- 1163 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Dualarım geliyor mu baba?
Bir küçük zamana sığdırabilmenin mutluluğuydu benimkisi.Babam ile yalnız geçecek saatler, ya da,o bir günü yaşamak.İzmir’in banliyösü bir sahil köyündeki sessiz yazlığın kapı anahtarını döndürürken, çok sevdiğim abartılı cümlelerinden birini dinliyordum babacığımın.Yıllardır bu sese acıkmış kulaklarım doya doya besleniyor gibiydi.. ”Vey heeeey!Yahu ne kadar sessiz ,sakin bir yer”…Bir koca dağ silüetinde ve halen yanı başımda dikilen heybetli insan.Bilgeliği ile de fikirlerinin arkasında sürekli durmasını bilen , köy enstitüsü donanımlı emekli üretken öğretmen.
Akşam saatlerinin alaca karanlığı,onun görmesini daha da engellemiş ,iri iri bakınmaya başlamıştı çevresine.Üzüm bağları ve fıstık ağaçları arasında palazlanan,çocukluğunun hazzına erememiş babamın, hiç sakınmadan tükettiği o şahane üzüm salkımlarının, zümrüt gözlerinde yaptığı tahribatın izleri, yürümesine de etki etmiş,zaten ayak seslerini sokak başlarında duyduğumuz babam,şimdi ayaklarını daha da yukarı kaldırıp indirme alışkanlığına çaresizce malik olmuş,daha da heybetli yürür olmuştu...Çok az görebiliyordu gözleri.En büyük derdi de okuyamamasıydı…
İçeriye girdik.Salonun soğukluğunu kırmak için aylar önce hazırladığım sobayı tutuşturup yaktım.Yiyip ,içebileceği türden ne varsa sundum.Bahçe ile düzayak olan salonun pencere kenarındaki divana yatağını hazırladım,bir süre sonra da babamı yatağında,salonun ve dışarının sessizliğinde bırakarak yukarı kattaki odama çekildim.
Ayrı şehirlerde ve bin kilometrelik uzaklıkta yaşayarak uçuşan yılların hesabını kimseye soramıyoruz.Nedenler belli.Zamanın her diliminde yer alan asalakların doymak bilmez hırsları,kimi yerde işsizlik,kimi yerde şiddet,savaş,kimi yerde bu tip sömürü düzenlerin temsilcilerinin kişisel kinleri…Altı kardeşin dört erkeğini tarumar etmiş,ikisi yurt dışına,birimiz Akdeniz bölgesine,bir diğerimiz de Ege’ye savrulmuştuk.
Gök yüzünün berraklığına bakıp,mavi gözlerindeki umutsuz çocukluk günlerini anımsardı.Gök yüzünün karanlığında,kapkara kömür çuvallarını eşeğe yükleyip etraf köylerde pazarlayarak,ya da kök boya malzemelerini yükleyerek,kadınlarla köy köy dolaşıp iğirilmiş yünleri boya kazanlarında kaynatıp boyayarak asmalarına yardım ettiğini anlatırdı.Yine gök yüzünün karanlığına bakıp gecenin bir saatinde ıssız bağ ve fıstıklıklar arasından yılan,akrep korkuları,ya da çarpılmamak için cin peri öykülerinin yürek titreten ödlekliğinde, taş ve toprak yapılı köyüne dönermiş onlu,onbirli,on ikili yaşlarında,daha çok küçük iken yetim kalan babacığazım.
