Ben Arifiye Köy Enstitüsü’nde okurken gezmek için İstanbul’a gittiğim dönemde çok kez İstanbul Validebağı’ndan Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne gitmiştim. Validebağı’nda konaklamak suretiyle yatarken vapura binmeye giderdim. Yıl 1953 idi. Adapazarı’ndan trenle İstanbul'a gi-diyordum. İstanbul'u, denizi ilk defa görecektim, seviniyordum. Trenin penceresinden geçtiğimiz yerlere tecessüsle, yani merakla bakıyordum. Bütün gün bozkırlar içinden geçmiştik, yadırgadığım bir manzara görmeden karanlık çökmüş akşam olmuştu.
Ertesi sabah ortalık ağarınca pencereye doğruldum. Gözlerime ilişen manzara şaşırtmıştı beni, büyülemişti sanki... Arifiye'ye veya Sapanca'ya doğru ilerliyorduk sanıyorum. Yeşillikler içinden geçiyorduk. Trenimizin kıvrıla dolana ilerlediği vadiyi ve iki yanından yükselen sırtları yamaçları örten ağaçların, çalıların yeşilliği bir gün önceki bozkırlar gibi değil, değişikti. Bu benim görmediğim, bilmediğim bir başka güzellikti. Gece karanlığından sabah ışığında birden karşıma çıkıveren, o zamana kadar tanımadığım bu yeşil dünyanın bendeki şaşırtıcı izlemini hâlâ hoş ürperti ile hatırlarım. Ama bir gün öncesine göre Anadolu'nun o kesimindeki bu değişiklik nedendi? Bunu düşünmüş olacağımı sanmıyorum, hatırlamıyorum. Gel zaman git zaman Anadolu'nun her yerini geze gözetleye anladım ki memleketimizin her kesiminin ayrı bir özelliği, nasıl söyleyeyim, her bölgesinin ayrı bir ruhu var... Öyle bir şey ki ne elle tutulur, ne gözle görülür, kimi zaman toprağın altındaki su gibi derinlerde ya da havadaki buğu gibi dağınık ve yükseklerde, kimi zaman yaptığından ettiğinden belli olan bir kuvvet ya da yansımasında ışıldayan bir ışık, kimi yerlerde belki bir buğday başağında, belki bir pamuk kozasında, belki de bir yavşan otunun kokusunda, belki bir köknarın koyu, bir kayının açık yeşilinde, belki de bir koyun maviliğinde... Çünkü her koyda deniz bir başka mavi. Bu ruh, yitirilmemeli, memleketle birlikte ebede kadar yaşamalıdır. Zira cennet gibi memleketimizi ancak bu ruh ebede kadar yaşatacaktır. Bunları düşünürken Haydarpaşa Garı’na geldiğimizi fark ettim. Oradan iskeleye geçerek vapura binebilmek için 25 kuruşluk uzunluğu fazla olan bir tane bilet aldım. Şimdi işittiğime göre Haydarpaşa Numune Hastanesi’ni Araştırma Hastanesi’ne çevirmişler. Şu anda genç olsaydım da şimdi oralara tekrar gitseydim. O tarihte beni İstanbul’a taşıyan otobüsün içinde koltukların arasında gidip gelen muavine bitmek bilmez heyecanımla sordum: ‘‘İstanbul’a geldiysek niye inmiyor millet? Niye gitmiyor bu otobüs?’’ İstanbul’a ilk gelenlerin garip sorularına alışmış olduğu yüz halinden anlaşılan muavin gülümseyerek: ‘‘Vapurda karşıya geçeceğiz.’’ dedi. Otobüs nihayet harekete geçip vapura girdi. Araba vapuru denize açılınca birdenbire korkudan bildiğim duaları okumaya başladım. Çünkü vapura giren otobüsün pencereden masmavi deniz görünüyordu, otobüs denizde gidiyor hissini veriyordu insana. Sonunda diğer yolcularla birlikte aşağıya indim ve yine onları takip ederek güverteye çıktım. Etrafa bakınca doğrusu hayretimi zor saklayabilmiştim zira sislerle örtülü masmavi denizin üzerinde giden bu koca vapur köyümdeki evlerden, köydeki ilkokulumdan, hatta Alaşehir Ortaokulu’ndan bile daha büyüktü. Denizin üzerinde bindiğim vapur gibisi, hatta daha küçüğü, daha büyüğü dahi vardı. Hele bir motorun, denizin karnını deşerek bir bıçak gibi gidişini izlerken hayretler içinde kalmıştım. Sonra güvertede süratli davrandım ve kamaraya çıkarak bindiğim vapurun dümenindeki kaptanını buldum ve ona Arifiye Köy Enstitüsü’nde talebe olduğumu söyledim. Çünkü başka yolcuların olduğu gibi benim gideceğim net bir adres yoktu ve İstanbul’un gezilecek her tarafını bir gün içine sığdırmak istemiştim. İşte o anda vapurun kaptanı bana: ‘‘Delikanlı sen hiç inme, neticede Anadolu çocuğusun. Her zaman İstanbul’a gelme imkanın olmayabilir.’’ dedi. Vapur önce Karaköy’e gitti sonra Validebağı’na geldi. Vapura binerek İstanbul’u baştan sona gezdim, turladım. Vapurun yaşlı kaptanı bana döndü ve: ‘‘Delikanlı, vapurun gideceği tüm hatlara seni götüreceğim, keyfini çıkarmaya bak.’’ dedi. Bu arada Sirkeci açıklarında vapur şamandıraya bağlandı. Etrafımızı yüzlerce sandal aldı. İkindi vakti kayıklarla Unkapanı’na çıktım. Bu şekilde sadece vapur turuyla sınırlı kalmayacak olan ve Adalar’ı da içine alan İstanbul serüvenim başlamış oluyordu. Bindiğim kayığı kullanan ve arasına İstanbul Rumcasından kelimeler serpiştirilmiş peltek bir Türkçeyle konuşan tonton yanaklı bir kayıkçı amca, sandalın kıçındaki koltuğu suya bıraktı. Gözü ipte, küreklere asıldı. On dakika sonra arkamızdaki adayı da göremez olduk. Tam o esnada ayna gibi güneşli hava biraz biraz bozmaya başladı ve yarım saat sonra da biraz bulut git gide bastırmaya başlamıştı. Çok geçmeden biraz sis de kaplamaya başladı etrafımızı... Uzaktan uzağa vapur sesleri, sağımızdan mı gelir, solumuzdan mı? Pek fark edemiyorduk. Yakınlarda, pek yakınımızda bir hışırtı da duyar gibi olduk. Hiçbir şey göremedik ama... Bir vapur sanki burnumuzda gibi acı acı öttü. ‘‘Geri mi dönsek acaba?’’ dedim. ‘‘Geri dönemeyiz artık delikanlı!’’ dedi yaşlı kayıkçı. Şaşırmıştım büsbütün. Sen denizdeki ipe göz kulak ol, sağa sola oynamasın. On dakikaya kalmaz Büyükada’dayız. İçimi sevinçle bir korku sarmıştı. Yolunu şaşırmış bir vapur bindirebilirdi. Yakınlardan pat pat sesi gelen motor, bizi alabora edebilirdi. Bağırsak üç metreden bizi gören olmazdı. Ses sağdan mı, soldan mı, yandan mı gelir fark edemezlerdi. Tam o esnada Büyükada’dan bir çocuğun haykırışı duyuluyordu. Aynı esnada ince bir kadın sesi de, sesin içinden bir şeyler alarak kulağımızın dibinde anlaşılmaz şeyler mırıldanıyordu. Kayıkçıya dönüp: ‘‘Bir şey göremez oldum.’’ dedim. ‘‘Fena bastırdı.’’ dedi. ‘‘Ne yapacağız?’’ Kayıkçının küçük mavi gözleri, üç günlük parlak beyaz sakalı arasında ışıldadı. Kırmızı yanaklarında bir gülümseme, bir şaşırma, bir alay "elma"sı parladı. Bana doğru baktı. Sorumu yadırgayarak: ‘‘Ne demek ne yapacağız?.. Gidiyoruz ya işte!’’ deyiverdi. Ama bir şey görmüyoruz ki. ‘‘İpi görüyor musun sen, ona bak. Ben onu da görmüyorum.’’ ‘’Görüyorum.’’ ‘‘Dikkat et!’’ dedi. ‘‘Sağa sola oynamasın. Onu da göremezsen işte o zaman halimiz duman!’’ ‘‘O zaman ne oluruz?’’
