ZEHRA’NIN EVLİLİK HAYALİ ve LEYLEKLERLeylekler aşağıdan nokta gibi ufak gözüküyordu, kanat sallayarak kaygan ve tatlı bir ritimle ilerliyorlardı. Kanatları siyah, gövdeleri beyazdı. Güneş gökyüzünden çok düşmüştü, bir saat sonra hava kararacaktı. Adamın biri balkonuna çıktı ve bu harikulade manzarayı gördü, “bunlar leylek mi, kaz mı, ördek mi? diye düşündü. Aylardan 22 Ağustos 2020 Cumartesi’ydi. Samsun’nun Atakum ilçesinde, parlak ve açık gökyüzünde leylek sürüsünün oluşturduğu yay düzenli değildi, dalgalanıp bozuluyor, şekil değiştiriyordu. Avrupa’nın bir bölgesinden yola çıkmışlardı, 80 ya da 100 leylek vardı kafilede. Kış yaklaşıyordu ve Afrika’nın güneyine kışı geçirmek için gidiyorlardı, Türkiye’ye İstanbul’dan giriş yapmışlardı. En son uygun bir tarla ve solak alanda mola vermişlerdi. Orada bolca kurbağa, böcek, solucan yemişler, güç toplamışlardı. Leyleklerden biri zor durumdaydı, en son dinlenmek ve yemek yemek için iniş yaptıkları sırada bir küçük ağaca çarpmıştı kanadının birini, açtı, yorgundu ve süratini ayarlayamamıştı, açlıktan sarhoş gibiydi. Sonra orada işleri bitmiş, havalanmıştı genç leylek. Gökyüzünde yol almaya başlayınca kanadında bir sorun parlamıştı ve o kanat çırptıkça sorun büyüyordu, ağrı giderek artıyordu. Hava kararmaya başlamıştı, genç leylek ritmik kanat çırpmasına ara veriyordu sık sık, sürüden kopmuştu, aralarının çok iyi olduğu genç erkek leylek onun yanındaydı. “Dostum, bu halde daha fazla gidemeyeceğim!” “Sık dişini. Buraları bilmiyoruz. Geride kalırsak kayboluruz!” “Beni bırak, aşağıda bir yerde gecelerim, sonra sizi yakalarım.” En arkadan gelen yaşlı leyleklerden biri süzülüp onlara yaklaştı: “Çocuklar, neyiniz var?” diye sordu. “Arkadaşımın bir kanadında bir sorun var. Daha fazla uçacak hali kalmadığı söylüyor.” “Buraları çok iyi bilirim, aşağısı tehlikelerle dolu; evler, araçlar, trafik, insanlar… Bir saat kadar dayanırsa bir ormana geleceğiz. Orası da tehlikelerle dolu. İki saat dayanırsan orada boş tarlalar var, oraya iniş yapabilirsin. Buralarda bir dostumu kaybetmiştim yıllar önce. O gece çok yorgunduk. Dinlenelim dedi, yere kondu, yol boştu, aniden gelen bir kamyon onu yaprak gibi ezdi. Ben yolun kenarındaydım. Yoksa ben de gitmiştim. İlk göç yolculuğumuzdu, çok gençtik, trafik denen şeyi hiç bilmiyorduk, bize bir şey olmaz, çok güçlüyüz derdik. Sonra ağlayarak havalandım ve sürümü buldum. Bir daha asla sürüyü bırakma dedim kendime. Mahvolursun. Size bol şans.” Yaşlı leylek, kademe kademe yükseldi ve sürüye yetişti. Genç dişi leyleğin durumu giderek kötüleşiyordu. “Beni bırak, başımın çaresine bakarım, sadece dinlenmem lazım. Sen git. Kaybolursam sen de kaybolacaksın. Sürüye yetişsen iyi edersin.” Genç erkek leylek ciddi biçimde korkmaya başlamıştı, en son dinlendikleri yerde onun tüylerini temizlemiş, onunla sohbet etmiş, kendini ona çok yakın hissetmişti. Onu kaybetmek istemiyordu, bir daha onu görememek felaket bir düşünceydi. Ondan çok hoşlanmıştı. Onunla yoldaşlık yapacağı için, yıllarca dostluk yapacağını için sevinmişti. Aralarındaki her şey bir kurbağa yüzünden başlamıştı. Kurbağa aniden ikisinin arasında bir iri kurbağa belirmişti, sığ sazlık alana yeni imişlerdi ve bütün yitecekler onların indiğini anlamış gibi