Takılmış peşlerine okuyanların.Bir kurtuluş saymış mektebi,okumayı.Akçadağ Köy Enstitüsü’nün yollarına düşmüş başkalarının peşinden.Koca Fırat’ı aşmış sallarla.İlle de mektebe kaydolup,yatağı,yemeği sorgulamadan ,evin şimdi en büyük erkek çocuğu olarak,yurt topraklarının önderlerinden biri olmanın düşünü kurmuş küçücük kafasında.İlk yıl yaşı tutmamış.Bir büyüğe emanet edilip geri köyüne yollanmış.Anlatırdı keyifle o anları ve olanları.Emanetçi adam kendisini ormanlık bir yerde bırakıp,”sen burada uyu,sabah kalkınca Fırat’ın kıyısına doğru yürüyüp varırsın” denmiş.Soysuzluk her dönemde var.El kadar çocuk bir başına,meşelik çalıların dibinde bulabildiği kuruluk toprağa çömelip oturmuş.Baykuş sesleri,yaprak hışırtılarının seslerine ,ıslığı ve mırıldanmaları ile eşlik etmeye başlamış.Bir süre sonra ileride bir yerlerden kart ve gür bir sesle ünleyen biri;”hişşşt!İn misin,cin misin lan!”…Mavi gözleri gezinirdi yüzümüzde.Meraklı ve korkulu ifadelerimiz onu mutlu ederdi ki,daha da heyecanlı ve sesini müzikal indi çıktılarla kullanarak egemenliği altına alıp bir çeşit hipnotize ederdi sanki hepimizi.”Sesimi çıkaramadım korkudan.Adam bir daha seslendi;hişt!Çık lan ortaya!..Ağlamaya başladım sessiz sessiz.Hıçkırığımı duymuş olacak ki,yanıma gelip benzinli çakmağını çaktı ve bana doğru baktı.Sonra omzumdan tutup ayağa kaldırdı.Sorular sordu.Köyümü,babamı akrabalarımı öğrendi.Tanırmış köyümüzü.Kendisi de Fırat’ın bu yakasındaki köydenmiş.Çok kızdı beni yalnız bırakan adama.Küfürler savurdu.Elimden tutup köyüne doğru yürümeye başladık.Bir süre sonra gözümü açıp baktım,sırtında uyukluyorum adamcağızın.Koyuverdim iyice kendimi.Uzun bir süre gibi geçmişti ki zaman,sesini duydum adamın.Karısına yumurta ve tereyağlı –kaygana-yapmasını söylüyordu.Beni uyandırdı.Karnımı doyurdular.Kir ve toz içindeki giysilerimin tamamını soyup çıkardı kadın.Bir gecelik zıbın uydurdular üzerime ve yatağa nasıl girdiğimi anlamadan ertesi gün öğlene doğru uyandım.Yedirip içirip doyurdular yine.Ve Fırat kıyısındaki sallardan birine bindirip tanıdıkları genç birine teslim ettiler.Eve kadar götürüp bıraktılar beni.”
Bir yıl sonra ;yine Akçadağ Köy Enstitüsü yollarında ,bir kamyonun toz toprak kasasında
Bu kez umutlu ve umutlu olduğu kadar kararlı bir çocuk.Son sınıfında Dicle Köy Enstitüsünü inşa edip kurmak için Dicle nehrinin buzlarını kırıp kovalarla su taşıyan,çıplak ayaklarla saman ve çamur yoğurup kerpiç kalıpları döken, delikanlı bir öğretmen adayı,sevgili babam.
Gaz lambasının kokusu ve duvarda oynaşan eşya,insan figürlerinin tasviri olanaksız, titrek ve de korkunç yansımaları arasında yer yataklarına dizilip, hep birlikte uyku zamanını bölüşürdük babamın öyküleri sonrası tavanı direkli,damları toprak evimizin, tek yatak odasında,hep birlikte…
Sabah erkenden kalkıp ısısınma ve kahvaltı işlerini yoluna koymak istedim.Aşağı indiğimde babamın iki eli divanda,başı hafif öne eğik uzun süre ve çok sık gördüğümüz oturuşu ile karşılaştım.Erkenden namazını kılar,kahvaltı ya da yemek saatini bu oturuşu ile beklerdi.Çok düşünürdü.Ortam ve konular dışında ilginç soru ve anımsatmaları olurdu.Arı bir Türkçe kullanırdı.Çay suyunu koydum,babama;”biraz bahçeye çıkalım mı?” dedim.”Olur” dedi.Ben işin biraz muzipliği,biraz da onu mutlu edebilmek için, yarı kurumuş çalı çırpıları,domates biber köklerini ,biraz da çevrenin samanımsı otlarını bir kucak kadar toparlayıp, yol kenarındaki yeşil dikenlerin üzerinde tutuşturdum.Deniz tarafından gelen savurgan rüzgarla dumanlı bir tütsü oluşturdum.Bu kokuyu özlediğini ve köyünü anımsayarak çocukluğunu yaşayacağını düşündüm ve tasarladım.Onu rüzgarın ve dumanın yönüne doğru gezdirdim,rahatsız olamayacağı kadar ırağa götürerek yüzündeki anlatımı izlemeye başladım.Hemen anladı ne düşündüğümü.Havayı kokladı.Kedilerin uzaktaki yiyecek kokusunu algılamalarındaki haz ile gülümseyerek ve hafif helezonik burun hareketleri ile kokladı dumanlı havayı,sonra bana dönüp;” yahu ,beni sanki bin yıl geriye götürdün.Anam çamaşır yıkamak için kazanın altına sürdüğü otların dumanı gibi koktu.Aynen!.Vey heeeyy!” diyerek, hem kendi mutluluğunu belirtti,hem de beni mutlu etti.Bir oyun oynuyorduk.Adı sevgi idi bu oyunun.Sevginin yüz yüze söyleyemediğimiz tiyatral yansımaları baba ve oğlu arasında.Çocukken döverdi beni.Garip bir duygu ama,hiç suçluluk hissetmediğim halde ,şimdi de biraz pataklasa diye iç geçirdim.Belki de daha güçlü bir bedene sahip olmanın verdiği güvenle istedim bunu.Hani,şakalaşıp güreşir gibi.Çünkü hiç olmadı bu tür hareketleri.Keyfi en yerinde olduğu zamanlar öykülerle bezerdi ortamı.Öyle mutlu olurduk.