‘‘Ne oluruz?’’ diye kendi kendine sorar gibi sordu. Sonra, ‘‘Hiç!’’ diye cevap verdi. ‘‘Ne kadar yer ki karşı ada. Bize vız gelir tırıs gider.’’
Elbet buluruz. Bulamazsak ses duyarız.
‘‘Duymazsak, sis açılsın diye bekleriz canım.’’
‘‘Peki duymazsak ne yapardın delikanlı?’’
Kulak verdim. Hayır ses seda gelmiyordu. Aradan biraz daha vakit geçti.
Cevap vermeden üç beş kürek daha çekip arkasına dönüp baktı.
Bir dakika kadar hiçbir şey göremedim. Sonra harikulade bir manzara başladı. Serap kelimesinin Türkçesini bilmeme rağmen halk diliyle konuşmak en büyük kırmızı çizgim olduğu için bu kelimeyi kullanmamakta da, duymamakta da var olan kararlılığımı korudum.
Evvela kırmızıların, sonra sarıların, sonra koyu esmerlerin, sonra daha açık esmerlerin göğün içinde parça parça, renk renk, silik silik... Sanki yeni yaratılıyormuş gibi bir toprak, bir kara oyunu başlamıştı. Her şey, daha doğrusu her renk soluk, silik, kabından taşmış, yayılmış bir halde büyüye büyüye, şeklini bulup bulup kaybederek, bir şey olmaya çalışıyordu. Önümüzde uçuk, manasız, hatta garip renklerle boyanmış bir duvar vardı. Bu duvarın boyunca sürü sürü ressamlar mücerretten müşahhasa, kaostan şekle doğru giden bir oyundur oynuyorlardı.
‘‘Aman’’ dedim kayıkçıya, ‘‘Bu ne hoş şey böyle? Ne acayip oyun bu?’’
O da baktı arkasına. Güldü.
‘‘Güzel.’’ dedi ince bir tebessümle.
Tabiat, bir Van Gogh dehasıyla önümüze çizilivermişti. Şimdi Kınalı'nın bu yamacı hacimsiz bir şekilde, düz bir satıh gibi kayaları, renk renk toprakları, yeşili, beyazı, kiremit, gri rengiyle sisin içine büyük bir pano, devasa bir Van Gogh gibi asılmıştı. Birden değişiyor, bozuluyor, oyun devam edip gidiyordu. Bir sis parçası yerinden süratle kalkıp bir rengi yavaş yavaş güçlükle bozuyor, siliyor, kalktığı yeri açıyordu. Açıyordu ama şekiller hâlâ hacmini almamıştı.
Vapurlar hâlâ acı acı sesleniyorlardı. Bir motor tam burnumuzda peydahlandı.
‘‘Rastgele!..’’ diye bağırdı o hengame içinde biri.
‘‘Eyvallah!’’ dedik.
‘‘Burgaz uzak mı? dedi ses. Tam burnunuzda.’’ dedi kayıkçı...
Motor bir rüyanın içine eriyormuş gibi karıştı. Ta yanımızdan bir harp gemisi, hışımla geçti. Onu o sisli ortam saniyesinde emdi.
Daha atar atmaz iri bir iskorpit parmağımı çekercesine yemi kaptı. Oltaya asıldım.
‘‘Hah şöyle!’’ dedi kayıkçı. ‘‘Bizim asıl işimiz bu. Neme lazım bize sis, resim, biz ekmek paramıza bakalım.’’
Balığı sandala alınca:
‘‘Sen ver bana onu delikanlı!’’ dedi, ‘‘Ben çıkarayım onu, iğneden geçtim, bir yerini vurur.’’ diye devam etti. O gün kayıkçı ile o dev gibi, durmadan değişen Van Gogh tablosunu çağrıştıran manzarada, bir sürü sperka, hanos, iskorpit yakaladık. Sis açıldı, kapandı. Renkler ve şekiller büyüdü, küçüldü. Sesler acı acı, tatlı tatlı, garip garip ötüştü, bağrıştı. Sonra güneş ve imbat, sisleri önüne katarak sürüp götürdüler. O zaman, kendimi hikâye ve masaldan sıyrılmış bir halde, küçük bir sandal içinde tenha bir kayanın beş on metre ötesinde ekmek parası için dünyanın, İstanbul'un bir kayasının, denizinin bir sandal parçasında saydıklarım gibi mesut buldum.
Bu uğraşı içinde sonunda adaya çıkarma yaptığımızda bana bu tatlı oyundan ayrılmak çok zor geldi. Bu yakaladığımız balıkları satın almak istesem de cebimdeki meteliklerin yetmeyeceğini düşünürken kayıkçı bana ‘‘Delikanlı bütün meteliklerini niye buna veresin, neticede Anadolu çocuğusun. Her zaman İstanbul’a gelip de bu balıkları görme, yakalama imkanın olmayabilir. Seç en güzellerini, bu adada çok güzel balık yemekleri hazırlayan duayen bir balık tutkunu gurme var. Gelen giden yerli ve yabancı misafirler senin gibi böyle şeyler yaptı mı bunları o adama pişirtip yemeden gitmezler İstanbul’dan’’ dedi. Sonunda o meşhur gurmeyi buldum ve bu meşhur gurmenin ahşaptan evini adeta bir balık restoranına çevirdiğini gördüm. Başka misafirler de vardı ve aralarında karides güveç yaptıranlar falan olmuştu. Ben de güvecin kokusuna bayılmıştım ve yakaladığım balıkların güvecini bu usta, kurt gurmeye yaptırdım. Hiç hayatımda o güne kadar böyle lezzetli balıklar yediğimi hatırlamıyorum.
Yemeğimi bitirdikten sonra Büyükada’da gezintiye çıktım. Akakça sokağının yukarısında, ormana doğru tırmanmaya başladım. İçimden ‘‘Allah’ım ben öldüm de cennete mi düştüm? Bu ne huzur veren harika bir manzara...’’ diye düşündüm.
Sonra şehre geri döneceğim vakit o kayıkçıyı tekrar buldum. Artık adadan geri dönüş vaktiydi. Şehre döndüğümüzde bir sürü maceralar geçirdiğimiz kayıkçıdan ayrılmak hiç kolay olmayacaktı.