saklanmışlardı, ama bu iri salak kurbağa dünyadan habersiz gibiydi. İkisi de bu iri kurbağayı mideye indirmek istedi, atak yaptılar, genç erkek leylek daha acımasızca atak yaptı ve onu itti, onu iteyim derken kurbağayı kaçırdı, kurbağa suyun altına daldı, az öteden su yüzeyine çıktı, kendinden emindi, “beni yakalayamazsınız” der gibiydi ya da neler olup bittiğini kavrayamamıştı henüz, genç erkek leylek yine atak yaptı, az farkla öne geçti ve kurbağayı yine kaçırdı, dişi leylek ona saldırdı bu kez, genç erkek leylek geri kaçtı, kurbağayı arıyordu, kurbağayı bu kez dişi leylek fark etti; ama yakalayamadı, kurbağa suyun altına daldı, dişi leylek erkek leyleğe saldırdı, ve bu sırada kurbağa öteden yine ortaya çıktı. Erkek leylek; “bu işte bir iş var” diye düşündü, dişi leyleğe baktı, “benden ufak, çok zayıf, bu gidişle göç yolcuğunu tamamlayamaz, zaten kurbağayı yakalayamadım, boş vereyim, bakalım o yakalayabilecek mi” diye düşündü. Kurbağanın öteki tarafına geçti ki kurbağa dişi leyleğin kucağına düşsün. Kurbağa şamatacı, dalgası çocuk gibi suya batıyor, umulmadık yerden çıkıyordu ve sonunda dişi leylek onu gagasıyla vurup sersemletti ve çok hızlı biçimde uzun ve sert gagasıyla yakaladı, ağzının açtı ve sepete ekledi, yuttu. Dişi leylek ona teşekkür etti, böylece aralarında bir muhabbet başladı, birçok kurbağa yakalayıp yediler, iş birliği yapıp. Kurbağaları birileri önüne sürüklüyor, sonra biri onu kapıp mideye indiriyordu, sonra tarlaya çıkıp böcek yemeye başladılar toprağı eşeleyip, solucan. Bu onların ilk göç yolculuğuydu. Güçlü olamayanlar bu yolculuğun bir noktasında geride kalanlar, hastalanırlar ve sürüye uyum sağlayamayıp ölürlerdi. Gençtiler ve çok enerjileri vardı. Anneleri ve baları onları çok güzel bakmıştı. Yolculuk öncesi anne ve babalarından çok öğüt almışlardı. Yolculuğu başaramayanlar ölürdü. Birçok hikaye dinlemişlerdi. 10 dakika geçmişti ve hava tamamen kararmıştı. Aşağıda şehrin ışıkları yanıyordu, yollardaki ışıklar, ev ışıkları, sokak lambalarının ışıkları, binlerce irili ufaklı ışık, ışıklar parlayıp sönüyordu. Araçlar vardı, sağa sola oraya buraya giden minik noktalar. Kanadı sıkıntılı leylek daha kötü durumdaydı, o kanadı acıdan uyuşmuş gibiydi. “Ben yere çakılıyordum, dostluğun için teşekkür ederim, buraya kadarmış, peşimi bırak! Kendi yoluna git.” Taş gibi yere doğru iniyordu. Genç erkek leylek ona acıyla baktı, “işi bitecek” dedi, “az sonra yere çarpıp o an ölecek. Tıpkı yaşlı leyleğin anlattığı hikayedeki leylek gibi patlayacak yere çarpınca.” Başını çevirdi ve bastı kanatlarına bütün gücü. Sürüsüne yetişmeliydi. Genç dişi leylek derin bir acıyla yere doğru düşüyordu, rüzgarı hissediyordu güçlü biçimde, annesini ve babasını gördüğü ilk gün, kardeşlerini, yediği ilk yemek… en güzel zamanlar gözünün önünden tek tek geçiyordu, “birazdan yere çarpıp öleceğim” diye düşündü, “her şey bitecek, böyle bitmeseydi! Afrika’daki kış deneyimini kaçırması çok üzücüydü. Dostunu göremeyecekti, acaba nasıl bir hayatı olacaktı, neler yapacaktı? Ona en çok acı veren ölmesi değildi. Dostunu bir daha görmeyecek olmasıydı. “Ölmek istemiyordum!” dedi içinden, acıdan boşa bıraktığı kanadına güç verdi, acı azdı, iki kanadında güç verdi, düşme sürati azaldı, kontrol sağlamaya