MANTARA GİDEN ÇOCUK-IV
Güneş artık çoktan etrafa yayılmış, her taraf pırıl pırıl ve yemyeşildi. Her taraf bahar kokuyordu sanki. Burada yattığımda üşütmüş olacağım ki, kalktığımda vücudum hafiften titriyordu. Boynum hafiften ağrıyordu. Ve iyice terlemişti bütün vücudum.
Karabaş, ineği tarladan uzaklaştırdıktan sonra döndü ve tekrar yanıma geldi. Karabaş’ın yanıma gelmesiyle ben de hemen ayağa kalktım. Beraber mantar tarlasına gitmek üzere ekin tarlasının içinden geçerek, yine ormanın içine dalmaya başladık.
Bu sırada havaya baktığımda gökyüzünde bulutlar vardı. Güneş de artık iyice doğmuştu. Bir tarafta güneş, bir tarafta bulutlar... Sabah bulutlar yoktu. Şimdi ise gökyüzünü bulutlar örtmüştü. Hâlâ bulutlara bakıyor ve onları merak ediyordum. ‘Bulutlar nasıl olur da birdenbire, hem de yazın şu sıcacık gününde çıkıverdiler’ diyordum. Fakat yine de bunlara hiç aldırmıyordum. Bulutlara bakarak ve bulutları konuşarak gelmiştim. Kendi kendime;
-İnşallah, benden başka kimsecikler gelmemiştir buraya, diyordum. Bunun için Allah(C.C.)a hem şükrediyor, dualarda bulunuyordum. Artık gözlerim hep yerlerde idi. Çünkü sıra mantar toplamaya gelmişti. İlk mantarı bulduğumda öyle sevindim ki bir an daha mantarı yerden koparmadan;
-Çok mantar götüreceğim eve, diyerek sevincimden yerimde hayli zıplamıştım.
O sevinçle hiç düşünmeden mintanımı çıkarıverdim üzerimden. İki kolunu düğümleyip torba gibi yaptım. Mantarları koyuyordum bu garip torbanın içine. Belli ki kimsecikler gelmemişti. Allah (C.C.) dualarımı kabul etmişti. Mantarlar o kadar çoktu ki en irilerini seçip alıyordum. Koyacak başka bir kap yoktu. Zaten elimdeki mantarlar oldukça ağırdı. Şimdi öyle çok sevinçliydim ki... Kendi kendime;
-Artık yola koyulmalıyım, dedim.
Güneş, iki adam boyu yükseklikteydi sanki. O kadar çok dalmışım ki mantar toplamaya, havanın karardığını, hatta başıma ve sırtıma düşen yağmur damlalarını hissetmemiştim sanki. Güneş birdenbire kayboluvermişti. Benim sırtımda ise torba gibi ettiğim mintanda mantarlar vardı. Bu nedenle güreşe çıkmış pehlivanlar gibi belden yukarım çıplaktı. Daha evden çıkarken atlet bile giymemiştim üzerime.
Mantarların en irilerini toplamıştım. Torba gibi ettiğim çiçekli mintanımı tıka basa doldurmuştum. Çok sevinçliydim. Artık geldiğim gibi gitmeliydim. Bu sırada ormanın en orta yerinde, en derinliklerinde bulunuyordum. Bütün etraf sadece meşe ağaçlarıyla kaplıydı. Üzerimde sadece gökyüzü vardı, o da bulutlarla kaplıydı. Mantar tarlasına nereden girmiştim, birden hatırlayamadım. Önce şöyle bir yerimde durdum ve düşünmeye başladım. Düşünüyordum ki tam bu sırada burnumun kenarından bir damla süzülerek üst dudağıma değiverdi. Hemen başımı gökyüzüne doğru kaldırdım.
Karabulutlar gökyüzünü tamamen kaplamışlardı. Süzülen yaşlar, yağmur damlalarıydı. Artık buraya neden geldiğimi düşünmeden, sırtımdaki mantarla birlikte ormanın içerisine rasgele dalıyordum. Ormana girişimle birlikte arkamdan çatur çutur sesler geliyordu. Bu sesler, Karabaş’ın koşarak kurumuş meşe ağaçları dallarına ve yapraklarına basmasından çıkan seslerdi. İçim birazcık rahatlamıştı. Karabaş da yanımda idi. Ağaçların arasından tahmin üzere gidiyorduk. ‘Ekin tarlamızın ne tarafındayım?’ diye düşünüyordum ki gümbür gümbür bir ses ortalığı kapladı. Birden öyle korktum ki... Hemen kendimi toparlamaya çalıştım. Bu ses, bir gök gürlemesi idi. Ses, uzaklardan gelmesine rağmen ta buralarda bile şiddetini hissettiriyordu. Beni, bu ses pek de fazla ürkütmemişti. Fakat yine de birazcık olsun yüreğime bir sızı düşüyordu.