İstanbul serüvenim böylesine dolu dolu geçmişti ki ben bu serüven esnasında İstanbul’un fethinin kutlandığı merasimlere de tanıklık etmiştim. İstanbul’un 500.fetih yıldönümü kutlamaları yapılırken ben de oradaydım. Kutlamalar esnasında askeri geçit vardı ve askerler: ‘‘rap, rap’’ diye yürüyorlardı. Farklı yönlere dönüp yürürken kafalarındaki başlığın boyun kısmı havaya kalkıyor ve güneşli havada kapkara olmuş yüzlerin altında başlığın boyun kısmı sayesinde güneş ışınlarının vurmamasından dolayı bembeyaz kalmış boyunları görünüyordu. Tam o esnada farklı bir yol ağzından gür sesler geliyor, davullar çalınıyor, kösler vuruluyor, ‘‘Allah Allah!’’ sesleri etrafa yayılıyordu. Gayri ihtiyari biçimde hayretle seslerin geldiği yöne doğru bakıyordum. Muntazam sıralar halinde, iri ve uzun boylu, gür bıyıklı, sarıklı, allı yeşilli elbiseleri içinde, ellerinde yeşil sancak ve çoğunu da ilk defa gördüğüm çeşitli müzik aletleri, dillerinde ‘‘Allah Allah!’’ sesleriyle binlerce insanın alkış ve tezahüratları arasında mehter takımı geçiyordu. Kendimden geçmiş, tarih derslerinden öğrendiğim ve resimlerini gördüğüm Fatih’in, Yavuz’un ve Kanuni’nin askerleri gelmiş zannıyla ve heyecan içinde çarpan kalbimle, ellerim kızarıncaya kadar alkışlamıştım. İstanbul’un 500.fetih yıldönümü kutlamaları vesilesiyle şahit olduğum bu hadise, en güzel hatıralarımın başında gelmektedir. Mehteri ilk defa görmem ve dinlemem, o zaman olmuştu. O günden beri ne zaman ve nerede mehter marşları çalsa veyahut mehteran takımı görsem, adeta kendimi Sultan Muratların, Sultan Selimlerin, Sultan Mehmetlerin, Sultan Süleymanların ordusunda zanneder, mehterin coşkun havasına kendimi kaptırırım. Mehtere olan bu arzum ve aşkım hiç bitmedi. O gün İstanbul’un fetih kutlamalarının yapıldığı esnada merasimleri beraber izlerken tanıştığım bir yaşlı bey amca bana İstanbul Davutpaşa Kışlası’nın aşçısı olduğunu söylerken ben de Arifiye Köy Enstitüsü’nden geldiğimi ve İstanbul’u gezmek için geldiğimi söylemiştim. O vakit yaşlı bey amca bana: ‘‘Delikanlı, sen her zaman İstanbul’a gelemeyebilirsin. İstanbul’a gelmiş olan kaç tane Anadolu genci gördüm, tanıdım. Davutpaşa Kışlası’nı gezdirmeden onları memleketlerine yollamadım. Çok önemserim yani. Sana da görmeni tavsiye ederim. Ben teklif ediyorum. Gelmez ayağına bir daha böyle teklif.’’ deyince ben de yaşlı bey amcayı kıramadım ve adamın peşi sıra takılıp Davutpaşa Kışlası’na gittim ve içini gezdim. Gerçekten yaşlı adama hak vermiştim ve onu dinleyip kışla turu yaptığım için pişmanlık duymadım. Köyüme geldiğimde babama İstanbul Davutpaşa Kışlası’na gittiğimi söylediğimde bana: ‘‘Yahu askerliğimi ben orada yaptım.’’ cevabını verdi. Ve İstanbul’dan ayrılıp Arifiye’ye dönmek zorunda olduğum günden bir gün önceki sabah kalktığımda İstanbul Validebağı’ndan altıda çıkıp bir Beyoğlu turu yapmak ve daha sonra da Sirkeci Garı’na gidip ertesi gün tren yolculuğu için bilet almak istemiştim. Ne de olsa iki gün sonra Arifiye Köy Enstitüsü’nde sabahleyin dersim vardı ve mecburen yarın Adapazarı’na geri dönecektim. Yolda yürürken önümden süratle geçen bir tramvay, rayları üzerinde salına salına, havadaki elektrik tellerinden kıvılcımlar saçarak ilerliyordu. Tramvay hareket halindeyken tramvaya atladım ve soluk soluğa sahanlıkta durdum. Hasbelkader binebildiğim tramvaydaki biletçi, yazın en kavurucu günlerinin başladığı mayıs sonlarında tramvayı kaçırıp şehir içinde gidebilmek için sıcağın bağrında başka vasıta arayışında olmanın yağmurda tramvayı kaçırmaktan daha kötü bir şans olduğundan söz ederek tehlikeli bir iş yaptığımı ve dikkatli olmamı söyledi bana. Tramvayın zangırdayan pencereleri insan selinden adeta iğne atsan yere düşmeyecek denli kalabalık olup adeta insan dalgasının kıyılara vurduğu insan okyanusuna dönen Beyoğlu’nun içinde göz kırpar gibi bir pozisyondaydı. Kuşluk vaktine yaklaşırken yola koyulduk. ‘‘Her zamanki kıyamet!’’ diyerek biletçi kolu çekti. Dan dini dan dan Çekilin yoldan Vatman geliyor Çok uzaklardan. Ne kadar uzaktan? Tünel’den Taksim’e, Taksim’den Tünel’e. İçinden tramvay geçen bir masalı vardı bir zamanlar İstanbul’un… Bir değişimin masalı… Bu masalın bir yerinde iki atla çekilen aracın eli kırbaçlı bir arabacısı, bir de borusunu bazen tramvayın basamaklarından, bazen de inerek önünden öttüre öttüre yol açan vardacısı. ‘‘Burada benim borum öter!’’ tabiri herhalde o günlerden kalma bir söz. Benzin ve mazotla işleyen araçlar kullanıma girene kadar İstanbulluyu Sirkeci-Aksaray, Taksim-Pangaltı, Karaköy-Beşiktaş hatlarında taşıyıp durmuş. Alayköşkü mevkiine gelindiğindeyse Gülhane önünden Divanyolu’nu çıkabilmek için iki at daha ilave edilir, yokuş ancak dört atın azmiyle çıkılırmış. Bugün İstanbullu için bir avuç yolcusuyla Tünel-Meydan arası gidip gelen tramvayın ne ifade edebileceği şüphesiz tartışılabilir bir mevzudur. Üzerinde tartışılamayacak bir husus, bu tramvayın modern İstanbul’un yakın tarihini yaşamış, o günlere şahitlik etmiş olmasıdır. Şehrin yalnızca bir süsü mü! Çoğumuzun hayatında hatıralara karşılık gelen bir sıcaklığı var. Kırmızı Tramvay gençlik çağlarımız, umutlarımız, arzularımız… Sadece İstanbulluların değil bütün insanımızın İstanbul’a ilişkin dağarcığında belli bir yeri olması bu küçük aracın yüklendiği veya bizlerin ona yüklediği büyük manalar, beklentiler yüzünden… Beyoğlu’nun kırmızı tramvayı öyle bir tramvay ki Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlemesinin, değişiminin her safhasında bir hatıralar geçidi olmuş, yakın tarihimizin kimi zaman coşkuyla kimi zaman da hüzünle yıkanan raylarında unutulmaz satırlar halinde gidip gelmiştir. Tıpkı çalışmaktan, gidip gelmekten usanmayan bir şaryo misali… Tünel’den İstiklal Caddesi boyunca arada bir çanını çalarak acelesiz yol alışı, yolcularının her birinin birbiriyle hiç alakasız beldelerden, bölgelerden gelerek seferi deneyişi küçük bir tarih gezisini andırıyor. İçindeki herkes modern Türkiye’nin yarınlarına doğru seyahatteler gibi… Kırmızı tramvay: Nostalji olsun diye sefere konulmuş, amma nostaljinin çok önünde yol alan bir hevesler-umutlar-arzular taşıyıcısı… İstanbul’un 1800’lü yıllarında önce atlar tarafından çekilen bu güzel vagonlar Balkan Harbi sebebiyle bir ara seferden kaldırılmış. Çünkü atlar o sırada ordunun ihtiyacıdır ve şirketten satın alınır. Bizde Batı’ya nazaran her yeniliğe çok geç kalındığından şikayet etmek adet olmuştur ya, New York’ta tramvay 1842’de, Paris’te 1854 yılında kurulmuş. 