çalıştı, bu sonuç veriyordu. Boşa bıraktığı sıkıntılı kanadı dinlenince acısı gitmiş, şimdi tekrar güç verince de onu kullanabildiğini görmüştü. Süzülmeye başlamıştı, yine alçalıyordu, ama en azından yere çakılmayacağı, bir şeyler yapabileceği açıktı, canı çok acısa da direnip kurtulmaya bakacaktı. Ama kanadındaki keskin ağrı yine ortaya çıkmıştı, ağaçlık alanın üstündeydi, ağaçlar leylek için tehlike demektir, evler, ışıklar, taşıtlar büyümüştü, süzülmeye çalışıyordu, derken bir ağacın üstüne sert biçimde düştü. Oradan da yere. Uzun otların arasına. Ağacın dallarına çarpınca çatırtı olmuştu, bazı dallar kırılmıştı. Yatağına uzanmış zehre sesi duymuştu, panikle pencereye koşmuştu. Leylek acıyla gagasını birbirine çarpmaya başlamıştı: “Tak tak tak tak!” Zehra bir haftadır leylekleri bekliyordu, deli danalar gibi. Bu basit; ama güzel köy evinde. Zehra 27 yaşındaydı. Uzun boylu bir kızdı, siyah saçlarını küt kestirmişti birkaç gün önce, kara gözleriyle bıcır bıcır bakardı çocuk gibi. Ay gibi parlak bir yüzü vardı. Giyimine kuşamına hiç dikkat etmez, genelde bol mavi kot pantolon giyerdi. Kişiliğiyle ön plana çıkması gerektiğini düşünürdü. Fiziksel avantajını kullanmıyordu. Çölde vahaya açılan gizli bir geçit gibiydi. Annesi ve babasıyla Atakum’da bodrum katta yaşıyordu, üç ablası evliydi, devlet memuru baba onları büyütmek için yan işler de yapmıştı. Zehra, yıllar önce üniversite sınavına girmiş, güç bela bir bölüm kazanmamış, biraz araştırınca o bölümü bitirenlerin işsiz kaldıklarını öğrenmiş ve kaydını yaptırmayı gereksiz görmüştü. 20 yaşındaydı o zaman. Okul macerası bitmişti. Zaten babasının maddi durumu onu okutacak düzeyde değildi. Onca yıl geçmiş, Zehra’nın mahalleden bütün arkadaşları bir şekilde evlenip baba evini terk etmiş, çocukları kocaman olmuştu. Belli işlerde kısa süreliğine çalışan Zehra bunalıma girmiş, kendi ayakları üstünde durabilmek için tropikal ormanlardaki jaguarlar gibi bir mücadeleye girişmiş, iri timsahlardan bile çekinmez olmuştu. Kavga dövüş, gözyaşı sevinç arasında sallanarak ve içindeki yıpranmış küçük kız çocuğuyla bu günlere gelmişti. Birçok iş yapmıştı. Bu işler günleri kurtarmasını sağlamış, hayatında köklü değişiklikler yapmasına müsaade etmemişti, çünkü azdı kazancı. En son çok iyi bir üniversite okumuş, İngilizcesi süper bir kızla tanışmıştı, kız benzinlikte pompacıydı. Zehra, sahile inerken benzinliğin marketinden cips, çikolata, içecek benzeri şeyler alırken onla tanışmıştı, aralarındaki muhabbet ilerleyince kız ona; “güzelsin, bir elaman lazım bize, bu işi becerebilirsen gel konuş patronla” demişti. En son bir kafede garsondu, “1 ay kafamı dinleyeyim, gelir görüşürüm” demişti. Kafasını dinlemeye ihtiyacı vardı, teyzesi 50 yaşındaydı ve köyde tek başına yaşıyordu. Kocası tır şoförüydü ve genelde uzaklardaydı, üç çocuğunu evlendirmişti. Zehra köye, teyzesinin yanına gitti bir süreliğine. Burada zaman akıp geçiyor ve Zehra kaygıyla gelecekte ne olacağını düşünüyor, anı yaşıyor, akıp gidiyordu. Teyze bahçeden yeni topladığı yeşil fasulyeleri kurarken oradan buradan sohbet ediyorlardı. Yaşlı kadından söz etti, evindeki işlere yardım etmesi gerektiğini; ama çarşıya da gitmesi gerektiğini, yaşlı kadına söz verdiğini. “Sen gidebilir misin? dedi, Zehra