Mehmet Âkif Ersoy
Hikmet idrâk ferman kudsi safahat
Duygu aşk ızdırap gazelhan gibi “Bedrin arslanları” ne şuûr heyhât Öyle bir izâh ki cana can gibi “Şu Boğaz Harbi” hür kılavuzum “Çanakkale”, “Duâ”, “Hasbıhâl” lazım Öteye göz kırpan istikbâl bizim Âkif hem bir destan bir vatan gibi Edirnekapı’da melekler gezer Cezbeler uçuşur fâtiha yazar Bir veli yatıyor ey şanlı mezar Heybetli bir timsâl o bürhan gibi Fatih Kürsüsü ah Âkif’i görsem Diz çöküp derdine derdimi sersem Ulvi enginliğin vasfına ersem Süvari bekleyen küheylan gibi Nesiller horlanır âsım hislenir İffet kazanında yosma beslenir Frenkçe laklaklar lisân pislenir Sevda aşk gayesiz söz tufan gibi Bir mektep bir mabet terbiye asıl Helalden harama bilmem kaç fasıl Tebessümlerimiz sahte velhâsıl Yürekler efkârsız perişan gibi Yurdumuz yuvamız erkek ve dişi Sıyrıldı fıtrâttan kadın er kişi Çökerttik aileyi kırdık kirişi İzzetin bağrında hezeyan gibi Ve güneş doğudan doğdu doğacak Gözyaşı rahmeti yağdı yağacak Bu şiir vadisi beni boğacak Yolunda şâirlik vecd divân gibi Kaç şehit yeşili saklı hırkanda Öteye müjdeli âsım arkanda Ülkemin renkleri birdir ırkında Irklarda tefrika bir şeytan gibi Kime anlatsam ki kime sorayım Haşyetten esiyor gönül sarayım O’nun müjdesiyle O’na varayım İstiklal gürleyen bir umman gibi Âkif aşk ızdırap, Âkif çileli Peygamber aşığı bildim bileli Onu dertli eden namahrem eli Âkif vâdedilen heyecan gibi Âkif zor günlerin istikbâlidir Âkif bayrağımın renk renk alıdır Âkif aşk vuslatın gerçek hâlidir Cânân’a sığınmış fâtihân gibi Mateme gözlerim hep onu arar Âkif’te mâzimin ana rengi var Davası büyülü mavi yeşil mor Kuşatır ruhumu tâze kan gibi 04.12.2005 Bursa Ömer Ekinci Micingirt BİLİNMEYEN YÖNLERİ İLE MEHMET AKİF ERSOY Mehmet Akif’i gereği gibi anlamak için M.Emin Erişgil’in anısını anlatarak giriş yapmak istiyorum Zonguldak Milletvekili Erişgil Mehmet Âkif’in yaşam öyküsünü anlatan kitabını yazmağa karar verdiği yıllarda başından geçen bir sevimsiz olayı anlatır. Bu olay, Türk toplumundaki kolay suçlama alışkanlığının örneğidir. Vapurda karşılaştığı bir kişi, Erişirgil’in Safahat’ı okuduğunu görünce sorar: “Beyefendi nereden hatırınıza geldi bu softa ?” Erişirgil bu soru üzerinde neler düşündüğünü anlatır. Kendi döneminde yaşlılar için her mekteplinin “züppe”; gençlere göre her yaşlının “softa” olarak suçlandığını aktarır. Mehmet Âkif’in yaşam öyküsünü, sanat anlayışını, fikirlerini yazmağa kararıverişinin derin tahlillerini yaptıktan sonra Erişirgil, Meşrutiyet Tarihinin düşünce akımlarını en iyi yansıtacak zeminlerden birinin Mehmet Âkif’in yaşam öyküsü olduğunu belirtir. Âkif’in karşılaştığı en ağır suçlama ise, “Balkan Harbi” sırasında düşmanın Türk halkına reva gördüğü eziyetler karşısında “tükürün yüzüne bu medeniyetin” dediği için bu aydınlar tarafından “geri kafalı adam” suçlamasına maruz bırakılmıştı. Mahalle Kahvesine hücum etmiş, orada vakit öldürüp tembellik yapanları eleştirdiği için bu kahvelerde vakit öldürmeyi entelektüel faaliyet sayanlar tarafından geleneklere saygısı olmayan “züppe” olarak yorumlanıyordu. 1908 Temmuzunda sokağa fırlayan mitingcileri eleştirdiği için, “hürriyete düşman zavallı” olarak isimlendirildi.Halide Edip’in önerdiği Amerikan mandasına karşı çıktığı için, azınlıklar tarafından “ortaçağ kafalı tehlikeli adam” olarak değerlendiriliyordu.Mısır’da entari giyip dolaşmak yerine ceket, pantolon ve frenkgömleği giydiği gerekçesiyle “Hıristiyan Âkif, gavur Âkif” olarak tanımlanıyordu. En ilginç iddia, Âkif’in şapka giymemek için Mısır’a gittiği idi. Oysa, Mehmet Âkif’in Mısır’a gittiği yıllarda, şapka devrimi henüz yapılmamıştı ve Cumhuriyet Meclisinin milletvekilleri fes giyiyordu. Mehmet Âkif öldüğünde hakkında yazılanlar öyle küçük bir hatırlama fasiküllerine sığacak ölçekte değildi. Çoğu kitap olacak boyutta idi. En lirik tespiti Hüseyin Cahit Yalçın yapmıştı: “Mehmet Âkif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir...” Âkif’in Uygarlık Anlayışı Mehmet Âkif, yaşamı boyunca asrî olmamakla, çağının gerçeğini kavrayamamakla itham edilmişti. Bunu büyük bir tevekkül ve sabırla karşılıyor, hakkındaki kanaati değiştirmek için düşünce ve yaşam biçiminde hiçbir değişiklik yapmayı düşünmüyordu. Öldüğünde Cenap Şahabattin Âkif için “Şu mânâda