1869’da bizde ilk defa Tophane-Ortaköy arasında başlamış. Bu bilgiyi göz önünde bulundurunca, o yıllarda Batı ile aramızdaki mesafeyi kapama yönünde bariz bir çabanın olduğu anlaşılıyor. Öyle bir çaba ki ilk hattın bağlandığı mıntıkalardan biri Ortaköy: Dolmabahçe Sarayı önünden geçilir; diğeri Tophane: Galatasaray’ın hemen alt tarafı… Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bizim topraklarımız üzerinde bir o cephede bir bu cephede patlak verirken bir yandan da bu hatların kurulmasına, geliştirilmesine çalışılmış. Bugün bu nostaljik tramvayın zihniyet yapımızı yönlendirilmesi açısından önemi büyüktür ve yeniliklere daima açık oluşumuzun bir nevi işareti, remzidir. Bu istek ve iradenin bir simgesi olarak Taksim-Tünel tramvayı sosyal yaşantımızda gelenekten moderniteye evrilişimizin lokomotifliğini gerçekleştirirken bir yandan da batılı anlamda resmimizin, edebiyatımızın, müziğimizin üzerinde çok önemli tesirleri olmuş, pek çok romanımıza dekor teşkil etmiştir. Çınlayan sesi, parke taşları üzerinde kırmızı bir tırtıl gibi yol alışı ve yanımızdan madeni bir tıngırtıyla geçip gitmesi bize canlı, kıpırtılı bir hayatın içinde olduğumuzu hatırlatır; yemek salonları, kafeleri, sinemalarıyla bizi canlı bir yaşayışa davet eden Taksim’de hayatın somut bir hale bürünmüş halidir. Kırmızı kırmızı günümüzün içinden geçer gider… Biz ona baktığımızda, İstanbul’un hem en keyifli hem de en dertli günlerini hatırlarız. Kolay değildir. Oldum olası hareketin, süreçlerin içinden geçer durur. Savaşı da bilir, barışı da… Güzeli de bilir, çirkini de… İyiyi kötüyü görmüş, yeniyle eskiyi bir arada yaşatmış, gencine de yaşlısına da hatırlatacak dünya kadar hatırası var. Tramvay Şirketinin (o zamanki adıyla kampanyasının) ilk kurulduğu yıllara dair yazılıp çizilmiş, günümüze kadar gelmiş matbuatın içinde en dikkate değer olanı Basiretçi Ali Efendi’nin yazdıkları görünüyor. Zira İstanbul’un trafik keşmekeşinin hangi temellere dayandığının ip uçlarını da o satırlarda bulabiliyoruz. İşin hakikatinde bizlerin millet olarak tabiatla daha içli dışlı olmaya yatkınlığımız, mekanik düzenlemelere karşı fazla iltifatkâr olmadığımız meselesi yatmakta… Evet yeniliklere açık, hevesli bir milletizdir lakin alışkanlıklarımızdan da pek kolay vazgeçemediğimiz de malum… Tramvayla yola koyulduğumuz esnada bıyıklı, uzun boylu bir polisle bir kız bindi duraktan, ikisinin de gözlerinden uyku akıyordu. Arkalarından yaşlıca, sivri ve buruşuk suratlı, çorapları dizlerinde büzüşmüş halde ve sol gözü hareketsiz, hiçbir şey görmüyor haldeyken sağ tarafının beyazı ile göz kapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuş haldeki bir kadın sağ elinde bastonuyla ayakta durmaya çalışır bir halde sol elini de önüne doğru uzatmış bir halde önünü fark etmeye çalışıyordu. Yaşlı ve kör kadın ağır adımlarla kendine yol açıp öne doğru ilerlerken biletçi: ‘‘Böyle iki gözü de görmeyen, yaşını başını almış bir kadının bu insan selinde boğulma pahasına postaki sayması ne kadar ayıp ve utanç verici bir şey. Bu kadının çoluğu çocuğu torunu tosmalağı yoksa yanında hiç eşi dostu da mı yok!’’ dedikten sonra bana baktı: ‘‘Ne var ki, haksız mıyım?’’ Tam o anda bilet parasını vermek için davranıp cebimdeki parayı çıkarıp biletçiye verecektim. Ben de: ‘‘Sakin ol dayı, herkes sen ben değil!’’ diye kendine hakim olamayan biletçiyi teskin etmeye çalıştım. Biletçi de sinirli sinirli cevap verdi: ‘‘Olmaz yeğenim, herkes sen ben olacak, olmaya mecburdur, insanlık bunu gerektirir. O zaman bir hayvandan, odundan farkımız mı kalır?’’ Ben yine de sakin kalmaya çalışarak: ‘‘Dayım, kimse bizim gibi olmak zorunda değil, keşke herkes bizim gibi olsa dünya bir cennet olur ama o zaman da cennet-cehennem diye kavramlar olmazdı. Burası geçici değil ebedi alem olurdu.’’ diye kah ilahiyatçı kah insan bilimcisi gibi cevap verdim. ‘‘Bana din adamı gibi, filozof gibi konuşma delikanlı! Öbür dünya dene dene, cennet-cehennem dene dene biz bu dünyada cehenneme mahkum olduk!’’ dedi bana karşı tersleyici bir tavırla. ‘‘Öyle deme dayı, günaha girersin! Ben din alimi değilim, filozof da değilim. Sadece gerçeği söylüyorum!’’ dedim yine de üslubumu bozmadan ama bir yandan da sinirlenmeye başlamıştım. Biletçi de ne cevap verse beğenirsiniz! Marazlı bir tavırla bana karşı sarı dişlerini göstererek gıcırdattı ve: ‘‘Sen o gerçekleri kendine sakla, bilgiç ergen!’’ diye beni azarladı. Bu kez sinirlerimi çok bozmuştu biletçi. Adeta kıpkırmızı kesilmiştim. O anda kendime hakim olamayarak biletçinin çenesine dehşetli ve sağlam bir yumruk salladım. Sersemleyen biletçinin gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olmuştu. O andan sonra kendimi tramvaydan dışarıya zor attım. Tramvaya bindiğim gibi 25 dakika sonra inmem bir olmuştu. Ama yürü yürü çok yoruluyordum. Ağız tadıyla bir şehri turlayamamıştım. Hızla yürüyüp bir köşede sığınarak biraz soluk aldım, sonra dura dinlene hareket etmeye çalıştım. Bu arada önümden vızır vızır gelip geçen otobüslere bakıyordum, içleri tıklım tıklım doluydu, iğne atsan yere düşmeyecek gibiydi. Bir de envai çeşit insan var, adamın başı mutlaka ki belaya girer diye düşünmüştüm ve ayağımı şehri turlamak için minibüsten başka ayağımı yerden kesecek başka vasıta da yoktu. Bir türbenin köşesinde durdum. ‘‘Harbiye!..’’ Dolmuş şoförleri başlarını çevirmeye bile tenezzül etmiyorlardı. Hem yürüyorum, hem başım arkada dolmuşlara bakıyorum. ‘‘Harbiye!..’’ Şoförler, ‘‘O kadar uzak yerde ne işin var?’’ gibilerden bakıp bakıp geçiyorlar. Cağaloğlu’na geldim, saat dokuzu on geçiyor. Arabalar vızır vızır ama, tıklım tıklım dolu, ‘‘Harbiye!..’’ Yüz veren şoför yok. Çeyrek saat bekledim. Daha yirmi otuz kişi bekliyor. Beklemekle olmayacak. Bari ters dönüp Beyazıt’a gitmeli. Orada boş araba falan varsa belki binebilirim. Yolda bildiğiniz dalga makara geçmeye başlamıştım adeta. Belediye Başkanı olduğumu hayal ediyorum. Yeni yollar açıyorum, yolları genişletiyorum. Demir yolu raylarının kah yer altına alınması, kah şehir dışına taşınması gibi projeler üzerinden hükümetle, bakanlıkla istişareler yapıyorum. En dar yol kırk metre genişliğinde, tramvayları kaldırıyorum. Yeni otobüsler, troleybüsler işletiyorum falan filan diye düşler kurarken Beyazıt’a gelmişim. Dolmuş durağında şoförler: ‘‘Sirkeci!.. Bir iki…’’ diye bağırıyorlar. ‘‘Harbiye!..’’ Şoför, hakarete uğramışçasına suratıma ters ters baktı. Saat ona çeyrek var. Dolan araba gidiyor. Düşündüm, bütün bu adamlar Sirkeci otellerinde oturmuyorlar ya… Demek Sirkeci’den aktarma edip, yukarı çıkıyorlar. Şoförün biri: ‘‘Sirkeci!..’’ der demez daldık. Arkaya altı kişi birden girmişiz. Şoför, ‘‘İdare edin!’’ dedi. Zaten memleketimizde herkes idareci… Tek gidelim de, ziyanı yok dört kişi değil, altı kişi oturmaya razıyız. Babıali yokuşunun dönemecinde bir kadın, ‘‘Sirkeci!..’’ diye seslendi. İyi kalpli şoför; ‘‘Yazıktır, şu kadını da sıkıştıralım!’’ dedi. Bazı şoförler de çok merhametli oluyorlar. Kadını kucağımıza aldık. İki adımlık yer için insan dolmuşa biner mi? Biniyor işte… Şoför bizi tramvay yoluna boşalttı. Yolculardan biri itiraz edecek olunca, onu da: ‘‘İki adım yürürsen ölür müsün? Zaten kabahat bizde, sizin gibisini arabaya alıyoruz!’’ diye tersledi. Sirkeci durağı adeta mahşer yeri gibiydi. Gar saati on buçuk… Sinir olmuştum bu duruma ve hınçla minibüsten inip bari yarın trene bilet almak için gar binasına intikal etmek istedim ama orada da yer kalmadığını öğrenince hayal kırıklığı yaşadım. Bari gün bitmeden bir Kapalıçarşı turu yapayım diye düşündüm ve soluğu bir hamleyle Kapalıçarşı’da aldım. İstanbul Kapalıçarşı'da karşılaştığım manzara aynen şuydu: Misk gibi kokar kapalı çarşılar, serin ve renkli yerlerdir. Her zaman için algılayacağı hoşa gider bir koku vardır burnunuzun ve koku dükkânlarda sergilenen mallar değiştikçe değişir. Dükkânlarda isimler, tabelalar göremez, vitrin denen şeyle karşılaşmazsınız. Satılık her şey açıkça sergilenir ortada. Satılığa çıkarılan malların fiyatları asla bilinmez, ne fiyat etiketleri iliştirilmiştir üzerlerine, ne de fiyatlar sabittir. Aynı malın satıldığı bütün dükkân ve barakalar birbirinin hemen yanıbaşında yer alır; yirmisi, otuzu, hatta daha fazlası bir arada bulunur. Bir çarşı görürsünüz, baharat satılır içinde; bir çarşı görürsünüz, deri, ürünleri satılır. İpçilerin yeri ayrıdır, sepet örenlerin yeri ayrı. Halıcılardan bazısı, kubbe biçiminde yüksek tavanlı geniş mağazalara yerleşmiştir; başlı başına bir kentin önünden geçer gibi yürüyüp geçersiniz önlerinden ve anlamlı seslenişler sizi içeri buyur eder. Kuyumcular, kendilerine özgü bir avlunun çevresine dizilmiştir, daracık dükkânların pek çoğunda iş başında çalışanlar görürsünüz. Aradığınız her şey vardır çarşılarda; ama aynı mal bir değil, birden çok dükkânda aynı zamanda satışa sunulur. Bir deri çanta mı almak istiyorsunuz, yirmi değişik dükkânda sergilendiğini görürsünüz, dükkânlardan biri de ötekisine bitişiktir. Dükkân sahibi malların ortasında çömmüş oturur. Sattığı mallar hemen elinin altındadır, çünkü fazla yer yoktur dükkânda. Deri çantalardan birine erişebilmek için ayaklarının üzerinde dikilip uzanması gerekmez; pek yaşlı değilse, müşteri karşısında yalnızca nezaketen doğrulup kalkar ayağa. Ama dış görünüşü pek değişik öbür dükkânlardaki adamlar da ayni malların ortasında oturur. Üstü kapalı çarşının her iki yanında, belki yüz metre boyunca aynı manzara sürüp gider. Türkiye’nin, hatta bütün Ortadoğu’nun belki de en eski ve en ünlü bu kapalı çarşısında deriden yapılmış ne çok mal varsa, adeta hepsi birden müşterilere sunulur. Malların bu çeşit sergilenişinde hayli bir gurur saklı yatar gibidir. Ne tür eşyaların üretilebildiği gözler önüne serilir böylece, ama aynı maldan elde ne çok bulunduğu da yine açığa vurulur. Çantaların kendileri de bir servet oluşturduklarını bilirler sanki, süslenip püslenerek iki bakışlarına kendirhem bir çekirdek çarşıdan gelip geçenlerin bak dilerini buyur ederler. Ansızın ritmik devinimlerde bulunmaya kalksalar, tüm çantalar ilgili devinimlere katılsa da bir cümbüş havası içinde raksedip önlerinden gelip geçenleri baştan çıkarmak için bütün numaralarını ortaya dökseler, hiç de şaşırtıcı bir şey sayılmazdı bu. Öbürlerinden ayrılmış olarak topluca bir arada bulunan aynı türden eşyalardaki loncalara özgü birlik ve beraberlik duygusu, çarşıdan her geçişlerinde müşterilerin o an içlerinde esen havaya göre yeniden dirilip canlanır. «Bugün baharat çarşısına gideyim», der insan kendi kendine, çeşitli kokulardan oluşan harikulâde bir rayiha burnundan içeri dolar, kırmızıbiberle dolup taşan kocaman seleleri tam Eminönü Mısır Çarşısı’nın içinde kaybolmuşken hemen önünde