tanırdı o yaşlı kadını ve çok severdi onu ve seve seve gidebileceğini söyledi. Yaşlı kadının kocası yıllar önce ölmüştü ve çocukları şehirde yaşıyordu ve çocuklarının; “gel bizle kal” demelerine karşı çıkıp bir kale gibi köy evinde tek başına ölene dek kalmaya karar vermişti. Apartmanların arasında ölmekten beter olurdu. Bunu denemişti bir kere. Çünkü orada ruhaniyet yoktu. Tabi burada, eski köy evinde eskisi kadar güçlü olmadığı için teknik destekler lazımdı. Romatizması var, eğilip kalkamaz. Soba kazanını doldurup boşaltamaz, odun kıramaz, bunu birileri yapmalı. Zehra, yaşlı kadının işlerini yaparken onunla muhabbet ediyordu. “Neden evlenmiyorsun?” dedi yaşlı kadın. “Uygun biri çıkmadı.” Sevmeyi denemişti, aşkı, o işler asla güzel sona gitmemişti, salak saçma adamlardı, görücü usulüyle eve isteyiciler gelmişti, onları da beğenmemişti. Yaşlı kadın leyleklerden bahsetmişti. Anadolu’da leyleği havada görmenin o yıl içinde çok Güzel şeyler olacağına ve evinin çatısına leylek konanların da yakın zamanda ev sahibi olacağına inanılır. Evlenmek isteyen kızlar evlerin bir şeylerine şeker koyar, leylekler gelip yesin diye. “Leyleklerin gelmesi çok yakın. Bir haftaya gelirler. Her yıl bu zamanlarda kışı geçirmek için güneye giderler. Bence onları havada görmelisin. Belki de doğrudur bir inanış. Bekar olduğum zamanlardı, iyi bir kısmet çıkar da evlenirim diye leylek yuvası yapmıştım. Çalılardan büyükçe.” “Ben de yapsam mı?” Yaşlı kadın güldü: “Dua et yeter. Duadan çok kafanın içindeki mühim. Kızlar bir kuş beyinli birini hayal eder, o gelsin onu sevsin, alsın. İnsanın gözü, gönlü en yanlış kişiye gider. Sana uygun olanı fark edebilmen meseledir. Her kızın farklı bir kumaşı vardır.” Zehra, o gece uyumadan önce yaşlı kadının dediklerini düşünüp durdu. Leylek yuvası yapmayı düşündü, sonra onları havada görmenin önemli olduğuna karar verdi. Zehra, sürekli evin çatısında bekliyordu, iki katlı beton evin çatısında semaverde çay yapıyor, teyzeyle yiyip içip sohbet ediyor, akşam ve geceleri ve gündüz sürekli gökyüzünü tarıyordu. 6 gün oldu. Leylek filan yoktu gökyüzünde. Belki de onları kaçırmıştı. Yaşlı kadına gidip sordu: “Ya geçmişlerse?” “Şans bu. Ya geçmedilerse. Bekle sen bir gün daha. Onca zaman var. Yani gökyüzüne bakıyorsun, zınk onları görüyorsun, bu bir şans meselesi. Başını çevirdin başka tarafa. Zırt geçip giderler bir dakika içinde. Çok çabuk görünüyorlar ve uzaklaşıp giderler, nokta kadar ufaktırlar. Çünkü çok yüksekten uçarlar.” Zehra, bir köy evinde yaşamak istiyordu. Yıllardır böyle bir hayali besleyip dururdu günü ters gittiğinde, işten atıldığında, sevgilisi onu terk ettiğinde ya da o gelişmemiş sevgilisini terk ettiğinde, akşam çökerken acıklı biçimde, kendini budala gibi hissederken, gecenin en dayanılmaz saatlerinde, televizyonda berbat programlardan bezip mutfağa gidip bir çay alıp odasına baykuş gibi tünediğinde, kan eminci bir işte ve ahmak insanlar arasındayken ve o insanlar kokuşmuş hayatlarıyla gururlanıp boş şeylerden konuşup güldüklerinde Zehra içine kapanır, onlara bakar, “ben buraya ait değilim” deyip o çiftlik hayaline sarılırdım sımsıkı, aç bebeğin annesinin memesini dişleriyle kapması gibi. Yolda ilerlerken araç içinde mutlu mesut arkadaşlar ve aileler gördüğünde köydeki çiftlik evi hayaline (köy evi hayali) dönüp bakardı, araç içinde mutlu bir çift gördüğünde, yoldan geçen gelin arabası gördüğünde, sahilde tek başına oturup bir sigara içip yakamozlanan denize bakarken o hayale sığınırdı. 