Yürüyordum. Karabaş hep yanımda gidiyor, hiç ayrılmıyordu. Fakat Karabaş bile olsa kendimi bazen yalnız kalmışım gibi hissediyordum. Çünkü, gölgeler giderek yok olmuştu. Yukarıda bulutlar gittikçe büyümüş, yere doğru sarkmışlardı adeta. Daha biraz önce, belki bir saat bile geçmemişti, mantar tarlasına giderken ve o erik ağacının dibinde uyurken güneş pırıl pırıldı, gökyüzü açık ve masmavi idi.
Sabahın serin esen yeli ne kadar mis kokulu idi... Gökyüzü beni korkutmak için sanki türlü kılıklara giriyordu. Gök gürlemesi giderek hemen üzerimden geliyor gibiydi. Öyle şiddetleşiyordu ki yüreğim her gürlediğinde yerinden fırlayıp gidiyor sanıyordum. Besmele çekmek geliyordu aklıma. Besmele çekerek bildiğim duaları okumaya başladım. Birdenbire gözümün önü bir an, birisi ışık yakar gibi aydınlanıveriyordu. Bu, şimşek çakmasıydı. Şimşekler gittikçe sıkça çakıyor, hemen birkaç saniye sonra arkasından gök gürlüyordu.
Bir ara ayaklarımın yorulduğunu hissettim. Durdum. Durduğumda bacaklarımın titrediğini gözlerimle görüyordum. Sırtımda torba gibi ettiğim mintanda mantarlar vardı. Belimin tam ortasından bir ara suların aktığını hissettim. Hemen sırtımdaki mantar torbasını yere indirdim. ‘Acaba ezildi de ondan mı sular aktı?’ diye düşünerek incelemek istedim.
Mantarlar ezilmemişti. Belimden akan sular belli ki meşe ağaçlarının yapraklarından sızarak üzerime düşen yağmur damlalarıydı.
Hava iyice kapalıydı. Vakit nerelerde, belli değildi. Bilemiyordum, her taraf sinsileşmişti. Her yer adeta yeniden karanlığa bürünmüştü. Bu sinsi karanlık, normal akşam vaktinin getirdiği karanlık değildi. Bu, karabulutların aniden baş gösterdikleri ve gündüze bir çeşit savaş ilân ettikleri bir olaydı ve en güçlü kalkanları ise karanlıktı. En güçlü silahları ise gök gürlemesi, şimşek çakması idi.
Arkasından o garip ve ürkütücü seslere yağmur da eşlik ediyordu. Yağmur gittikçe şiddetleniyor ve meşe ağaçlarının köklerine doğru sular süzülüyordu. Ben de bütün bedenimle yağmur sularını meşe ağacı gibi tadıyordum.
Yalpa yaparak yürüyordum. Bazen ayağım kayıyor, düşecek oluyordum ama hemen bir meşe ağacına sarılıyor, dengemi sağlıyordum. Bu benim için ilk defa büyük bir korku idi. Bu, ölmek korkusuydu. Öleceğim aklıma gelmişti. Çünkü bu ana kadar ormanda yırtıcı hayvanların olacağını hiç düşünmemiştim. Aklıma, vahşi hayvanlar geliyordu. Çok mu çok korkmuştum.
Tepemden aşağı durmadan sular dökülüyor gibiydi. Yüzlerim, gözlerim suyun içindeymiş gibiydi. Adeta bunalıyordum. Güçlükle nefes alıyordum. Hem yürüyor hem de başımı sulardan kurtarmak için ‘suya girmiş serçe gibi’ silkeliyordum.
Yüzümün ve gözümün ıslaklığına ben de ağlayarak katılıyordum artık.
Hayli dolaştım durdum. Doğru düzgün yürüyemiyordum. Bir o yana, bir bu yana sallanıp duruyordum. Gittikçe gücüm azalıyor, doğru yürüyemiyordum. Bazen önüme sık ağaçlar çıkıyor, ister istemez aşağı yukarı, sağa sola saparak bir çıkış yolu arıyordum. Bu arada korkum hâlâ devam ediyordu. Ara sıra yağmura, bulutlara ve her şeye kızıyordum. Yine de kabahati kendime yüklüyordum. Sonra da;
-Yağmur elbette yağar. Bulutlar elbette gökyüzünü karartır, diyordum. Daha sonra da;
-Çıkmasaydın sen de be kafasız! Otursaydın evinde ya, diyerek kendime kızıyordum.
Ne kadar yürüdüm, ne kadar dolaştım, ne kadar yer gezdim ve nerelerdeydim?.. Hiçbir şey bilemiyordum.