görür. Yapımı 1597'de başlayıp 1664'te tamamlanan Mısır Çarşısı, ziyaretçilerini masalsı bir yolculuğa çıkarır insanı... Sonra o kişi «Bugün de boyanmış yün alayım», diye geçirir içinden ve kendini dört bir yanda asılı duran yünlerin ortasında bulur, erguvan rengi, lacivert, güneş sarısı ve siyah yünler sarkar yukarılardan. Bir başka gün de: «Sepetçiler çarşısına gideyim, bakayım sepetleri nasıl örüyorlar», der. Böyle bir düzenlemenin insan elinden çıkmış eşyalara kazandırdığı onurun büyüklüğüne şaşılmayacak gibi değildir. Her zaman güzel oldukları söylenemez sergilenen eşyaların; giderek makinelerce üretilip Kuzey ülkelerinden ithal edilen ne idiği belirsiz nesneler, insan elinden çıkmış onurlu malların arasına alttan alta sızmaktadır. Ama malların müşteriye sunuluş biçimi hiç değişmemiştir. Yalnızca satış yapılan dükkânların yanında, malların nasıl üretildiğini izleyebileceğiniz dükkânlar da vardır. Bir malın üretim sürecine başından beri tanık olabilirsiniz; bu da insanın içini açar, keyiflendirir onu; çünkü modern yaşamımızı çoraklaştıran nedenler arasında, kullandığımız tüm eşyaları adeta suratsız büyülü aygıtlardan alıp evlerimize getirmemizde vardır. Ama Kapalıçarşı’da veyahut Kemeraltı Çarşısı’nda diyelim bir urgancıyı urganlarını harıl harıl örerken izleyebilir, yanıbaşında da üretilip satışa hazırlanmış urganları dükkânın duvarlarında asılı görebilirsiniz. Avuç içi kadar atölyelerde bakarsınız altı, yedi delikanlı ellerindeki tahtaları tornadan geçirmekte, gencecik adamlar da onların ürettikleri parçaları alıp birbirine ulayarak alçacık masalar çatmaktadır. Pırıl pırıl renklerine hayranlık duymadan yapamayacağınız yünler, gözlerinizin önünde boyanır. Dört bir yanda küçük oğlanlara ilişir gözünüz; oturmuş, kasketlere rengarenk sevimli desenler işlerler. Gözler önünde olup biten bir çalışmalar bu, üretim süreci de tıpkı üretilmiş mal gibi gözler önüne serilir. Pek çok gizliliği kendisinde barındıran, evlerinin içini, kadınlarının yüz ve vücutlarını, daha daha tapınaklarını yabancı bakışlardan kıskançlıkla saklayan bir toplumda üretilip satışa sunulan nesnelerdeki bu geniş boyutlara varan açıklık, onları bir kat daha çekici kılar. Aslında alışverişin nasıl yapıldığını bilmek istemiş, ama çarşıya ayak atar atmaz alışveriş konusu mallar dikkatimi çekip alışverişin kendisi aklımdan çıkmıştı. Dıştan bakıldı mı, yanı başında aynı malları satan daha yirmi kadar başkası varken, neden maroken bir eşyayı almak isteyen bir kimsenin belli bir satıcıya yöneldiği anlaşılacak gibi değildir. Bir dükkândan çıkıp bir başka dükkâna girebilir, dönüp dolaşıp yine ilk dükkâna gelebilirsiniz. Aradığınız malı hangi dükkândan satın alacağınız, önceden asla belli değildir. Diyelim bir mah falan ya da filan dükkândan almayı koydunuz kafanıza, sonradan düşüncenizi değiştirmenize yol açacak bahaneden çok bir şey yoktur. Önlerinden gelip geçenleri ne kapı, ne cam, hiç bir şey ayırmaz dükkânlardan. Malların ortasına kurulmuş oturan satıcının ismini bir yerde okuyamazsınız; daha önce belirtildiği üzere, istenen yere kolaycacık uzanabilir eli. Dükkândaki bir mal, can ve gönülden alınıp müşteriye sunulur. Müşteri hayli zaman elinde tutabilir ilgili malı, üzerinde uzun boylu çene çalabilir, sorular yöneltebilir satıcıya, mal konusundaki kuşkularını açığa vurabilir; yeter ki canı istesin, kendi yaşam öyküsünü, kendi soyu sopunun, hatta tümüyle insanlığın yaşam öyküsünü buyur edebilir ona, öyleyken bir şey satın almaksızın dükkândan yine geldiği gibi çıkıp gidebilir. Mallarının ortasına çökmüş oturan adamda özellikle bir şey dikkati çeker: Sessiz sakin biridir. Hep oracıkta, hep yakınınızdadır. Dükkânda fazla yer olmayışı, uzun boylu devinimlerden alıkor kendisini. Mallar nasıl onunsa, o da mallarınındır. Mallar ambalajlanıp kaldırılmaz bir kenara, satıcının elleri ya da gözleri hep üzerlerindedir. Kendisiyle mallar arasında baştan çıkarıcı bir mahremiyet havası eser; sanki mallar onun çok nüfuslu ailesiymiş gibi kol kanat gerer üzerlerine, onları belli bir düzen içinde tutar. Sattığı malların değerini avucunun içi gibi bilmesi rahatsız etmez kendisini, devinim özgürlüğünü kısıtlamaz. Çünkü bir sır gibi titrer fiyatların üzerine, ne yaparsanız yapın, bu konuda hiç bir şey öğrenemezsiniz ondan. Bu da, alışveriş sürecini ateşli gizemsel bir havayla donatır. Fiyatlar konusundaki sırlarına müşterinin ne kadar yaklaştığını ancak satıcının kendisi bilir ve ilgili sırlara yönelik tüm atakları büyük bir ustalıkla çeler; dolayısıyla, malın gerçek değerleriyle arada kollanan uzaklık hiç bir zaman tehlikeye düşmez. Pazarlıkta aldatılmamak müşteri için bir onur sorunudur; ne var ki, karanlıkta el yordamıyla ilerlendiğinden, kolay değildir aldatılmamak. Fiyat ahlâkının egemen olduğu ülkelerde çarşıdan pazardan bir şey satın almak hüner sayılmaz. Kafası çalışmayan salak bir kimse de çarşıya çıkar, aradığı malı bulup aldatılmadan bir alışveriş işini başarıyla sonuçlandırabilir. Oysa İstanbul’dan başlayıp bütün Türkiye'deki çarşı pazarlarında size ilk söylenen fiyat, akıl erdirilemeyecek bir bilmecedir. Kimse önceden kestiremez bu fiyatı, satıcının kendisi için bile böyle bir şey söz konusu değildir, çünkü aynı mal için pek çok fiyat vardır. Bunlardan her biri belli bir durum, belli bir müşteriyle ilgilidir; günün belli saatlerinde, haftanın belli günlerinde değişir. Fiyatlar vardır, tek olarak satın alınan mallar için geçerlidir; fiyatlar vardır, aynı maldan iki ya da daha fazla alındığı zaman geçerlik kazanır. Kentte hepsi bir gün kalacak yabancılar için fiyatlar ayrı, kente geleli diyelim üç haftayı bulmuş yabancılar için ayrıdır. Yoksullar için uygulanan fiyatlar, varlıklılar için uygulanandan değişiktir