asrî değildir ki, rindce hal ve vaziyeti içinde uzak mazilerin temizliğini taşır. Hattâ bir görüşe göre Âkif’i edebiyat bakımından da asrî görmeyebiliriz. Öyle ya, her devrin bazı belâgat, bazı fesâhat hastalıkları vardır ki ona tutulanlar bir müddet bunun farkına varamazlar. Bu geçici kelime ve mânâ salgınlarının son elli senede edebiyatımız, türlü musablarını (düşkün) gösterdiği halde, Âkif’in eserleri tabiat vergisi olarak garip bir muafiyet sâyesinde onların hepsinden masûn (dokunulmamış) ve tamamiyle tendürüst kaldı” Âkif’in eleştirilen medeniyet anlayışı, gerçekte, İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlâki düzenin dışına çıkan yaşam biçimiydi. Âkif, Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması dileğini dile getirmişti. Nitekim Berlin’den bulunduğu dönemde, Almanya’yı yakından tanımak istemiş, her fırsatta Batı’nın ulaştığı bilim ve teknik düzeyinin üstünlüğüne hayranlığını belirtmiş, ancak fikir ve ahlâk yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu aktarmıştı. Berlin Hatıraları isimli şiirinde yaşamı yönlendiren uygarlık anlayışının farkına işaret etmiştir. Batı’da gözlediği yaşam biçimini, ve biçimi oluşturan toplumsal değer yargılarını çok isabetli gözlem ve tahlillerle ortaya koyuyordu. Âkif’in Berlin seyahati ilginç bir öykü ile başladı. 1915 yılı ortalarına doğru, savaşta müttefikimiz olan Almanya, savaş sırasında İngiliz, Fransız ve Rus ordularından aldığı esirler arasında Müslümanlar olduğunu fark etti. Bu esirleri ayrı kamplarda topladı. Bu kamptaki Müslüman esirlere iyi muamele ediliyordu. Hattâ, Müslüman esirlerin ibâdet etmesi için çok kısa sürede bir câmi bile inşa ettiler. Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara bu esirlere karşı takındıkları tavrı göstermek için bir heyet dâvet etti. Böylece, Osmanlı halifesi, yeryüzündeki bütün Müslümanları koruyan ve onların haklarını savunan manzara içinde takdim edilecekti. Halifenin en kötü koşullarda bile Müslümanlarla birlikte olduğunu gösteren bu manzaranın yaşatılması için Berlin’e bir heyet gönderilmekteydi. Berlin’e gidecek olan heyet, o zaman Osmanlının haber alma ve casusluk örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından seçiliyordu. Bu örgüt, Berlin’e gidecek heyete Âkif’in de katılmasını İttihat Terakki hükümetinden istedi. İttihat Terakki bu heyetin başkanlığına Âkif getirdi. Âkif’in İttihat Terakki macerası da ilginç bir gelişme gösterir. İkinci Meşrutiyetin ilânından dört gün sonra Âkif, “Cemiyet-i Mukaddese” denilen İttihat Terakkiye katıldı. Kandilli Rasathanesi Müdürü Fatin (Gökmen) Hoca, Âkif’i kutsal dernek denilen İttihat Terakkiye götürmüş ve ünlü katılma töreninden geçirerek üye yapmak istemişti. Fatin Hoca katılma törenini bizzat yönetmişti. Kurallara göre, İttihat terakki hakkında bilgi verildikten sonra sırların korunması ve emirlerin yerine getirilmesi için gerekli yeminin yapılmasına sıra gelmişti. Kurala göre cemiyete katılacak kişi silaha ve Kuran’a el basarak yemin edecekti. Âkif yemin metninde bulunan “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız uyacağım” hükmüne itiraz etti. “Ben ancak, akla ve vicdana uygun olan emirlere uyarım. Mutlak söz veremem” diyerek reddetmişti. Bir rivayete göre bu itirazdan sonra İttihat Terakki Cemiyetine girecek olanlara yemin artık Âkif’in teklif ettiği şekilde yaptırılmaktaydı. Âkif, Berlin gezisi sırasında gözlediklerini “Berlin Hatıraları isimli şiirinde anlatır. Bu şiir Âkif’in en uzun şiirlerinden biridir. 796 beyittir. Bu şiirde Berlin’de ve İstanbul’da gözlediklerinin bir karşılaştırmasını yapar. Berlin’de ve İstanbul’da otelleri, trenleri, sokakları karşılıklı olarak aktarır. Aktardıkları çoğu kere basit gözlemler değil, o gözlemlerde görünen dünya görüşü ve hayat felsefesidir. Nitekim, Mart 1915 yılında yazdığı Berlin Hatıraları isimli şiirinin bir yerinde Tevfik Fikret’in 1905 yılında yazmış olduğu Tarih-i Kadimşiirine cevap vererek on yıldır sakladığı kızgınlığını açığa vurmuştu. Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman ordularının işgal ettiği Türk topraklarında halka yaptıkları zulmü görünce Batı’nın bu vahşetini en ağır dille eleştirmiş ve Batıyı medeniyetin beşiği gibi görenlere en sert lisan ile hücum etmişti. İşte Âkif’i haksız yere medeniyet düşmanı ilan eden ünlü şiirinden bazı mısraları aşağıda veriyorum. “Medeniyet” denilen vahşete lanetler eder, Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler! Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza Tükürün belki biraz duygu gelir ârımıza. Tükürün cephe-i lâkaydına şarkın tükürün. Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün. Tükürün milleti alçakça vuran darbelere, Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere... Tükürün Ehl-i Salib’in hayasız yüzüne! Tükürün onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahluku görün: Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün! Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin, “Bize efkar-ı umimiyesi lazım Garb’in; O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini, Halka iman gibi telkin ile, diyenin sesini Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!…" Necid Çöllerinde Âkif Dönemin en ileri tekniğine sahip silah ve araçlarla Çanakkale’ye yüklenen düşman karşısında, Türk askeri “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” iftiharı ile çarpışıyordu. Emperyalistler geldikleri gibi gittiler. Zaferden sonra Başkumandan Vekili Enver Paşa, İmparatorluğun en uzaktaki müfrezesine kadar Çanakkale Zaferini müjdelemek için Telgrafhaneye koşmuş tek tek kumandanları telgraf başına çağırmıştı. Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Beyi aradı. Eşref Bey, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydı. Telsi başında bizzat şu telgrafı yazdırdı: “Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...” Haber bütün yurtta mutluluk yarattı. El Muazzam’daki sevinç muazzamdı. Orada bulunanlardan biri haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladının adı, Mehmet Âkif’ti... Mehmet Âkif, büyük vatan sevgisi ve meftun olduğu Türk istiklal ve hürriyet sevdasıyla yavaşça kalabalığın arasından sıyrıldı. Gerisi Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor: «...Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar.... İşte Çanakkale’ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... » Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi En kesif orduların yükleniyor dördü - beşi... Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya Kaç donanmayla sarılmış, ufacık bir karaya. Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı Nerde gösterdiği vahşetle «bu bir Avrupalı» Dedirir - Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi Varsa gelmiş açılıp mahbesi, yahut kafesi. «Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.” Bir karakter Abidesi Olarak Mehmet Âkif Akif. «haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" inancındaydı. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı görevini üstlendiği yıllarda Veteriner İşleri Müdürünün bir haksız karar ile azledilmesi üzerine görevinden istifa etti. Kendisine bu hareketinin sebebi sorulduğunda başkasına yapılan haksızlığa tahammül etmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diye 20 yıllık memuriyetine tereddütsüzce veda etmişti. Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam. Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum. Kesilir belki fakat, çekmeye gelmez boynum! Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim Adam “aldırmada geç git” diyemem; aldırırım Çiğnerim çiğnerim Hakkı tutar kaldırırım. Dostluk Anlayışında Doruklaşan Âkif Hiç kimse Âkif’in verdiği sözden döndüğünü, hangi şartlarda olursa olsun sözünden bir sapma gösterdiğini görmemişlerdi. Yakın arkadaşı Şair Mithat Cemal görevinden istifa ettiği ilk günlerde ziyaret eder. Balkan harbinin yaşandığı zor günlerde Âkif, geçimini sağlayacak yeni bir iş bulmuş değildir. Yakın dostlarından Mithat Cemal Kuntay anlatıyor . «Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine, bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı. - Bunlar kim? dedim. - Çocuklarım! dedi. Sonra anlattı Âkif, Baytar Mektebinde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın! » demişler. Arkadaşı vefat etmiş Mehmet Akif’te, verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş. Mithat Cemal devam ediyor; - Halbuki o zamanlar, Akif Beyin beş parası yoktu; fakat beş çocuğu vardı! Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor; Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım :Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. «Selam söyleyin» demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim. - «Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.” Mehmet Âkif’in Bilim ve Teknik Anlayışı Mehmet Âkif, çağın geliştiği bilim ve teknik seviyesinin aynen aktarılmasını ve ülkenin bu yüksek bilim ve teknik düzeyi içinde gelişmesini her vesile ile belirtiyordu. Bilim ve tekniğin kaynağının Batı olduğunu görmüştü. Özellikle Berlin Seyahati sırasındaki gözlemleri Osmanlı toplumunun bilim ve teknik yönünden ne denli geri kaldığını fark etmişti. İkinci Meşrutiyetle birlikte hürriyetin ilanını her şeyin çâresi gibi gören geniş bir kitle vardı. Bu kitlenin umursamaz tavırlar içinde Batının teknik ve bilim düzeyine bigâne kalışını da hayretle seyretmekteydi. Halkı bu konuda tembel, cahil ve ilgisiz buluyordu. Bu kitlenin mutlak surette bu konularda duyarlı davranması gerektiği fikrindeydi. Safahat’ın birinci kitabında Köse İmam isimli şiirinde bu gözlemlerini dile getiriyordu: Bu cehalet yürümez, asra bakın: asr-ı ulûm Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum. Sâde hürriyet ilânı ile bir şey çıkmaz; Fikr-i hürriyeti halka hazmettiriniz biraz... Yine Fatih Kürsüsünde isimli bölümde cehaletin ülkeyi nasıl felaketlere sürüklediğini dile getirir. Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz; Bu derde çâre bulunmaz - ne olsa - mektebsiz; Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arab; Ne Çerkes’in, ne Lâz’ın var, bakın, elinde kitâb! Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrûm. Unutmayın şunu lâkin : "Zaman : zamân-ı ulûm!" Verdiği öğütler içinde zaman zaman dünyanın ahvalini, zaman zaman gelişen tekniği ve bilimi esas alır. Cehaletin en büyük felâket olduğunu belirtir. Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır. Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır. Eyvah bu zilletlere sensin yine illet, Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet, Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs, Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs. Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el. Ey millet uyan ! Cehline kurban gidiyorsun. “İslâm’ı da batsın” diye tutmuş yediyorsun. Allah’tan utan. Bâri bırak dini elinden. Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen. Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât ? Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhat! Meclis’te Mehmet Âkif 1920 yılının başında Mehmet Âkif Ankara’ya yapacağı seyahatini sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ile yakın arkadaşı Eşref Edip Beylere haber verir. Kendileriyle bir sır tevdi eder gibi konuşur: “Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak gerekir. Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar... Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın...” Ankara yolculuğuna oğlu Emin Beyle çıkar. Emin Beyin hatıralarında belirtildiği gibi trenden iner inmez doğru Meclis’in önüne gelirler. Bu sıra bir ziyarete gitmekte olan Mustafa kemal Paşa ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal Paşa Mehmet Âkif’i görünce yaklaşır; “Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim." Mehmet Âkif Ankara’ya gelince Hacı Bayram Camiinde va’za başlar. Milli Mücadeleye katkısı olabilecek şekilde bazı kentleri dolaşır ve o kentlerde vaazlar verir. Kuvâ-yı milliyenin bir İttihatçı hareketi olmadığını anlatır. Eğer vatanı kaybedersek gidecek yerimiz kalmayacağını söyler. Bu savaşın dine ve halifeye hiyanet için yapılmadığını anlatır. Aksine milli mücadelenin bir cihad olduğunu ve bu savaşa katılmanın dinen farz kılındığını aktarır. O günlerde sözüne güvenilir en önemli İslâm büyüğü olarak Mehmet Âkif’in konuşmaları etkili olur. Burdur’dan milletvekili seçildiğini belirten mazbatasını alır. Meclis Burdur olarak mazbatayı kabul eder. Birkaç gün sonra Biga’dan mebus seçildiği haberi gelir. Meclis Biga mebusluğu mazbatasını da kabul eder. Ancak Âkif, Biga mebusluğundan istifa ederek Meclise Burdur mebusu olarak girer. Âkif’in yaşamı bir devrin kutlu ve meşakkatli anatomisi diyebiliriz..Allah rahmet eylesin… İletişim : [email protected] |
Çınar GÖLE