50 tavuk, tavukları çok sever, onları her sabah yemlemek, civcivleri olan bir tavuk. Birkaç ördek, birkaç kaz, birkaç koyun, üç inek, bir at, bir eşek. Bir kedi. Bir iri köpek. Hiçbiri olmasa bile çok masraf gerektirmeyen birkaç hayvan, 30 tavuk, bir kedi. Bir ufak köpek. Bir inek. Canım başını sokacağı bir baraka bile olur, 20 tavuk da yeter, evin orası ağaçlık olsun, büyük bahçesi olsun, tamam! Gariban, çok eski bir köy evine de razı. Sıvasız. Plastik penceresi kapıları olmayan, biriketten ya da ahşaptan. Kaba keresteden bir köy evi bile olur. Zehra, kendini bildi bileli şehirde, tıkış tıkış apartmanların arasında büyümüştü, gidebileceği bir köyü yoktu, babasının köyünde bir arazi vardı; ama oralar satılmıştı. Apartman dairesinde yaşamanın sıkıntısı bitmez, hele de bodrum katın. Güneş almaz, hava almaz, sel basar, rutubet olur, pis koku olur. Zehra, yeşile, doğaya, toprağa hasret büyümüştü. Leylek acıyla gagasını birbirine çarpıyordu: “Tak tak tak tak.” Zehra, bir haftadır leylekleri bekliyordu, deli danalar gibi. Bu garip ama güzel köy evinde. Leyla, dün gece bir rüya görmüştü. Onu hatırladı. Teyzesinin evinin yukarısında iki atlı eski bir ev vardı. Orası satılıktı. Orası satılmış. 30 yaşında bir genç adam satın almış orayı. Annesiyle gelip yerleşmiş. Anne kocadan kalma emekli maaşıyla yaşıyor, kocadan kalma iki dükkanın kirasını alıyorlar. Genç adam maden mühendisiydi. İşten ayrılmış. Çiftçilik yaparak geçinecekmiş. Zehra’yla tanışıyor, dost oluyorlar, sonra nişanlamıyorlar. Sonra adam trafik kazası geçiriyor, hastanede ölü gibi uzanıyor, ellerini ayaklarını hareket ettiremiyor. Teyze şöyle diyor: “Felç oldu. İşi bitik. Bu adamdan güneş gitti. Git yüzüğü annesine ver.” Zehra donmuş gibi, şok içinde. Elindeki yüzüğe bakıyor: “Yok canım, düzelir. Ben ona bakarım. Onu seviyorum!” “Kız kafayı mı yedin, ondan ne köy olur ne kasaba, yemeğini annesi yediriyor. Bebek gibi. Kaynanamı 12 sene baktım, felçliydi, onu kaldırmak, giydirmek, yıkamak ne kadar zor bilmezsin. Git o yüzüğü annesine ver. Bu işi bitir!” “Evli olsaydık. Evlilik iyi günde, kötü günde değil midir?” “Orası öyle de…sen sakat kalsan o sana bakar mı, bakmaz, gider alır başka bir karı. Bu işler böyle kızım. Saflık yapma! Adama bakarsa anası bakar, ne derler, ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.” “Bu rüyanın anlamı nedir?” diye düşündü, “Evlensem ve kocam sakat kalsa? Bu işi yürütebilir miyim? Ya ben sakat kalırsam bana bakar mı?” Leylek acıyla gagasını birbirine çarpıyordu: “Tak tak tak tak!” Zehra, bir haftadır leylekleri bekliyordu, deli danalar gibi. Bu basit; ama güzel köy evinde. Leylek, incir ağacının üstüne düşmüştü. Dallar yay gibi gerilmiş. İri yapraklar hava yastığı görevi yapmıştı. Dallar onu yay gibi ağacın diğer dallarına savurmuştu. Pin pon topu gibi bir oraya bir buraya gitti ve orta yerde, boşluktan aşağı kaydı dallara ve yapraklara çarpa çarpa ve uzun otların arasına düştü. Leyla koşup baktı, ay ışığı vardı. Leyleği gördü, müthiş sevindi. Onu