Filozof Kırmızısı, sıradan bir kadınken, hastalıklarla mücadele eden, ameliyatlar geçiren sonrasında engelli kalan, bu sırada eğitim yolculuğuna devam eden, aynı zamanda annelik yapmaya çalışan ve hay...
Bazı hastalıklar vardır; laboratuvar sonuçlarında görünmez, MR görüntülerine sığmaz, kan değerlerinde konuşmaz. Ama insanın hayatında derin bir iz bırakır. Konversiyonel bozukluk tam olarak böyle bir yerdedir: bedenin, zihnin yükünü artık taşıyamadığı eşikte durur.
Modern psikiyatride Fonksiyonel Nörolojik Semptom Bozukluğu olarak adlandırılan bu durum, nörolojik bir hastalığı andıran fakat organik bir hasarla açıklanamayan belirtilerle kendini gösterir. Yürüyemeyen bir bacak, tutmayan bir kol, kaybolan bir ses ya da aniden kararan bir görüş… Tüm tetkikler “normal” derken, insanın hayatı normal akmaz.
Bu hastalık, çoğu zaman yanlış anlaşılır. Oysa konversiyonel bozukluk bir “numara” değildir; aksine, fazlasıyla ciddidir. Bilinçli olarak üretilmez. İnsan bu belirtileri seçmez. Zihin, yaşananları taşıyamadığında, beden devreye girer. Bu bir bozulma değil, bir çeviridir: ruhsal çatışmanın bedensel dile tercümesi.
Burada soru şudur: İnsan neyi söyleyememiştir? Veya neyin üstesinden gelememiştir de bedeni artık tükenmiştir?
Konversiyonel bozukluk, genellikle uzun süre bastırılmış duyguların, çözülememiş travmaların, yüksek beklentilerin ve sessizce taşınan yüklerin ardından gelir. Güçlü olmak zorunda kalanlar, her şeye dayanmayı öğrenenler, duygularını “sonra”ya bırakanlar bu eşiğe daha sık yaklaşır. Çünkü zihin susmayı öğrenmiştir ama beden bunu bilmez.
Felsefi açıdan bakıldığında bu hastalık, Descartes’ın zihin–beden ikiliğini sorgulayan canlı bir örnektir. Beden, zihnin pasif taşıyıcısı değildir; aksine anlam üretir, tepki verir, sınır çizer. Konversiyonel bozuklukta beden şunu söyler ve beyin kilitlenir; “Buraya kadar.”
Sosyolojik düzlemde ise bu tablo, bireyin içinde yaşadığı düzenle kurduğu ilişkiyi açığa çıkarır. Performans toplumu, güçlü olma miti, acıya tahammül beklentisi. İnsan konuşamadığında hastalanır. Toplumun “ayıp”, “zayıflık”, “abartı” dediği duygular, bir gün sinir uçlarından konuşmaya başlar.
Tedavi, kasları değil anlamı çözmekle başlar. “Neyin var?” sorusu yeterli değildir. Asıl soru şudur: “Ne yaşadın ve bunu nerede sustun?”
Konversiyonel bozukluk, insanın kendine yabancılaştığı noktayı işaret eder. Bu nedenle iyileşme yalnızca semptomların kaybolması değildir; kişinin kendi hikâyesini geri almasıdır. Zihinle bedenin yeniden aynı dili konuşabilmesidir.
Filozof Kırmızısı’nda bu hastalıktan söz etmek, yalnızca bir klinik durumu anlatmak değildir. Bu, çağın insana yüklediği ağırlığı, suskunluk kültürünü ve bedene yazılan hayat hikâyelerini görünür kılmaktır. Çünkü bazen en derin felsefe, yürüyemeyen bir bacağın arkasında saklıdır.
Ne yazık ki 2018 yılının Aralık ayına kadar, yaşadıklarımın bir adı olduğundan tamamen bihaberdim. Uzun süre boyunca çok sayıda tıbbi tedaviden, testten ve incelemeden geçtim. Ancak bütün bu süreçlere rağmen acı, sızı ve şiddetli ağrılar son bulmadı. Hayatım, bir gün yürüyebildiğim, ertesi gün yatağa bağımlı kaldığım belirsiz bir döngüye sıkışmıştı. Zamanla bu hâl, “hayatımın son günleri” hissini beraberinde getirdi.
Ortada marjinal, açıklayıcı bir tıbbi neden yoktu. Doktorlar arıyor, ben bekliyordum. Ama ağrı krizleri gelmeye devam ediyordu. Bu krizler sırasında, morfin türevi kırmızı reçeteli ilaçlar hayatımın merkezine yerleşti. Bir noktadan sonra bu ilaçların bağımlısı hâline gelmiştim. Fiziksel acıya ek olarak, zihinsel bir yıpranma yaşıyordum. İyileşemeyişim düşüncelerime takılıp kalıyor, bu takıntı acıyı daha da büyütüyordu.
En ağır olan ise şuydu: Ömrüm boyunca başkalarına muhtaç yaşayacak olma ihtimali.
Bu düşünce beni kahrediyordu. Çünkü ne yaşadığımı bilmiyordum. Hastalığın adı yoktu, tanımı yoktu, sınırı yoktu. Sadece ağrı vardı. Ve çaresizlik.
Ağrı krizlerinden tamamen tükendiğim bir dönemde, doktorlara adeta yalvardığımı hatırlıyorum. İşte tam bu noktada, aile dostumuz olan çok değerli bir profesörün yönlendirmesiyle İstanbul’da bir psikiyatri hekimiyle görüşmeler yapmaya başladım. Bu görüşmelerin ardından, bir hastaneye yatışımın kabul edilmesi için gösterdiğim ısrar ve çaresizlik sonuç verdi. Artık başka bir seçeneğim kalmamıştı.
Ne gurur yaptım ne de kibir. Bu süreci, sosyoloji alanında bir saha çalışması gibi düşünmeye karar verdim. Krizi, anlamaya çalıştığım bir deneyime dönüştürdüm. Girdiğim ortam benim için tamamen yeniydi; alışık olmadığım bir düzen, farklı hikâyeler, başka acılar vardı. Ama iyileşme umuduyla, önüme çıkan her şeyi kabul ettim.
İki haftalık yatış sürecinin sonunda, yapılan değerlendirmeler sonucunda tanım netleşti ve bu tanıyla taburcu edildim. O iki haftada biriktirdiğim anılar, gözlemler ve içsel çözülmeler ise başlı başına anlatılması gereken bir başka bölümdür. Şimdilik konuyu dağıtmamak adına, o süreci burada bırakıyorum.
İnanın arkadaşlar bu kitabı bu satırları yazmak benim için gittikçe zorlaşıyor. Yaşadıklarımı hatırladıkça, aynı şeyleri hissediyorum. Hatta ağlıyorum. Çok üzülüyorum. Malesef üstü kapalı geçtiklerim de var. Umarım kalbinizde bana da yer olur ve kendi hayatınıza daha objektif bir açıdan bakıp halinize şükredersiniz. Kim ne yaşadı bilmiyorum ama benimki bayağı zordu.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.