Kuvâyi Milliye - Üçüncü Bap
Yıl 1920
Ve Arhaveli İsmail’in Hikâyesi Ateşi ve ihaneti gördük. Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. Akhisar, Karacabey, Bursa ve Bursa’nın doğusunda Aksu, çarpışarak çekildik... 920’nin 29 Ağustos’u : Uşak düştü. Yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin, Dumlupınar sırtlarındayız. Nazilli düştü. Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık dayanmaktayız. 1920 Şubat, Nisan, Mayıs, Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı : İçimizde Hilâfet Ordusu, Anzavur isyanları. Ve aynı sıradan, 3 Ekim Konya. Sabah. 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş girdi şehre. Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler. Ve 29 Aralık Kütahya : 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem, bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları, koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti. Yürekleri karanlık, kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, atları ve kendileri semizdiler... Ateşi ve ihaneti gördük. Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. Beygirler çirkindiler, bakımsızdılar, hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. İnsanlar uzun asker kaputluydu, yalnayaktı insanlar. İnsanların başında kalpak, yüreklerinde keder, yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarında unutulmuştular. Ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü ve avuçlarında toprak ve kan vardı. Ve asker kaçakları, korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. Acıkmıştılar, merhametsizdiler, bedbahttılar. Şosenin ıssız beyazlığına inip nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara : şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları. Ve çok uzak, çok uzaklardaki İstanbul limanında, gecenin bu geç vakitlerinde, kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları : hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar. Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. Tekneleri kestane ağacındandı, üç tondan on tona kadardılar ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. Şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini ve Kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı Karadeniz’e. Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... Karanlıkta kurşunî derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi İngiliz torpitosudur. Ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan : Şaban Reisin beş tonluk takası. Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında, gecenin karanlığında, dalgalar minare boyundaydılar ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. Rüzgar : yıldız - poyraz. Esirlerini bordasına alıp kayboldu İngiliz torpitosu. Şaban Reisin teknesi ateşten diregiyle gömüldü suya. Arheveli İsmail bu ölen teknedendi. Ve şimdi Kerempe Fenerinin açığında, batan teknenin kayığında emanetiyle tek başınadır, fakat yalnız değil : rüzgârın, bulutların ve dalgaların kalabalığı, İsmail’in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu. Arheveli İsmail kendi kendine sordu : «Emanetimizle varabilecek miyiz?» Kendine cevap verdi : «Varmamış olmaz.» Gece, Tophane rıhtımında Kamacı ustası Bekir Usta ona : «Evlâdım İsmail,» dedi, «hiç kimseye değil,» dedi, «bu, sana emanettir.» Ve Kerempe Fenerinde düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, İsmail, reisinden izin isteyip, «Şaban Reis,» deyip, «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip atladı takanın patalyasına, açıldı. «Allah büyük ama kayık küçük» demiş Yahudi. İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi, bir sağnak daha, peşinden üç-kardeşler. Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı. Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor : Sıvastopol’a giden bir geminin sancak feneri. Elleri kanayarak çekiyor İsmail kürekleri. İsmail rahattır. Kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde, İsmail unsurunun içinde. Emanet : bir ağır makinalı tüfektir. Ve İsmail’in gözü tutmazsa liman reislerini ta Ankara’ya kadar gidip onu kendi eliyle teslim edecektir. Rüzgâr bocalıyor. Belki karayel gösterecek. En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. Fakat İsmail ellerine güvenir. O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini ve Kemeraltı’nda Fotika’nın memesini aynı emniyetle tutarlar. Rüzgâr karayel göstermedi. Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü. İsmail beklemiyordu bunu. Dalgalar bir müddet daha yuvarlandılar teknenin altında sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu. İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri. Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. Bir ürperme geldi İsmail’in içine. Ve bir balık gibi ürkerek, bir sandal bir çift kürek ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. Ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri, yüklendi küreklere, kırıldı kürekler. Sular tekneyi açığa sürüklüyor. Artık hiçbir şey mümkün değil. Kaldı ölü bir denizin ortasında kanayan elleri ve emanetiyle İsmail. İlkönce küfretti. Sonra, «elham» okumak geldi içinden. Sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti. Sonra... Sonra, malûm olmadı insanlara Arhaveli İsmail’in âkıbeti... |