar olma çabası...Yalnızlığa türküler söylenirdi uzaklarda, Ölmüşlere ağıtlar yakılırdı, Sessiz kaldıkça akreple yelkovan Yüreğim güvercinin göğsüne takılırdı... Katran dökerdik yokluk denen yılanın yuvasına, Kan çanağı gözlerimizle kötülüğü geceden sökerdik, Sızladıkça belimizin kemiği Tarlalara bereketi ekerdik. Bereket gözlerindeydi, Sevda yüreğinde... Ağlayan analar, yetim kalmış çocuklar susturulurdu niceden Ölümlere bile eyvallah denilirdi inceden... Zor zamanlardı, tek taş duvar olmak için kendini paralardı... |
zaman yoksa beklemek neden. bunun bir soru olarak algılanması için işaretlere ihtiyaç duymuyorum.
insan kandırılır ne zaman yalnız kalsa, önce kendisi tarafından. ben'leriyledir ve onlarla yarenlik eder yalnızca. hal bu iken, yalanlar da kendisindedir, doğrular da. anlatmak için yaşamaya gerek yoktur, çünkü ben'lerin yolculuklarıdır tat veren artık. "dokunsalar ağlayacağım" diyemezsin mesela, bir güvercinin ölüsüne dokunmaktan bile muafsındır. sütün dinginliğidir bu, belki de.
kafayı kaldırmak gerekir sonra. bir oda vardır, küre. bir kapıya sahip değildir ve duvarlarında pencereler dahi yoktur. yalnızca küçük bir delik vardır ışığa olan ihtiyacı karşılamak için, ayaklarını bastığın yerden kafanı kaldırıp, yukarı baktığında görürsün. ulaşmak için ne yapılabilir ya da şart mıdır ulaşmak. bilmiyorum. ama "ışık olsa yeter" de denilebilir. ışık, içinde bereketi de barındıran amacın kendisidir.
tüm bunlar gerçekleşirken biri karşına çıkıp, dudaklarını şaşkınlıkla bükerek şunu da diyebilir: hah! ölüm varken... ve göze aldığını hatırlayan için değil, göze alamayan için tehlikeliyken.
duvarları biz yaratırız. neden yarattığımız ise gösterilebilmesi güç meseledir. bir labirentin içinde duvarlar inşa ederek ömrünü bitirir insan; duvarlar inşa etmeyi öğrenerek, duvarları yok etmeyi de unutur çoğu zaman.