havada görmemişti, tam karşısındaydı, herhalde bu çok iyi bir şeydi. Leylek korktu, gagasını birbirine çarpıp; “tak tak” sesi yapıyor, “bana yaklaşma” diyordu, Leyla, teyzesine haber verdi. Sofra bezi atıp leyleği yakalayıp kümesin yanındaki boş köpek kulübesine koydular. Ertesi gündü. Ne yer içerdi bu? Su koydular önünde. Sonra Zehra komşu evin gübre yığınında solucan ve sarı böceklerden toplamaya girişti. Bu işten hoşlanmadı. Böcekler iğrenç geldi gözüne. Teyzenin o gün çarşıda işi vardı, işini hallettikten sonra tavuk artıkları aldı tavukçudan. Birkaç gün sonra tanıdık bir veteriner geldi. Leyleğe baktı. Kanadında bir sorun olmalıydı. “Bir şeyi yok. Zamanla geçer. Açlıktan yorgun düştü ya da bir yere çarptı, düştü. Düzelir, uçar gider. 10 gün sonraydı. Leyleğin incinmiş kanadı iyileşmişti. Onu salmaya, bir deneme yapmaya karar vermişlerdi. Leylek de onlara alışmıştı. Köpek kulübesinin kapısın açmışlardı. Leylek dışarı çıktı. Gezindi. Etrafa bakındı meraklı ve sevinçli gözlerle. Ölüyorum derken hayatı yeniden bulmak muhteşemdi. Sonra koşarak havalandı. Günlerdir onu bekleyen erkek leylek tünediği ağaçtan onun havalandığını görünce hemen yanına fırladı. O akşam sürüye dönmeye karar vermişti; ama yolun yarısında caymıştı, onun ölüp ölmediğini görmeliydi, aksi taktirde onu sonsuza dek düşünecekti, onu gözden kaybetmişti, aradı taradı, orada daireler çizdi, sonra aklına bir fikir geldi, onu en son bıraktığı noktaya, tam aşağıya dalış yaptı, bir ağacın üstüne kondu, dostunun gagasını birbirine çarpıp; “tak tak” sesi çıkarınca, onun az ilerde bir yerlerde olduğunu anladı ve böylece onu buldu, günlerce köy evinin civarında gezip yiyecek bulup takılmıştı. Birlikte gökyüzünün daha yukarılarına doğru tırmanırken birbiri üstüne dostça manevralar yapıyorlardı büyük bir sevinçle, coşkuyla. Zehra, köy evindeki macerasının bittiğini biliyordu, akşam olmadan burayı terk edecekti, olanları yaşlı kadına anlatmıştı, ona gidip vedalaştı eve evine döndü. Köy evinde yaşadıkları güzeldi, boğulan hayatına dağda bir akarsu, teselli ikramiyesi gibi. Eve döndükten iki gün sonra benzinliğe iş başvurusu yapmış, başvurusu hemen kabul edilmişti, ertesi gün pompacı olarak işe başlayacaktı. Hava kararmaya başlamıştı ve kendini çok iyi hissediyordu. Leylek aklına geldi, “acaba şimdi nerede?” diye düşündü ve tekerlekli sandalyesiyle ilerleyen adamı fark etti, sevindi, o adamın evine defalarca gitmişti, eski mahallesindendi adam, ondan yaş büyüktü Zehra, ona bütün sırtlarını anlatmıştı, bütün sevgililerini. Köy evinde gördüğü rüyayı hatırladı. Çok değer verdiği ve gerçek dost saydığı bu adamla evlenebileceğini hissetti bir anda. İnsan evlenecekse çok iyi dost olduğu biriyle evlenmeli. Tekerlekli sandalye kullanan bir adamla evlenmeyi hiç hayal etmemişti. Ama karaktersiz, süper görünen çok sevgilisi olmuş, hepsi de evlilik ciddiyetinden çok uzaktı. Onu çeşitli yönlerden sömürmüşlerdi. Üstelik hasta edip çekip gitmişlerdi. Herkesten gizli tekerlekli sandalye kullanan adamın evine çok defa gitmiş, onunla sahilde birçok kez buluşmuştu. O diğerleri gibi değildi. “Gel senle bir çay içelim, gezelim” dedi Zehra, “vaktin var mı?” “Elbette var.” dedi adam. Yan yana ilerlemeye başladılar, sahile doğru. İsa Kantarcı |