elbet; yoksulların en yüksek fiyatlarla çıkılır karşısına. Denebilir ki, dünyada ne çok değişik insan varsa, bir malla ilgili olarak o kadar değişik fiyat vardır. Ama söylenen fiyat karmaşık bir olayın başlangıcıdır ancak, olayın nasıl sonuçlanacağı konusunda hiç bir şey bilinmez. Satıcı ilk söylediği fiyatın üçte birine ininceye kadar pazarlık etmek gerektiği ileri sürülür; ama kaba bir tahminden öteye geçmez bu, çok eskilerden gelen pazarlık olayının inceliklerine inme isteğini duymayan ya da inemeyen kişileri baştan savmak için kendilerine buyur edilen yavan genellemelerden biridir. Pazarlığın içerik yönünden zengin küçük çapta bir sonsuzluk gibi sürüp gitmesi arzu edilir. Alıcının acele etmemesi sevindirir satıcıyı. Karşısındakini yumuşatıp razı etmek için başvurulacak nedenler, öyle hemen el altında değildir, çapraşık, bir ağırlığı içeren, karşıdakini heyecanlandıran nitelik taşır hepsi. Taraflar ya nazlı davranan ya da ağzı laf yapan kişilerdir; ama en iyisi, her iki özelliğe birden sahip olmaktır. Bir malı satmanın ya da satın almanın o kadar da önem taşımadığı onurlu bir davranışla açığa vurulur. Cerbezeli konuşmalar, rakibin kararlı tutumunda gevşemelere yol açar. Karşı tarafta alay duygusu uyandırmaktan öte işe yaramayan nedenler vardır; ama bazı nedenler de vardır ki, rakibi kıskıvrak yakalar: Karşıdakinin isteğine boyun eğmeden, nedenlerin tümünün de denenmesi gerekir. Ama peki denilip rıza gösterilecek an gelip çatsa bile, karşıdakinin böyle bir şeyi beklemediği bir sırada ansızın yapılması uygun olur bunun; çünkü rakip böylelikle şaşkınlığa uğratılır ve kafasından geçen düşünceleri okuma fırsatı ele geçirilir. Bazıları da vardır, rakibini büyüklük taslayıp kasılarak dize getirir, bazıları da şirin yüzü ve tatlı sözüyle yapar aynı şeyi. Her türlü büyü ve sihirden yararlanmaya cevaz vardır pazarlıkta; dikkat ve uyanıklıkta az da olsa bir gevşemenin bu işte asla yeri yoktur. İçine girilip dolaşılacak kadar büyük dükkânlarda, satıcı, alıcının verdiği fiyatı kabullenmeden, dükkândaki bir ikinci kişiyle görüşür durumu. Arka planda dikilen ve fiyatlar üzerinde bir çeşit dinî lider rolünü oynayan bu ikinci kişi her ne kadar ortada görünürse de, pazarlık işine hiç karışmaz. Ancak en son karar alınırken kendisine başvurulur. Dükkândaki bu ikinci kişi, adeta ilk satıcının istemine aykırı davranarak fiyatta alabildiğine büyük indirimleri onaylayabilir. Bunu yapan da satıcıdan bir başkası, yani pazarlık dışında kalmış biri olduğuna göre, pazarlığı yürütenlerden onur ve saygınlığına gölge düşürülmüş bir kimse yok demektir ortada. Sonrasında İstanbul’a gelmişken ve çarşıları turluyorken Kadıköy Çarşısı’na gitmemek olmazdı ve bir taksiye binip Kadıköy’e doğru süzülmek istedim ama nasıl bineceğim? Ben diyeyim beş yüz kişi, siz deyin bin kişi araba, otobüs bekliyor. Bir boş araba geldi mi, yüz kişi birden koşuyor. İçimden tam ‘‘Bana iki günde sıra gelmez. En iyisi bu sevdadan vazgeçip döneyim’’ diye geçirirken cebinden düdüğü çıkarıp, fıır fıır öttüren bir taksi durdu önümde ve belli ki kim binerse binsin müşteriyi kaçırmak istemeyen biriydi. Düdüğü öttürmesiyle hızla giden taksi döndü geldi önümde durdu. Anında taksiye atladım. İşin şaşılacak yanı, boş arabaya başkaları saldırmadı. Altıyol'dan Kadıköy Çarşısı yönüne doğru Söğütlüçeşme Caddesi’nden taksi süzüle süzüle gitmeye başladı. Kadıköy Çarşısı’na vardığımda kocaman kitapçılar, resim malzemesi, davul aksamı, film ve kitap satan büyük dükkanlar vardı. Hatta Arnavut küfecileri dahi çarşıda vardı. İnsan neredeyse çarşının içinde kaybolacaktı. Ayrıca kaset, plak, enstrüman, gramafon ve sahaf meraklıları için burası tam bir cazibe merkeziydi. Dahası çarşıdan geçerken çok tutulan bir turşucuya denk geldim ki bu işi gelecek kuşaklara aktarmaya kararlı olan Özcan Turşuları’ndan yediğim turşu kadar ömrümde güzel bir turşu yememiştim.
Sonrasında okulumda İstanbul’a gitmiş olanların çok methettiği Beyazıt Meydanı’na gitme kararı aldım ve oraya doğru adeta ışınlandım. Beyazıt Havuzu'nun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş gözlerim kapalı İstanbul’u dinlemeye başladım.
Tam o esnada iki kişi yanımdaki kanepeye oturdular. Biri kadın, öteki erkekti. Erkek bana gülümsedi. Halim yok gülmeye; yoksa tatlı tatlı gülümsemesine karşılık verilmeyecek adam değildi. Bu selam yerine geçen gülümsemeye neden cevap vermedim? Bilmiyordum.
Kendi kendime düşünüyordum. ‘‘İnsan kuru kuru ekmek yemeli, ancak taşı toprağı altın olan bu cennet gibi şehri terk etmemeli.’’ diye.
Dört beş saniye içinde bunu düşündüğümden adamın selamına karşılık vermemiştim. Dört beş saniye bir gecikmeden sonra ben de güldüm. Bunun üzerine adam yerinden kalktı, yanıma geldi ve yüzüme tebessüm ederek sordu:
‘‘Bu caminin ismi ne?’’
Bir türlü bulamadım caminin ismini, bir an düşününce hatırlayamasam da okunmaya başlayan ezanla kafama jeton düşünce hatırladım caminin ismini:
‘‘Beyazıt Camii, canım!’’
Kadın da yerinden kalktı. Adamın mühim bir sual sorduğunu, cevabımın bütün karışık meseleleri halledeceğini bağıran pek mütecessis bir yüzle yanımıza geldi. Yanına oturdu adamının. Bu sefer o sordu:
‘‘Ali Sofya, hangisi?’’
Ali Sofya deyince birden anlayamayınca müze olduğundan bahsedince Ayasofya’yı kastettiğini anladım ve parmağımla işarette bulunarak:
‘‘Şu tarafta...’’
Bir işaretle sol tarafı gösterdim. Anlayamadılar ne taraftadır kendi söylemleriyle ‘‘Ali Sofya’’ olan Ayasofya’nın. Elimin gösterdiği istikameti bir türlü kestiremediler. Gösterdiğim yerde kocaman binalar, birbirini kesen, biçen yollar, dükkânlar vardı. Oradan Ayasofya'yı nasıl bulacaklar? Ama ne yapsınlar, çaresiz kabullendiler. Son bir defa daha:
‘‘Herhalde ıraktır.’’ dediler.
