Müjdelenmiştir Ekim 1Şiirin hikayesini görmek için tıklayın Ne Türk dili, ne Türk Tarihi Osmanlı ile başlamadığı gibi Osmanlının dili de Türk dili değildir. İkinci paragraftaki söylem, Türk dili sanki Osmanlı ile başlamış gibi bir zımdan hareketle böylesi bir karartmayı yapmaktadır. Aksine Osmanlının Osmanlıcası Türk dilinin geçmişle olan her bir tarihi bağlarını koparmıştır. Şimdi bu basit ve maksatlı söyleme geçelim.
"Cumhuriyet bizim düşünce setlerimizi yok etti. Bu nedenle mezar taşlarını dahi okuyamıyoruz!" diyen bir terane hayatımın her döneminde duyduğum kof bir sakızdı. Cumhuriyete bağlam olan Osmanlı noktasında halkın %96’sının bilimden, bilgiden, okur yazarlıktan mahrum bırakıldığı ve halkın Türkçe konuştuğu ortamda zaten mezar taşları halk tarafından okunamıyordu. Osmanlıca kavuklular diliydi.` Kanıtı Cumhuriyet ilan edilmezden önce 13 milyon nüfus varsa, bunun yaklaşık 780 000 okur yazardı. Okur yazarlar dışında halk içinde o kutsanan dil ile çalışmalarını yazan Fuzili’yi kim tanırdı? Nefi’yi kim bilirdı? Nedim’den Kim okurdu? Oysa halk bir Karacaoğlan’ı, Bir Yunus’u, Bir pir Sultan’ı, Bir Dadaloğlun’u vs.den mutlaka en az bir dörtlüğüyle bilir: Veya onları duyar telaffuz eder. Ya da bunların ismi etrafında hem fikir olunurdu! Ve dahi geçmişin Dede Korkut’undan menkibeler söylerlerdi. Demek ki geçmişten kopulmamıştı. Osmanlı’nin dili ne Karahanlılar’ın, ne Selçukluların, Ne Gazneliler’in vs. dili de olmamakla, asla geçmişten kopulmamıştı. Kasıt bambaşka ve halkın taat itaat dili olmakla cahilliğiydi. kavuklular sınıfına danışma ve sömürülmeleriydi. Kavuklular ayrıcalıklı tenakuz böyle olduğu için fıkralara bile konu olmuştur. Arapça harflerle ve Osmanlıca dil ile yazılan mektubu okuyamayan Hoca’ya mektubun sahibi; "Hoca Hoca, benden utanmıyorsan şu başındaki kavuğundan utan" der. Halk adamı ve halk mütefekkiri Nasreddin Hoca Osmanlı’daki kavuklu meşrebini ifade eden alaycı bir dil ile taşı gediğine kor. "Eğer marifet kavuktaysa al kavuğu, sen oku" deyip kavuğu mektup sahibinin başına kor. Üstelik düşünce setinden kopmuş olsaydık tıpkı saray gibi ne Nasreddin Hocayı anlardık. Ne Pir Sultan’ı anlardık. Pir Sultan’ı, Nasreddin’i anladığımıza göre düşünce setlerimiz yok olmamış demektir. Osmanlıca sarayın ve bir kısım divan edebiyatının iletişim diliydi. Öncelikle ben "bizim düşünce setimizi yok ettiler" söyleminin kapsama alanında değilim. Bizim düşüncemiz yok. İnsanın ve insanlığın düşüncesi var. Bize unutturulan düşünce, insanlık aleminde tekrar bize dönüş yapar. Düşünce setlerimiz yok edildi demek, hali hazırda olup biten gerçek oluşa göre temelde cehalete davetiyedir. Geçmişin bilmesinlercilik halini kutsamaktır. “Merhumun ruhuna Fatiha” diyen bir mezar taşını okumakla yücelen bir toplum yoktur. Olacaksa tek eksiğimiz bu olsun. Geçmişin düşünce seti içinde ve dünya ölçeğinde