NEVRUZ GELDİ NEWROZ GELDİ BAHAR GELDİŞiirin hikayesini görmek için tıklayın Türk Dünyasının En Büyük Bayramıdır Nevruz..
Türklerin Ergenekon’dan çıkış günüdür. NEVROZ BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN. Yazımı Köroğlu gazetesi Şairi Tahir Karaoğuz’un “Kızıl elma şair-i Muhteremine” diyerek Ziya GÖKALP’e ithaf ettiği şiir. Yaradan rahmet eyleye… Nice yıldan beri Türk’ün Üzerinde doğmadı gün, Ona matem, ile düğün, Dünya Türk’e zindan idi. Erdi kafir dileğine “Ergenekon oldu yine” Türkün demir bileğine Hançer vuran düşman idi. Gözlerimiz kapanıktı, Türk uyur, el uyanıktı… Ah! Bağrımız pek yanıktı, Türk’ün evladı nalan idi. Zulm ordusu geldi, çatdı, Altın yurda el uzatdı. Türk kalbine zehir katdı,… Düşmanımız cihan idi. Kaplamıştı İslâm’ı yas, Gitti elden Kırım, Kafkas, Mısır, Tunus, Cezayir, Fas… Parçalanan İran idi. Şen yurtlarda o güllerden, Öten nazlı bülbüllerden, Nişan yok, mor sümbüllerden… “Büyük Turan” viran idi. Ne dertliymiş Türk’ün başı, Dinmiyordu hiç göz yaşı, Rumeli’nin dağı, taşı, Kan içinde püryan idi. “Zulm ve vahşet” boğdu bizi, Rumeli’nden koğdu bizi… Acep nerde “Kurd”un izi? Onu gören çoban idi. “Yurd girince yâd eline” “Ergenekon oldu yine” Ah! Nerede “Börteçine”, O, şanlı bir arslan idi. Türk yurdunu, Türk soyunu, Kurtarmıştı bir Türk oyunu, Cihangirlik. Onun sonu… Bugün “Cengiz” Kaan idi. Ah! Nerede o zamanlar? O “Bozkurt”lar, “Oğuz Han”lar Arslan canlı kahramanlar, Çektiğimiz hüsran idi. 27 Mart 1331 _____________________ KIZILELMA Bir varmış, bir yokmuş, Tanrı’dan başka Kimseler yok imiş, yakın zamanda (Bakû’)da milyoner bir kız var imiş; Türklüğü çok sever, yurda yâr imiş; Adı (Ay Hanım) mış, hanlar soyundan; Anası Kırgız’ın (Konrad) boyundan. Uzun boylu, kumral, yüksek alınlı: Şerefli bir kökün güzel bir dalı. Babası, annesi öldüler birden, Kendisi Paris’te tahsilde iken; Dayandı bu kahra, şevki sönmedi; Tuttuğu mukaddes yoldan dönmedi. İsterdi Turan’da mektepler açmak, Hakikat nurunu ruhlara saçmak. Bunun-çin lazımdı bilmek en yeni Terbiye tarzını, tedris ilmini. Bu yolda, arzusu kadar yükseldi, Nihayet Paris’ten Bakû’ya geldi. Biri erkeklere, biri kızlara, İki mektep yapmak için mimara Emirler vererek işe başladı. (İstikbal Beşiği) mektebin adı. Bir yanda inşaat devam ederken, (Ay Hanım) meşhur bir ilim ehlinden İslâm’ın ruhunu dahi öğrenmek İçin çalışırdı, Garb’e yeltenmek Ona kâfi gibi görünmüyordu: "Şarkı da tanımak lazım" diyordu. Diyordu: "Halk bahçe, biz bahçıvanız; Ağaçlar gençleşmez aşıdan yalnız; Evvelâ ağacı budamak gerek, Aşıyı sonradan ulamak gerek." Bunun- cin her sabah evde kalırdı; Sa’deddin Molla’dan dersler alırdı. Bir akşam Ay Hanım ata binerek, İstedi kırlarda biraz gezinmek. Yanında tüccardan Bahadır Ağa, Şehirden çıkınca saptılar sağa; Ovada Cennet’ten bir eser vardı: Bahardı, her yanda çiçekler vardı; Esrarlı bir hüzün, dalgın bir neşat, Gençlik, şiir, nağme, renk, koku, hayat… Kevser saçar gibi bir huri eli: Manevi bir mestlik ruhta münceli. Vicdan fevkinde bir ruhani şuur Duyardı muhitte bir gizli huzur… Artık müphem değil aşkın manası; Münkeşif hayatın loş muamması. Bu anda Bahadır dedi ki, “Bakın Bu gence, gözleri ne kadar dalgın! Bakıyor görmeyen bir nazar gibi.” Ay Hanım görünce titredi kalbi: Kendine mün’atıf iki sabit göz Camdan imiş gibi yok içinde öz; Sarışın saçları uzun ve dağnık: Mutlak ya şair, ya ressam, ya aşık. İstiğrak halinde sanatkâr bir ruh; Gözlerinde gaflet, kalbinde fütûh. Ay Hanım, kısılmış gibi nefesi, Dedi ki: “Ne kadar