Ben de:
‘‘Yok, pek ırak değil’’ dedim.
Adam ellisini aşmıştı. Toprak rengi yüzünde alışılmamış çizgiler vardı.
‘‘Bunu getirdim köyden’’ diyerek yanındaki kadını gösterdi. Sütlaç gibi buruşuk, ufacık gözleri ile yanaklarının elmacık kemiklere rastlayan yerleri pırıl pırıl, dişleri bembeyaz, yüzüne bakınca bir süt kokusu duyar gibi oldum. Bu yüz pembe mi pembe; içinde ne güzel bir kan akıyordu kim bilir...
‘‘Hiç İstanbul görmedi bu. Bakıyor, hoşlanıyor da gülü gülüveriyor. Hoşlanıyor pek. Biz Lüleburgazlıyız. Ben geldim birkaç defa İstanbul'a. Bu gelmemişti. Camileri gezdiriyorum.’’
‘‘Madem öyle, o zaman Taksim'e de bir gidin.’’
‘‘Gideceğiz. Beyoğlu'nu da görürüz ha? O da, Taksim'e ulaşmadan değil mi?’’
‘‘Evet.’’
‘‘Tramvayla mı, gidelim?’’
‘‘Tramvayla gidin, ya!’’
‘‘Ama biz, tonelden geçmek istiyoruz.’’
‘‘Tonel işlemiyor, kapalı.’’
Ya, demek tonel kapalı öyle mi?
Tonelin, kapalı olmasına beraberce üzülüyoruz. Kadın, elinde gazete kâğıdına sarılmış bir şeyi bana gösteriyor:
‘‘Bakır ucuzlamış, ucuza aldık.’’
‘‘Kaça aldınız?’’
‘‘Kilosuna... Ne verdikti?.. Dört yüz elli kuruştan verdiler. Te, bak şuna, üç yüz on kuruş verdik. Pahalı değil, değil mi?’’
‘‘Üç yüz yirmi beş kuruş verdik. Yedi yüz gram geldi.’’
‘‘Sen beş lira verdin. Ne geri verdi sana bakırcı? Hesap ettiler. Önce anlaşamadılar. Sonra anlaştılar. Üç yüz on kuruşa almışlardı tencereyi.’’
Sonra bunları konuşurken başka meselelere atladılar, hiç alakasız biçimde toplardan, fıskiyelerden falan bahsettiler.
Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın, fıskıyeler, toplar... Onlar, benden de çocuk. Öyle çünkü konuştukları alakasız konuları ancak tekerleme söylemeye çalışan ilkokul birinci sınıf çocukları konuşurdu. Ama buna rağmen İstanbul’a geldiğimden beri böylesine enteresan kişilerle karşılaşmamıştım ve haliyle bunları dinlerken biraz keyif de almış, neşelenmiştim. İçimdeki çocuk baskın çıkmış, bu alakasız muhabbetlere ben de eşlik etmeye başlamıştım. Kadın eğilip beni dinliyor. Taksim'den, öteki camilerden, meydanlardan, Boğaziçi'nden, Kız Kulesi'nden söz açıyoruz. Sonunda lakırdılarımız bitiyor. Konuşmuyoruz bir zaman. Ben size bir mısra bulup söylemek istiyorum. Yağmurlu havalardan, dağ yollarından, katırlardan, çıngıraklardan bahseden mısralar yok mu yeryüzünde? Bu sırada adam kadınına Kız Kulesi'ni, Haydarpaşa'yı, Selimiye Kışlası'nı anlatıyor...
Ama sonunda bu ‘‘ne alaka?’’ dedirten bu muhabbetlerden iyice sıkılmıştım. Artık bir an önce oradan tüymek istediğimden adam kadınına anlatımlarda bulunurken o diyalog esnasında aradan sıvışıp toz oldum ve İstanbul turuma devam ettim.
İstanbul’u turlama maceram tam gaz sürerken tam da o esnada bir de karşımda ekmek arası balık satan bir adam görünce bari ekmek arası balık ve buz gibi bir limonata almak istedim. Ne de olsa karnım da acıkmıştı yaşadığım bunca stresten sonra. Nihayetinde bir yandan stresten galiz küfürler savurdum bir yandan da ekmek arası balığımdan iştahla ısırıklar alıp limonatamdan da yudumlamak suretiyle karnımı doyururken hiç farkında olmadan yürüye yürüye Karaköy’e geldiğimi fark ettim iyi mi! Ama hırsla yürürken ayaklarıma da kara sular inmişti. Bari Karaköy’e kadar yürüye yürüye gelmişken şuradan bir vapura atlayıp Haydarpaşa’ya geçip yarın Adapazarı Arifiye’ye gidecek tren için bilet alma kararı aldım. Karaköy Vapuru’na sıkış tepiş bir ortamda binebilmiştim, neredeyse ezilmenin eşiğinden döndüm. Vapurda oturduğum yerde de sıkış tepiştik ve iki yanımda oturan ve aralarına sıkıştığım ayakta bekler pozisyonunda bulunan iki tane adam da zehir gibi ter kokuyorlardı ve az daha kokudan bayılacaktım. Sonra insanlardan müsaade istedim ve ayakta kalma pahasına oturduğum yerden kalktım. Sonra şans eseri bir boş yer bulsam da bu sefer yanımda bir başka adam vardı ve onun da okuduğu gazetenin sayfaları suratıma çarpıyordu ve ikidebir yüzüme çarpan gazete sayfalarını elimle iteleyerek savurmaya çalışmıştım ve adam oralı bile değildi, gazete okumaya öylesine yoğunlaşmıştı ki çevresinin dahi farkında değildi. Sonra hınçla bu oturduğum yerden de kalkıp başka bir yere oturduğumda bu kez yanımda horlayan ve uyumaya çalışan bir adam vardı ve ben oturur oturmaz adamın başı benim omzumun üstüne düştü. Elimle adamın başını omzumdan kaldırmaya çalışsam da adamın başı tekrar omzumun üstüne düşüyordu ve üstüne üstlük adamın ağzı leş gibi kokuyordu. Burnumun direkleri kırılayazdı. Böyle böyle Haydarpaşa’yı zor ettim. İner inmez nihayet kurtulduğuma sevindim ve tabanları yağlayıp fişek gibi Haydarpaşa Garı’na doğru koştum. Son anda trende yer dolmak üzereyken sadece bir kişilik yeri kalmış olan bir kompartımandan bilet alabildim. Ertesi gün de İstanbul’dan ayrılıp okuduğum Arifiye Köy Enstitüsü’ne trenle dönerken ıhlamur ağaçlarının çiçek açtığını görüp trenin pencerelerine sürtündüğünü görünce gözyaşlarına boğuldum. Haydarpaşa’dan ayrılan tren Adapazarı’na doğru giderken kendi kendime söyleniverdim: ‘‘Ah güzel İstanbul Sen ne büyülüsün be İstanbul Doyamadım sana İstanbul Kuru kuru ekmek yemeli Yine de senden ayrılmamalı Ah canım İstanbul’’ Kara buharlı tren de o anda ‘‘poh poh’’ diye ses çıkara çıkara Adapazarı’na doğru yaklaşmak üzereydi…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.