Biraz oralarda oyalanmak istediğini anlayıp yalnız bıraktım onu.Ben de kahvaltı sofrasını kurdum.Sobaya birkaç odun çalı çırpı atıp yaktım.Babam da gelince,televizyonun düğmesine basıp,haber kanallarından birini buldum.Derhal dikkat kesilerek memleket meselelerinin ne kadar önem taşıdığını yüzündeki anlama yansıttı ve çok sevdiği yemek yeme,çayını höpürdetme eylemine girişti.
İstanbul’a gözü için gittiğimizde, üst geçidin merdivenlerine tırmanırken biraz aceleci davrandım.Sıcak bir temmuz öğleniydi.Geçidin tam başında ,vızır vızır insan akınının tam ortasında dimdik durup,”şurdan bir adım daha atmam” dediğinde ne yapacağımı şaşırdım.Karşı koymada müthiş biri insandı.Ama biliyordum nabzını tutmayı.”Baba” dedim.”İlla ki ölen birinin mezarı başında mı dua etmek gerekir.Birimiz ta Antep’te,birimiz İstanbul’da olsak…”Hemen lafı ağzımdan aldı.Yürümeye başladı,”nerede olursa olsun insan duasını,iyi dileklerini iletebilir oğlum..O duaları getirip götüren tanrının melekleridir oğlum” dedi.Şimdi bile gülümseyerek iyi dilek ve dualarımı yollarım babama…
Bahçedeki güllerin budanmasına henüz zaman vardı.Yine de onun elinden bir iş yaptırıp anılarımda yaşamasına sebep olmasını dilediğim bir muziplik geldi aklıma.”Budama makasını getireyim de şu gülü buda baba” dedim.Güldü..”Gözüm iyi seçmiyor oğlum,nasıl budayayım?” deyince,”Bu gülü buda ki, bu gül babamın gülü diyeyim,senin gülün olsun..” diyerek bir kompliman yaptım.Hoşuna gitti ve “getir makası” dedi.Eli ve yarı görme yordamıyla budadı.Dibini biraz eşeledi.Çamurda olsa küçücük bir çanak yaptı.Ve o pembe gülün adı-Babamın Gülü-olarak ikimizin aramızda tescillendi…
Kaybedeli yıllar oldu.Aslında bu öyküyü daha özet yazmak ve duygularımı savuşturup içimdeki varlığı dökmek daha kolaydı.Ama, özel iletişimimizi birkaç cümlede savurup üfleyemezdim.Hem ona saygısızlık,hem kendi sevgime kötülük etmiş olurdum.Duygularımı serpiştirip onu gülleri ile bezemek istedim.Her zaman yüreğimde en iyi yerde ağırladığım annem ile birlikte.
Ve o gül,babamın gülü oldu.Zemherilerde bile bir çift gülün güzelliğini verir gözlerime.Ilıman İzmir’in hoş karşılayışıdır beni.Diğer güllerin bir kısmı kurudu.O yine orada bir kökten iki dal.Babamın anıt duruşunu sergiler ve yetim koymaz beni her gidişimde.Hemen her defasında iki gül sevgisi ile karşılar beni.Şimdi ,başka bir şehirde bir ceviz ağacının altında ondan kesip toprağa gömdüğüm pembe gülün “babamın gülü” olduğunu söylesemeliyim.Öyküyü yazdıran ise üzerindeki bir çift pembe gül.Biri büyük biri küçük.Bu iki gülün olanca gülümseyen çehresiyle pembe pembe bakışları arasında maviliklerinin derinliklerinden bakan babamın gözleri olduğunu söylesem sakın şaşırmayın.Resmini bile çektim.Teknik yaşam ,artık babamın güllerini yanımdan hiç ayırmamama yardımcı oluyor.Bir kaç güne yazlığa gideceğim.Orada beni yine karşılayan mutlu pembe güllerin olacağını tahmin edebiliyorum.Özlüyorum baba.Seni çok özlüyorum ama,kendini özlettirmiyorsun pembecik güllerin ve o güllere iliştirdiğin sevgi kokuların ile.
Dualarım geliyor mu baba?..Sevgilerimle…