solgun çehresi!” Kalbinde bir derin hicran duymuştu: Umumi kanuna o da uymuştu. Ertesi gün dersi mahzun dinlerken Çıkmıyordu o genç bir an zihninden… Bu hale hem şaşıp, hem kızıyordu; Ruhundan bir gizli gam sızıyordu. İsterdi yaşamak milleti için, Kini vardı sevda illeti için… Serseri bir aşka gönül bağlayan Nasıl verebilir yurda yeni can? Bu anda içeri giren hizmetçi Dedi ki: “Kapıda duran bir genci İkna etmek mümkün değil! Molla’ya Bir şeyler soracak, ediyor rica: Rüya görmüş, tabir istiyor sizden; Derdine bir tedbir istiyor sizden.” Ay Hanım anladı derhal geleni… Eliyle tutarak çarpan kalbini, Halini meydana vermemek için Dedi: "Ben gideyim, buraya gelsin." Genç geldi, oturdu Molla’ya karşı, Dedi ki: “Her kimin bir derde başı Uğrarsa sizsiniz çare gösteren; İşte bu ümitle size geldim ben… İstanbul’da doğdum, Turgut’tur adım, Ressamım; tabiat, büyük üstadım, Yaya seyyahlığa sevk etti beni; Her saat başında emsalsiz, yeni Bir güzellik görür, tebcil ederim, Büyük Sanatkâr’ı tehlil ederim, Dün yürüyor iken, önümdeki yol Ayrıldı ikiye: Bir sağ, biri sol… Soldaki nereye gidiyor, diye Sordum sakalı ak bir çiftçiye. Dedi: "Bu yol gider Kızılelma’ya…" Lakin ben bu sözü verdim şakaya. Yürüdüm, az sonra bu şehri seçtim; Yaklaştım, bir yerde kendimden geçtim. İstiğrak mı bilmem, rüya mı bilmem: Hem yokluk, hem varlık bir garip alem Bir de ne göreyim! Atlı bir peri, Gökten indi Cennet yapmak-çin yeri "Sen kimsin, bu alem neresi?" dedim. "Bu, Kızılelma’dır, ben perisiyim." Diyerek kayboldu; fakat hayali Çıkmıyor ruhumdan… İşte bu hali Size söyleyerek bir çare bulmak, Kızılelma’ya bir emare bulmak İçin size geldim; çünki her kime Sordumsa dediler: “ Git o hakîme; Sorduğum ülkeyi ancak o bilir; Şimdi de kendisi nah bu evdedir." Tasdi’ ettim; Fakat görünüz mazur, Çünkü bu dert bende koymadı şuur, Lütfedip derdime verin şifayı: Anlatınız bana Kızılelma’yı… Bu şehir neresi, yolu nereden? Şimdiye dek var mı oraya giden? Perisi melek mi, yoksa beşer mi? Beni kulluğuna kabul eder mi?" Molla dedi: “Oğlum, Türk fâtihleri İsterdi istila etmek her yeri; Fethe lâkin bir tek hedef tanırdı, Orayı kendine İrem sanırdı. Bu mev’ut ülkeye, bu tatlı yurda Vasıl olmak için hep bu uğurda Yüzlerce defalar Türklük kaynadı: Hind’i, Çin’i, Mısr’ı, Rûm’u kapladı. Bütün payitahtlara, en son Çitler’e Gitti; fakat asla bu meçhul yere Yaklaşmadı; çünkü o mev’ut ülke Değildi hariçte bir mevcut ülke. Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır; Fakat onun semti başka diyardır… Zemini mefkure, seması hayâl… Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal… Türk medeniyeti taklitsiz, safi Doğmadıkça bu yurt kalacak hafi… Çok yerleri biz fethedebilmişiz; Her birinde ma’nen fethedilmişiz. Bir kişver almışız tabiiyete, Uymuşuz ordaki medeniyete. Bazen Hindli, bazen Çinli olmuşuz; Arap, Acem, Frenk dinli olmuşuz. Ne bir Türk hukuku, Türk felsefesi, Ne Türkçe inleyen bir şair sesi… Şair, hâkîm gelmiş bizden de, çokça Kimi Farsi yazmış, kimi Arapça… Fransızca, Rusça, Çince yazmışız, Türkçe ancak birkaç hece yazmışız. Bakınız mesela: Yazmış koskoca Farabi Arapça, Karamzin Rusça; Sina, Celaleddin, Zemahşeriler Emeği Arap’a, Fars’a verdiler. Buharalı Şevket, Genceli Hüsrev, Firdevsi’ye yahut Sadi’ye peyrev… Bugün bile birçok ediplerimiz Frenkçe yazmayı sayarlar muciz. Türkçe yazanlarsa lügat paralar, Avrupa taklidi şeyler karalar. Hakiki ruhumuz, safi dilimiz Bağırır onlara: “Bize geliniz! Bizdedir fikre his, hislere hayat, Vicdanlara ilham, şaire