bugünkü bir Cahit Arf, bir Aziz Sancar Bir Fazıl Say, Bir Suna Kan vs. çıkamazdı. Tıpkı Osmanlının düşünce setlerine sahip güncel İslam toplumları içinde en az durum dışında hala bu muadillerin çıkamadığı gibi. Korkularımın zail olması gibi Cumhuriyetin kazanımıyla köleci biate, taate, itaate dair düşünce setim de yok oldu. Köleci biat benim için bir kayıp değil, bir kazançtır. Sırf mezar taşı okunacağı bir mezar üfürücüsünü belirten istek düşünce bağlamında, "düşünce setinin yok olmasını dile getirmek", akıl almazlık değilse, kasıttır. Salt mezar taşı okuyacağım diye 1- dil telaffuz fonetiğimize uygun olmayan Arap alfabesini; 2- anlaşılmaz ve ana dilimiz olmamakla Arapça, Farsça sözcükleri; 3- Türk diline karşı olmayı şiar edinmişliği; 4- sarayın kendisini Türkçe konuşan halktan ayrışmayı Osmanlıca gibi uyduruk bir dil ile izole etme çelişkilerini savlıyorsunuz demektir. Bu çelişkiler içinde var edilen dört bilinmeyenli Osmanlıcayı, sırf taatin, itaatin ve kapı kulu olmanın yatkınlaştırıcı öğretisini düşünme seti diye sindirmek durumunda olmam; neyin nesi ki? Her gelişme bir mahrum kalışın üzerine daha gelişkin ve lüks bir gelecektir. Siz bile büyümekle; bebek liginizden, çocukluğunuzdan, delikanlı lıgınızdan yoksun kalırsınız. Bilgiyi inşa ettiğinizde, cehaletinizden mahrum olursunuz. Tarihsel olarak sürece baktığınızda; göl üzerine ağaç kulübeler inşa edilmişse, mağara yaşamından mahrum kalınmıştır. Üreten ilişki nedenle ön ittifakları yapıp, şehir devletleri oluşturulduğunda, totem alanın kabile yaşamından yoksun kalınmıştır. Demokrasiye geçtiğinizde monarşiden, feodal yaşamdan ve bir kısım köleci ilişkilerden yoksun kalırsınız. Eh ne yapalım bu çelişki Mustafa Kemal Atatürk’ ten İleri gelmiyordu. Doğanın, sosyo-toplumların ve hayatın işleyiş yasası buydu. Her yeni eskir ve her eski ölür. Yerini yeni alır. Eski ölümden korktuğu için yeni olur...
1. Bölüm
Ateş çemberidir ağustos günleri. Hiç te istenmez hun zamanları. Lakin bir müşkülün açmazında Heyelanla kızdır kızandır Biner kızıl ata süvariler Mahşeri ligin bir utkuya ram oluşunda... Bir mavilik içinde Maviden günler Çakmak çakmaktır Bu mavilik Hayranı şayan Kahırsa sana Bilimsel edep ile Sürece bakmak... Gönül gibi gelgeç ten değildir heyecanlar. Yeşili kırmızıda. İlle yanacak hozan alev alev... Yangın zamanları geçer pusludan maviye Mavi bereketini döker yeşillenir yangın yeri Hicaptan icaba Ey! Tüm geri kalmışlığım. Yüz yılların sahipsizliğiyle Unutulmuşluğum. Müstebit sefaletim Mülk görülen insan Mülkün sahibi olan saltanat Halktan kopan sanat ve edebiyat... Bin dokuz yüz yirmi üçün Ekim yirmi dokuzuna dikkat Kendini sakınamaz sın Çağdaş yapılacaklar mavide... Maviyle müjdelenmiştir Ekim. Artık yavaşı hızdan günler. Umuda haki Giden sarılmıştır kefene Çıplağından baki 29.10.2020 Hun: kan haki: toprak yeşili müstebit: zorba, baskıcı |