Hâlâ bulutlar... Hâlâ yağmur ve korku... Bunları düşünürken yorulduğumu bütün bedenimle hissetmiştim ki, tam bu sırada kendimi hemen önümdeki iri gövdeli bir meşe ağacının dibine atıverdim. Olduğum yere çömelmiştim. O kadar yorgundum ki bacaklarım çömeldiğim yerde bile vücudumu çekememişti. Oturmak istedim lâkin yerler hepten ıslaktı. Yerler, ağaçların kendi dallarından dökülen yapraklarla örtülüydü. Bir an bu yaprakların altının kuru olacağını düşünerek ellerimle o kurumuş ve yağmurla da üstleri ıslanmış olan gazelleri deşeledim. Gerçekten yağmur daha toprağa iyice işlememişti. Oturdum ve kendimi ağacın gövdesine yaslayıverdim. Bu sırada belime bir soğukluk değiverdi. Bu soğukluk, ağacın ıslaklığı ile beraber sert kabuğunun sırtıma değmesiydi.
Sırtım çıplaktı. Tamamen su içindeydim. Kendimi yaslar yaslamaz birazcık olsun azalarım rahatlamış, içimin harareti üşümeye yüz tutmuş olacak ki hapşırmaya başladım.
-Bak! Üşüttün işte!.. Yağmurun dinmesini mi beklesem acaba? Bir hastalanırsan oğlum!.. Neyse, bunları ne düşünüyorsun aslanım? Şu canını bir kurtarırsan sen, ona şükret!..
Söylenip durdum hep kendi kendime.
Hepsi boştu. Olan olmuştu bir kere. Şimdi vakitsiz gelen karanlığın açılmasını, yağmurun dinmesini ve bulutların dağılmasını diliyordum. Bunun için yine besmele çekip dualar okuyor ve Allah(C.C.)a yalvarıyordum.
Olduğum yerde ıslak bacaklarımı ister istemez uzatıverdim. Tam bu sırada arkamdan bir ses duydum. Başımı hızlıca arkama çevirdim. Karabaş’ta benim gibi, ağacın dibine kıvrılmak için gazelleri deşeliyordu. Kendi kendime gülüyordum. Karabaş’ta benim gibi ıslanmıştı.
-Karabaş, sende mi yoruldun benim gibi, ha? Hep benim yüzümden değil mi? Ah bu kafa, ah!..
Kendi kendime Karabaş’ı okşayarak, söylenip duruyordum ha bire.
Birden mantarlar aklıma geldi. Başımı yasladığım ağaçtan hemen doğruldum ve ayaklarımı topladım. Sağ yanımda çıkın gibi duran mantar torbası da duruyordu. Fakat bu torba gibi ettiğim mintan dopdoluydu önceden. Şimdi ise küçülmüştü. Elimle tutup kaldırdığımda altından sular akmaya başlamıştı. Islanmış olmasına rağmen ilk doldurduğum andaki gibi ağır değildi.
-Neden hafifledi acaba? Herhalde bana öyle geliyor... Belki içine su dolmuştur; birkaçı da ezilmiştir, diyerek söylendim.
Sonra suların aktığını görünce mantarların çoğunun ezilmiş olduklarını düşündüm. Önceden mintanın kollarını bile düğümlemiştim. Nasıl olduysa birisi kendiliğinden çözülmüş ve oradan mantarlar bir bir dökülmeye başlamış. Kendi kendime;
-Nasıl fark etmedim bunu? Bu niye aklıma gelmedi?.. diye boş ve anlamsız sorular soruyordum.
Anlamsızdı çünkü, artık olan olmuştu ve hiçbir şey düzelmezdi. Daha sonra da;
-İnsan can telaşına düşerse, mantar mı akla gelir?” diyerek kendime teselli veriyor, bir yandan da bu kalanlara şükrediyordum. ‘Bu eziyetlerden, bu çilelerden sonra ya hepsini de kaybetseydim... Hepsi de dökülseydi...’ diyerek gönlüme bir çeşit serinlik veriyordum. Öyle garip ki; yüzümü hüzünlü bir gülümseyiş kaplayıvermişti...
-İri iri mantarlar... Ne sürpriz olacak değil mi?... Ah ah, babam görünce ne kadar sevinecekti... Ne kötü şansım var be!.. Şu mantarların haline bak!.. İri mantarlarmış!..
Kendi kendime hem söyleniyor hem de başımı hafif sallayarak hüzünlü bir biçimde gülümsemeye çalışıyordum.
Torba mintanı yeniden düzenledim. Kollarını yeniden bağladım. Bu arada yağmur da hafiflemişti. Bunu da fırsat bilerek hemen yerimden kalktım.
-Haydi Karabaş! Gidiyoruz, dedim.
Belki yirmi otuz metre gitmemiştim ki, önümde bir açık alan beliriverdi. Bu alan, yokuş yukarı sevinçle çıktığım o Karagün Tepesine uzanan alandı. Burasını görünce birazcık olsun sevindim. Köyü görmüş gibi, eve gelmiş gibi oldum bir an.
-Geldik Karabaş. Geldik işte! İki yüz metre kadar ötede Karagün Tepesi… Haydi koş Karabaş!
EKREM GÜRER .......... DEVAMI VAR ..........
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.