kanat…” Zekamızı sanki kiralamışız, Her dilden kitaplar sıralamışız. Türk’ün hem kılıcı, hem de kalemi Yükseltmiş Arap’ı, Çin’i, Acem’i. Her kavme bir tarih, bir yurt yaratmış, Kendini başkası için aldatmış. Öz işini daim yarım terketmiş: Turfan’ı bırakmış, Orhon’a gitmiş. Unutmuş evvelki elifbasını, İlim ve fendeki itilâsını; Yeniden bir yazı, bir yasa düzmüş, Her zaman zihnini boş yere üzmüş. Nice defa (Kanun), (Şifa) okumuş; Dönmüş geri tekrar (Bina) okumuş… Yok tarihimiz, var tarihlerimiz, Bir burca girmemiş Merih’lerimiz; Her biri parlamış bir başka gökte… Aynı ruhu bulmuş yüzlerce gövde. Ne tarihi vahdet, ne kavmi safvet! Kızılelma işte buna işaret. Millette olsa bir gizli ihtiyaç, Milli vicdan bulur ona bir ilaç; Türk bakmamış (İrem) yahut (Sabâ)’ya, Demiş: “Gideceğim Kızılelma’ya.” Maksadı gitmektir birliğe doğru, Milli düşünceye, dirliğe doğru… Bilir bir gün milli irfan doğacak, Yeni Orhun, yeni Turfan doğacak. İctimai bir yurt, kavmi bir tarih, Edecek Türklüğü taklitten tenzih. Fakat kim bilir kim yol(u) açacak, Türklük ziyasını dehre saçacak… Kim bilir ne vakit deha perisi, Olacak bu yeni huldün Belkıs’ı. Bu anda bir cezbe geldi Molla’ya İlahi bir sesle girdi manaya: Pirden sual ettim: “ Sevgilim hani?” Dedi bana: “Önce kendini tanı!” Tutmuşum elinden ben nagehanı, Götürmüş beni bir gizli dünyaya. Karanlık bir tufan, seyyal bir deycur! Ne vücut, ne adem, ne gayb, ne huzur: Nâr içinden henüz çıkmamıştı nur, Tutulmuştu her şey kara sevdaya… Umman coşkun akar, biz sal içinde Bir yıldız böceği hayâl içinde Işıldar gibiydi; bu hâl içinde Dalmışız ikimiz aynı rüyaya. Salımız –Şarapnel imiş cevheri- Patladı, dağıldı hep misketleri, Sormaksızın pirden bu acib sırrı Dedi: Müsemmadır, geçti esmaya!” Misketler de bir bir patlar, onlardan Yeni şarapneller fırladı her an. Biz bunlardan biri üstünde, hayran, Girmekte idik bir yeni fezaya. Denizden ırmaklar, ırmaktan çaylar Doğdukça, salımız daha çok haylar, Kaynaktan bizim-çin ayrılan paylar Götürdü bizi başka mevaya. Salımız balonmuş, havayı deldik, Safralar atarak daim yükseldik, Nihayet Adem’in gözüne geldik Oradan hasretle baktık Havva’ya. Durmadık biz, kimi Sina’da kaldı, Kimi, “Erdim!” dedi, semada kaldı; Kimi arşa çıktı, alâda kaldı… Döndüler baktılar akan deryaya. Salımız fişenkmiş, bizi uçurdu, Her düşen lem’ası bir cihan kurdu; Kimi Londra’da, Paris’te durdu, Kimisi bağlandı yeşil hurmaya. Züleyha Yusuf’ta buldu özünü, Ferhat Şirin’ine dikti gözünü; Şerh edememişken sevda sözünü Mecnun kavuşmuşum sandı Leyla’ya! Sevda bir kanattır, uçmayan bilmez, Bu yolu ne atlı, ne yayan bilmez; Bir güzel var, hüsnü hiç pâyan bilmez, Tekâmül denilir bu nazlı aya. Salımız gönülmüş, uçtu hülyada, Dinlenmedik hiçbir tatlı rüyada Son arzumuz budur fani dünyada: “Türk’üz, varacağız Kızılelma’ya…” Turgut bu sözlerden bulmadı şifâ, Çıktı, gitti, gönlü dolu “Va hayfa!” Diyordu “Leylasız bir Mecnun gibi Nasıl yaşayayım söyle ya Rabbi?” Ay Hanım duymuştu bütün sözleri, Bu fikri zihninde sürdü ileri: “Kızılelma yokmuş, fakat lazımmış, Turan hayatına bu bir nâzımmış; Her hayal bir hakikat olabilirken, Var etmemek niçin bunu şimdiden? Mademki Türklüğün derdine derman, Bu imiş, ne için koşmamak heman? Mademki ne Hind’de, ne Çin’de imiş, Türklerin ruhunun içinde imiş; Değilmiş Arap’ta, Acem’de, Rûm’da: Unutulmuş kökü Karakurum’da… İngiliz, Fransız, Rus’ta değilmiş, Nereye düşmüşse biraz eğilmiş; Bulalım biz onu vicdanımızda Bir güneş yapalım Turan’ımızda.” Düşündü… Düşündü… Kararlaştırdı; Bir gün