KARANLIĞI BOYAYANLAR
Bakır meşaleler gecenin karanlığını aydınlatıyor,yere saplanmış ağır kara saplı bıçaklarla bakır kızılı menevişler yapıyordu. Çalgıcılar altın dişleriyle gülüyor,ateşten nefesleriyle dantelalarını kemanlarının yakasına takıyorlardı.Utlar,kemanlar,klarnetler,Endülüs işi perdesiz gitarlar,ziller,defler çok eski zamanların adı konmamış eski bir müziğini çalıyordu.Hava kurşun gibi ağırdı ve çingeneler herkesi kurşun dökmeye çağırıyordu.
Alev kırmızısı elbisesi içinde kömür karası gözlü,kuzguni,kara saçlı kadın,ağır adımlarla dönüyordu.Kadının kulaklarındaki halkalar,erimiş bir altın gibi aşağılara akıyor fil dişi renkli ince uzun boynunu okşuyordu. Alplerden,Toroslardan ve Karpatlardan esen is kokulu ağır bir rüzgar,sabahı olmayan bu Endülüs gecesine karışıyordu.Kadın inci dişlerini göstererek karanlık gökyüzüne gülüyordu. Çingenelerden söz ederken hep böyle gizemli betimlemeler yapılır. Meşaleler, yanık çalgılar, kırmızı elbiseler, kapkara gözler, gümüş parıltılı bıçaklar, zakkum pembesi şallar, altın halkalar. Yahya Kemal Beyatlı da onları anlatırken ’Zil şal ve gül’ der. Gerçekten böyle midir? Dünyanın bu en eski halkı gerçekten de hep böyle müzik ve eğlence içinde mi yaşar? Ne yazık ki, çingenelerin tarihindeki puslar yavaş yavaş kayboldukça ortaya çıkan gerçekler, bu anlatılanların dışında bir dünyayı ortaya koyuyor. Çingenelerin tarihi acılı bir dünyayı ortaya koyuyor. Çingenelerin tarihi acılı bir tarih. Çingeneler, Avrupa’da bugüne kadar hep aşağı sınıftan insanlar olarak görüldüler. Başka bir deyişle onlara ’Avrupa’nın Paryası’ muamelesi yapıldı. Orta çağ Romanya’sında bir Çingene’nin bir domuz fiyatına alınıp satıldığını yazıyor tarihler. 18. yüzyılda Prusya’da 18 yaşını geçmiş çingeneler, sadece sürdürdükleri göçebe hayat tarzı yasa dışı diye mahkemeye bile çıkarılmadan idam sehpasına yollanıyordu. Naziler’de ari ırkın kanlarını karıştırıyor diye Çingeneleri ölüm kamplarına sürdüler. 500 binden fazla Çingene bu kamplarda can verdi. Nazilere göre onlar doğuştan suçluydular. Çingeneler yaşadıkları acıyı gizlemek için hep zil,şal ve güle verdiler kendilerini...Bohçalarında çarşaf sattıkları sanılıyordu ama aslında onların bohçalarından hep aynı desen,aynı renk,aynı kumaş çıktı.Yani hüzün çıktı.İsimleri Carmen oldu,Zemfira oldu,Zare oldu,Matko oldu,Dodon oldu,Kibariye oldu,Güllü oldu,Kezban oldu,Pedro oldu,ve İsmail oldu.İsimleri her ülkede farklı oldu.İsimleri her ülkede farklıydı ama kadersizlikleri ortaktı. Onlar hep yalnız kaldılar, dışlandılar. Bu yalnızlık yüzündendir ki, onların tarihini hep başkaları yazdı. Onlarda sadece aşk vardı. Onlar tüm insanları bir mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşkla sevdiler. Ama ötekiler yani ’Gaci’ ler onları böyle sevmekten kaçındı. Onlar acılı kentleri misk ve tarçından kulelerle neşelendirdiler.Paylarına düşen ise hep acı ve keder oldu. Onlar sırf öteki insanlar ve kendileri acı çekmesin diye tüm acıları kendi "Yüreciklerine" hapsettiler,en onulmaz aşk acılarını,gece vakti bozkırların üzerinde yükselen binlerce yıldızdan çaldıkları tozlarla iyileştirdiler.Onların gönül yaralarına ise kimse dönüp bakmadı. Kaderleri kötüydü.Bu yüzden de mutlu olamazlardı.Çünkü uykuları azaplıydı, çünkü gölgeleri beladan kurtulmuyordu ve kader karşısında savunmasızdılar. Onlar mutluluk tanımının dışında kaldılar ve bunu hiç bir zaman dışa vurmadılar. Çalgı çalacakları zaman buna müzik değilde "Bu akşam bir ahenk yapacağız" dediler.Çünkü ahengi,yani uyumu seviyorlardı ,Bunu da anlatamadılar. Onlar ölürken gökyüzüne baktılar ve kocaman güvercinler gördüler. İşte o zaman gülümsediler. Çünkü inanışlarına göre ölürken güvercin görmek ,Hıdrellez’de göçüp de gizlice sevdalandıkları ve kavuşamadıkları kadınla ilk ve son kez sevişmek demekti. Bu sevda çağrısını da duyuramadılar. Serçeler uçtu ve ardından hüzünlü bir yağmur başladı. Lavanta çiçeği kokulu Çingeneler altın dişleriyle gökyüzüne gülümsediler, ateşten nefesleriyle kör karanlıkları aydınlattılar. İşte bu yüzden onlara "Karanlığı Boyayanlar" denildi... |