yurtçuları bütün çağırdı, Dedi: “Türk irfanı, serbest bir toprak İster ki orada eylesin işrak… Ne Bakû, ne Kazan, ne de İstanbul Bu yeni hayatı edemez kabul. Burada hürriyet siyasi değil, Orada lafzı var, manâsı değil. Burada Türkçeden memnu evladın, Orada zincirden çıkamaz kadın… İsviçre’de bir Türk köyü, bir şehir Yapalım; oradan yeni bir nehir, Bir irfan ırmağı aksın Turan’a… Irmak döner elbet bir gün ummana. Taklitsiz salt ibda, iktiran ile Doğmuş bir marifet Türklüğe şule, Bütün Türklüğe aynı şuleyi, Saçsın ki gönüller birleşsin iyi. Hakim, şair, edip, sanatkâr, tacir Hepsi bu beşikten yetişip bir bir. Kimisi Kaşgar’a, kimi Altay’a, Kimisi Kazan’a, kimi Konya’ya, Her biri giderek bir oymağına, Götürsün od, ışık Türk ocağına Daniş encümeni, darülfünunlar, Burada kök salsın, her yere bunlar Kollar ataraktan, aynı hikmeti Dağıtıp yükseltsin büyük milleti… (Kızılelma) olsun bu şehrin adı, Atalarımız hep bunu aradı… Pekin’e, Delhi’ye, bunun için vardık, Viyana burcunu bunun için sardık. Artık tanıyalım mefkuremizi; Düzelim yasamız ve töremizi!” Yurtçular bu fikri edip istihsan, Bütün ülkelere ettiler ilân. Ay Hanım bu işe hep servetini, Vakfetti, kimisi hamiyetini, Kimi irfanını, kimi cehdini; Birleşip yaptılar Turan mehdini. (Lozan)ın yanında bir Türk beldesi Şenlendi: Her fennin bir medresesi, Ziraat, ticaret, sanat evleri Yapılıp, oldu bir ümran meşheri, Kız, erkek çocuklar gelip doydular, Yeni Âdem, yeni Havva oldular. Yavrucuk Türkler’e açık eşiği: Yeni bir hayatın oldu beşiği. Ay Hanım yaptığı dörüt-tedrisi Bir müdür eline verip, kendisi Bakû’dan bu yeni şehre gitmişti, Müdürlük yükünü kabul etmişti. Kalbindeki aşkı uyutmak için, Turgud’u büsbütün unutmak için Gece gündüz durmaz, ikdam ederdi; Eksik arar, bulur, itmam ederdi. Fakat yüzünden de olurdu ayan: Gönlünde bir dert var herkesten nihan… Turgud’a gelince, zavallı ressam Her gece bir köyde ederek akşam Az uz gitti, dağlar, dereler aştı; Ülke ülke, şehir şehir dolaştı; “Kızılelma nerde?” diye sorardı; Ne bilen onu, ne düşünen vardı. Kaşgar’da bir sabah gördü bir ilân: Tepeden tırnağa titredi heman; Çünkü "Kızılelma" sözleri, iri Harflerle yazılmış; yanında biri Diyordu: “Kimlerse evlatlarını Verenler, yazsınlar ki adlarını, Yakında kafile çıkacak yola İlan ediyoruz ki malum ola!” Turgut heyecanla yaklaştı, baktı; Gözünden meserret yaşları aktı. Lozan civarında imiş arağı: Oraya dökülmüş Cennet toprağı… Mutlak oradadır güzel hurisi, Münevver Turan’ın yeni Tomris’i. Yıllarca uyuyan ümidi güldü; Çocuklarla birlik yola düzüldü. Vaktâ ki erişti Kızılelma’ya Müracaat lazım gelmişti Ay’a… Müdüre bir mektup yazıp gönderdi: Mektepte bir resim dersi isterdi. Ay Hanım, muavin Tomris Hanım’a Dedi: “Yarın getir onu yanıma; Şimdilik onunla biraz sen görüş…” Kalben dedi: “Acep çıkacak mı düş? Beni ilk görüşte tanıyacak mı? Bu bir boş masal mı, ya muhakkak mı?” Kim bilir ne için bir gün intizar Eylemek istedi, bunca ah u zar Güya asla kâfi değilmiş gibi: Kendi de bilmezdi, nedir sebebi. Biraz sonra Tomris geldi hiddetle, Dedi: “ Bu bir mecnun, hem de şiddetle, Kızılelma’yı bir rüyada görmüş, Beni de güya o esnada görmüş! Kişverler dolaşmış, sormuş herkese Bir salık vermemiş ona hiç kimse. Daha birçok şeyler… Deli vesselam! Gözü dalgın, aşkı coşkun bir adam.” Ay Hanım bu sözden hemen sarardı, Kalbini elemli bir şüphe sardı. Acaba rüyada gördüğü bu mu? Turgut sevdiğini bunda buldu mu? Hakikat bu ise ne büyük heyhat! Artık ona dûzah olacak hayat. Bir resim hocası olmuştu Turgut, Ay Hanım büsbütün sönmesin umut. Diyerek Turgud’a görünmedi hiç. Haftalar geçiyor, yanıyordu iç. Turgut odasına çekilir her gün Tomris’in resmini nakşetmek içün Çalışırdı, bunu Ay Hanım bilir, Her gün gönlü bir kat daha ezilir, Gizlice ağlardı; nihayet bir gün Denildi var imiş parlak bir düğün: Tomris’le Ertuğrul evlenecekmiş, Hatta bu perşembe günü gerdekmiş… Turgut işitince, yıldırım gibi, Bir darbeye uğrar, sarsılır kalbi. İntihar: Bu fikir doğar içine; Gider civardaki bir gar içine, Elinde tabanca, beynini hedef Etmiş, bir lâhzada olacak telef… Ay Hanım bu hali sezip evvelce Turgut’u gözetler imiş gizlice. Turgut, tam tetiği çekecek iken, Kolundan şiddetle tutarak, birden Dedi: “Turgut, yapma, bu iş pek günah!” Turgut döndü, baktı, dedi: “Sen mi ah? Ey Tomris Sen misin?” Ay dedi "hayır, Ben Tomris değilim, bana Ay çağır." -O halde Tomris kim? – O başka kadın. -Kocaya varacak o mudur yarın? -Evet o… - Ah lakin size çok benzer. -Hayır, ben kumralım, o ise esmer. -Gözleri mavi mi? –Bilakis siyah. -Demek ki ben onu görmemişim ah. Daima ben seni onda görerek, Bir insan kızını sanmışım melek, Fakat acep niçin görmedim seni? -Üç yıl evvel birgün gördünüz beni. Rüyada mı? – Hayır; rü’yet içinde; İstiğrak gibi bir halet içinde. "Kızılelma’ya dek" demiş bir çiftçi; Size müphem kalmış bu sözün içi… Görünce beni siz, Kızılelma’da Bir peri zannedip sonra rüyada Görünmüş gibi; bir hayâl sandınız: Olmuş bir vakayı masal sandınız. Geldiniz evime; hocamdan tedbir Sordunuz; rüyanız edildi ta’bir. Cevaplar göründü size pek donuk; Fakat bana açtı bir yeni ufuk. Düşerek işte bu tatlı sevdaya; Vücut verebildim Kızılelma’ya. Bu isimledir ki gezip her izi; Burada nihayet buldunuz bizi. -Ah şimdi anladım bu muammayı; Uyanık gördüğüm uzun rüyayı. Seni kâh huzur; kâh gaybde aradım; Becayiş ettiler gözümle yâdım. İptida gerçeği hayâl sanmışım, Sonra da gölgeyi cemâl sanmışım. Dediler; rüyetin uykuda imiş… Uykuda değilmiş; Bakû’da imiş. Evinize gelmiş sormuşum sizi; Denmiş bana: “Belli değildir izi.” Siz yapmakta iken Kızılelma’yı Koşmuş aramışım bütün dünyayı. Nihayet bulunca yine sapmışım, Yalvac’a, Oğanım diye tapmışım! Tomris’in çehresi çerçeve olmuş, Zihnimdeki hayâl içine dolmuş… Ona ait diye yaptığım resim, Evvelce ruhumda imiş mürtesim… Onu derken sizi tersim etmişim! İptida bana da geldi bir vehim. Rüya ona râci olmasın diye Bir gün gizli girdim sizin hücreye… Yaptığınız resmi gördüm anladım; Lâkin o güne dek hayli ağladım. -Ah! Ne bahtiyarlık, demek muhabbet Size de okunu vurmuş… - Ah, evet… Ulaştı bir düğün daha yarına, Dördü de erdiler muratlarına. Kızılelma oldu bir güzel Cennet: Oradan Turan’a yağdı saadet. Ey Tanrı icabet kıl bu duaya: Bizi de kavuştur Kızılelma’ya!… Şiir ZİYA GÖKALP ________________________ Fatih Sultan Mehmed kimdir? Ne zaman öldü? Hayatı... İŞTE FATİH SULTAN MEHMED HAKKINDAKİ BİLGİLER II. Mehmed (30 Mart 1432 – 3 Mayıs 1481), Osmanlı İmparatorluğu’nun yedinci padişahı. Tarihî kaynaklarda ismi Muhammed şeklinde geçer. İlk olarak 1444-46 yılları arasında kısa bir dönem, daha sonra 1451’den 1481 yılında ölümüne kadar 30 yıl boyunca hüküm sürdü. II. Mehmed, 21 yaşında İstanbul’u fethederek 1000 yıllık Bizans İmparatorluğu’na son verdi ve bu olay birçok tarihçi tarafından Orta Çağ’ın sonu Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edildi. Fetih’ten sonra Fethin Babası anlamına gelen “Ebû’l-Feth” daha sonraki dönemlerde ise “Çağ Açan Hükümdar” ve “Kayser-i Rûm” (Roma İmparatoru, Osmanlı Türkçesi) unvanları ile anıldı. Fatih, İslam Peygamberi Muhammed’in bir hadisine nâil olduğu için günümüzde Türkiye ve İslam dünyasının geniş bir kesiminde “kahraman” olarak kabul edilmektedir. 27 Receb 835 (30 Mart 1432) Pazar günü şafak vaktinde, devletin başkenti olan Edirne’de, II. Murad’ın dördüncü oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi Hüma Hatun, tarihçi Babinger ve yazar Lord Kinross’a göre gayrimüslim bir köledir. Yine Babinger’e göre, ölümünden sonra İran efsanelerindeki cennetkuşu hümadan esinlenilerek Hüma Hatun olarak adlandırılmıştır. Mehmed iki yaşına kadar Edirne’de kaldıktan sonra 1434’te sütninesi ve küçük ağabeyi Alâeddin Ali ile birlikte 14 yaşındaki büyük ağabeyi Ahmed’in Rum sancakbeyi olduğu Amasya’ya gönderildi. Burada ağabeyi Ahmed’in erken yaşta ölmesi üzerine Mehmed altı yaşında Rum sancakbeyi oldu (İnalcık’a göre şüpheli). Diğer ağabeyi Alâeddin Ali ise Manisa’da Saruhan sancakbeyi oldu. İki yıl sonra babaları II. Murad’ın talimatıyla iki kardeş yer değiştirdiler ve Mehmed Saruhan sancakbeyi oldu. Mehmed’in eğitimi için babası çeşitli hocalar görevlendirdi. Ancak zeki olduğu kadar hırçın bir çocuk olan Mehmed’in eğitilmesi kolay olmadı. Sonunda babası heybetli ve otoriter bir alim olan Molla Gürani’yi görevlendirdi. Anlatılana göre Murad, Gürani’ye bir değnek vermiş ve Mehmed itaatsizlik ederse kullanmasını söylemişti. Molla Gürani Mehmed’e, dersini dikkate almayan bir öğrencinin hocası tarafından dövülmesi ile ilgili edebi bir cümleyi inceletmiş, Mehmed durumun ciddiyetini kavrayarak eğitimine önem vermeye başlamıştır. Şehzade Mehmed’in medrese kökenli hocalarının yanı sıra bilgi edindiği Batılı şahsiyetler de bulunmaktaydı. Saruhan (Manisa) sarayında İtalyan hümanisti Anconalı Ciriaco ve saraydaki başka İtalyanlar onun Avrupa tarihi ile Antik Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili kitaplar okumasına önayak olmuştu. Bu durum Şehzade Mehmed’e çok-kültürlülük kazandırmıştır. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan II. Mehmed’in şehzadelik yıllarına ait olan karalama defterinde Latin harfleri, Arap harfleri, Roma büstlerini andıran insan çizimleri ve Osmanlı figürleri bulunmaktadır.Ayrıca Fatih Sultan Mehmet’in Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Latince, Yunanca ve İtalyanca bilmesi bu dönemdeki münasebetlerine dayandırılmaktadır. İSTANBUL’U FETHİ Fatih Sultan Mehmed kimdir? Ne zaman öldü? Hayatı... Mehmed kuşatma hazırlıklarına 1451 sonlarında başladı. Boğaz’ın Anadolu yakasında büyük dedesi Bayezid’in yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı’nın karşısına o dönemde Boğazkesen adı verilen Rumeli Hisarı’nın inşa emrini verdi. İmparator Konstantin Mehmed’e hisarın yapımı için kendisinden izin alması gerektiğini bildirmek için elçiler gönderdi ancak Mehmed elçileri kabul etmedi. İmparator en son 1452’nin Haziran ayında barış görüşmeleri için bir kere daha elçilerini gönderdi ancak Mehmed elçileri yine reddetti. Bunun anlamı savaştı. Hisar 1452’nin Ağustos ayında tamamlandı. Böylece boğazın kontrolü Osmanlıların eline geçmiş oldu. Boğazdan geçecek gemiler bundan böyle geçiş parası ödemek zorundaydı. Aksi takdirde gemiler top atışıyla batırılacaktı. 1452 sonlarında ödeme yapmayı reddeden bir Venedik gemisi batırılmış, kaptanı ve tayfası tutuklanmıştı. Söz konusu toplar Erdelli Urban adında bir top dökümcüsü tarafından yapılmıştı. Mehmed kendisinden Konstantinopolis’in surlarını yıkabilecek güçte bir top yapıp yapamayacağını sormuş Urban da “Ne Konstantinopolis, ne de Babil’in surlarının karşı koyabileceği bir top yapabileceğini” söylemişti. Öte yandan bu gelişmeler karşısında İmparator Konstantinos Papa ve İtalyan şehirlerinden umutsuzca yardım talebinde bulundu ama bunlar sonuçsuz kaldı. Yalnızca Cenova 1452’nin Kasım ayında yardım göndermeye karar verdi ve Giovanni Giustiniani komutasında 700 asker taşıyan Ceneviz kadırgaları 26 Ocak 1453’te Konstantinopolis’e vardı. İmparator Konstantinos, Giovanni Giustiniani’yi kara kuvvetlerinin başkumadan yaptı.Kostantinopolis’teki asker sayısı 8.000 civarındaydı, limanda 26 savaş gemisi bulunuyordu. Daha evvel 700 İtalyanı taşıyan yedi Girit ve Venedik gemisi Şubat ayında şehirden kaçmıştı. Osmanlı ordusundaki asker sayısı ise en az 50.000 idi. Ayrıca Mehmed yalnızca karadan kuşatmanın yeterli olmayacağını düşünerek bir donanma hazırlatmıştı. Bu donanma bahar aylarında boğazın Marmara girişine vardı. Osmanlı ordusu 23 Mart’ta Edirne’den hareket etti ve 2 Nisan’da Konstantinopolis’e vardı. Aynı gün Haliç’in girişi zincirle kapatıldı. Karargâhını Romanus kapısının karşısına Maltepe’ye kuran Mehmed son kez teslim çağrısında bulundu ama imparator reddetti. Fatih’in İstanbul’u fethederken kullandığı kılıcı, Topkapı Müzesi’nde sergilenmektedir. 6 Nisan sabahı ilk saldırı başladı. Kuşatma, aralıklı çatışmalarla 53 gün sürdü. İmparator Konstantinos, Giustinani ile birlikte Romanus kapısını savunuyordu. Şehzade Orhan da Marmara kıyısındaki kıtalardan birini yönetiyordu. 20 Nisan günü Papa’nın gönderdiği üç Ceneviz gemisi ve Sicilya’dan gelen bir Rum yük gemisi şehrin açıklarında belirdi. Marmara denizinde yapılan savaşın sonunda akşam saatlerinde dört gemi Haliç’e girmeyi başardı. Donanmasını bir şekilde Haliç’e indirmesi gerektiğini anlayan Mehmed gemilerini karadan geçirmeye karar verdi. Bugünkü Dolmabahçe’den Kasımpaşa’ya uzanan güzergaha kalaslar döşendi ve 70 kadar gemi silindirler üstünde 22 Nisan sabahında Haliç’e indirildi. Böylece Haliç’in kontrolü Osmanlıların eline geçti. Öte yandan kuşatmanın yedinci haftasında Osmanlılar hâlâ kesin bir sonuç alamamıştı. Bu noktada Halil Paşa son bir kez Mehmed’i teslim çağrısı yapmaya ikna etti ancak imparator teklifi yine reddetti. Bunun üzerine Mehmed 24 Mayıs’ta ayın 29’unda karadan ve denizden büyük bir saldırı yapacağını duyurdu. Son saldırı hazırlıklarını Zağanos Paşa düzenledi. Osmanlı ordusu 29 Mayıs’ın ilk saatlerinde taarruza başladı. Osmanlılar son taarruzu üç dalga halinde gerçekleştirdiler. İlk iki saat boyunca başıbozuklar surlara saldırdılar, ardından Anadolu birlikleri onların yerini aldı. Son olarak öldürücü darbeyi vurmak üzere yeniçeriler devreye girdi. Bu sırada yaralanan Giustiniani’nin savaş alanından ayrılması şehri savunanların arasında büyük moral bozukluğuna neden oldu. Nihayet sabah saatlerinde Osmanlı askerleri “Kerkoporta” adlı kapıdan içeri girmeyi başardılar ve kapının üzerindeki burca Osmanlı sancağını diktiler.Mehmed fethin ilk günü öğleden sonra şehre girdi. Ayasofya’ya giderek namaz kıldı ve min-baʿd (bundan sonra) tahtım İstanbul’dur diye buyurdu. Şehir zorla alınmıştı, bu yüzden dinî hukuka göre yağmalanabilirdi. Yağma üç gün sürdü. [kaynak belirtilmeli]İmparator Konstantinos’un akıbeti meçhuldür. Kimi kaynaklar cesedinin bulunamadığını söylerken, Babinger gibi bazı tarihçiler imparatorun cesedinin mor ayakkabılarından teşhis edildiğini yazar. Alphonse Lamartine eserinde imparatorun cesedinin bulunduğunu ve Fatih’in Konstantin için Hristiyan usulü cenaze töreni düzenlediğini belirtir. Şehzade Orhan ise keşiş kılığında şehri terk etmeye çalışırken yakalanıp idam edildi. Fatih şehrin ticaret merkezi olan Galata’dan kaçmış olan Rumların ve Cenevizlilerin dönmesini sağladı. Rum Patrikhanesi’nin yeniden açılmasına izin verdi; ayrıca bir Yahudi hahambaşlığı ile bir Ermeni Patrikhanesi kurdurdu. II. Mehmed İstanbul’u, farklı dinlerden insanların bir arada yaşadığı, ticaret ve kültür merkezi olan bir başkent yapmayı amaçladı. NE ZAMAN ÖLDÜ? Fatih 1481’de, Anadolu’ya doğru yeni bir sefere çıktı. Ama daha yolun başında hastalandı ve 3 Mayıs 1481’de Gebze yakınlarındaki Hünkar Çayırı’ndaki ordugâhında öldü. Gut hastalığından öldüğü sanılmakla birlikte, zehirlendiği de rivayet edilir. Fatih öldükten sonra vefatı saklandı. Padişahın hamam ihtiyacı var denilerek gizlice cenazesi saraya getirildi. O sırada Şehzade Bayezid’e ve Şehzade Cem’e ulak gönderildi. O sırada asker Fatih’in öldüğünü öğrenip İstanbul’a gelip büyük bir anarşi başladı. Karamanlı Mehmed Paşa Cem taraftarı olduğu için idam edildi. Her taraf yağmalanmaya başladı. Gayrimüslim tüccarların evlerine ve dükkanlarına saldırıldı. O arada herkes kendi taraftarını tahta çıkarmak için uğraşırken Fatih’in cenazesi sarayda karanlık bir odada unutuldu. Baltacılar kethüdası Kasım isimli bir kişinin II. Bayezid’e yazdığı mektupta sarayda cenazenin yanına gittiğinde 3 gün 3 gece üzerine mum yanmadığını, cesedin kokusundan yanına zor varıldığını söyler. Daha sonra tahnit ustasıyla beraber iç organları çıkarılmış ceset tahnit edilmiş. Cesedi tahnit edebilmek için elbiselerinin çıkarılması gerekiyordu. Lakin mevsimin sıcak olması dolayısıyla ceset bozulduğu için elbise cesede yapışmıştı. Bu yüzden sol kolunun üzerinden elbise kesildi ve tahnit edildi. Kesik elbise bugün hale Topkapı Sarayı’ndadır. II. Bayezid payitahta gelene kadar o şekilde bekletilmiş. Ölümünden sonra oğlu Bayezid tahta çıktı. Fatih Camii’ndeki türbesinde yatmaktadır. Seferi nereye düzenlediği tam olarak bilinmemektedir. Zira Fatih bu bilgiyi seferin güvenliği açısından çok gizli tutuyor ve kimseye söylemiyordu. Ancak tarihçiler seferin Mısır’a ya da Roma’ya (Papalık) olacağı yönünde tahminler yürütmektedir. Ama başka kitaplar ve tarihçiler ise farklı yerlere fetih düzenleyeceği görüşündeydi. Birlikleri Üsküdar’da topladığı ve hazırlıkları başlattığı için seferin İtalya’ya olma olasılığı günümüz tarihçileri tarafından makul bulunmamaktadır.
__ Bu Gün Bize Bahar geldi,NEVRUZ GELDİ, NEWROZ GELDİ__
Bahar geldi,bizim ele Hava bulut ile, Toprak yağmur ile Ağaçlar bitkiler çiçek ile, Ekinler su ile buluştu. Nevruz geldi,newroz geldi Bahar geldi,bizim ele bahar geldi Tomurcuklar oluştu,çiçekler açtı, Kainatta doğada ne varsa,neşe saçtı Bembe mor menekşeler,güller laleler açtı Bu gün bize bahar,yine gülücükler attı. Nevruz geldi,newroz geldi.. Bahar geldi,bizim ele bahar geldi Mevsim bahar, hayat dolu dolu Her yer misk kokusu aşk ile dolu Kardelen,bize elveda ederken, Bozkırın yetimi,öksüz oğlan, Öksüz oğlan,safran çiçeği bize gülümsüyor. Nergiz gülümsüyor,kelebekler uçuşuyor, Nevruz geldi,newroz geldi.. Bahar geldi,bizim ele bahar geldi Arılar çiçekte bal, Karıncalar toprakta yuva yapıyor. Kuşlar,çakır çakır,ötüşüyor. Güneş ara ara göz atıp,gülümsüyor Bulutlar neşe,bulutlar bereket saçıyor. Bu gün bize bahar,yine bahar geldi. Çiçekler yine açtı, Nevruz geldi,newroz geldi. Bahar geldi,bizim ele bahar geldi 21 / 03 / 2016 Şiir Resul Civcik |