- 546 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İki Yüzüm
sabah kalktığımda her zamanki gibi rıfat efendi karşımdaydı. daha yüzümü dahi yıkamadan gene ona olan kinimi kustum. "bire bencil adam. yalnız mı öleceksin ha! başımın belası... her sabah kalktığımda seni görmek zorunda mıyım! senin yüzünden kaybettim güneşimi, ayımı. senin yüzünden bunca sessizlik. sen ne pişkin adamsın yahu. her şeye rağmen yılmadan karşıma çıkabiliyorsun. defol git artık; bu dünyadan."
bunaldığım dünyaya, memleketin kasvetine ve insanların içindeyken sahip olduğum sakilliğe alışmam gerekiyordu. belki de bir nebze değişiklik, farklılık gerekiyordu bana. marjinal bir insan da değildim hani! uçarı düşünceler bana göre değildi. hayatımı kaleyi koruyarak geçirmiş; 52 yaşına kadar gelmiştim. dışarıdan bakan materyalist insanlara göre, her şeyim vardı. mutlu olmak için ihtiyacım olan bütün materyaller... şirketim, evim, arabam, bütün akdi değerler... gençliğimde bende bunları bir bok sanıyordum. azmim, yerini hırsa, kibire bıraktı zamanla. başarı yada her istediğini elde etme de değildi amaç. bir süre sonra sade ve sadece güçtü!
rıfat efendinin yüzünü daha fazla görmemek adına, hemen takım elbisemi giyip kahvaltıya indim. kahvaltımı hazırladıktan sonra, her zamanki gibi, biricik aşkım elvan ile karşılıklı olarak oturduk. boncuk boncuk gözleriyle, gülümseyerek bakıyordu gene. tıpkı bir güneş gibiydi. bu tablo benim için, fransız ressam paul cezanne’ın ’kağıt oyuncuları’ tablosundan bile daha değerliydi. keşke diyordum somut olan varlıkları bu kadar soyutlaştırmasaydım kalbimde. kimse bir gölgeyi sevmez. gölgeye dokunamazsın ve hisleri de yoktur. görürsün ama hiç bir ifadesi yoktur. düz bir karanlıktır. soyuttur benim gözümde. gittiğin her yere gelen bu soyutluğu neden önemsemeyiz ki? bu kadar sadık ne var başka? al işte bunu da soyutlaştırmışım kalbimde. bunu da sevmişim. bu değer karmaşalarım yok mu azizim! olmasaydı böyle mi olurdu?
evden çıkmadan, her zaman olduğu gibi melisa’nın odasına girip, bir öpücükte onun ay parçası yüzüne kondurdum. öyle masum ki! 4 yaşında, savaşta öldürülen bir çocuk kadar suçsuz. zaten daha bebek. 2 yaşına bile giremedi. o benim biricik bebeğim olarak kalacak. ateşinin, ona neredeyse havale geçirmesine sebep olduğu, o geceyi nasıl unuturum? riga’daydım... bana en çok ihtiyaçları olduğu anda! pişmanlıklarım bundandır. yanlış zamanda, yanlış yerde olup, yanlış işler yapmak.
tam evden çıkacakken bir hüzün kapladı içimi. ne yapıyordum ben? nasıl bir hayattır bu? amacım neydi? gene şirketime gidip bana hiç bir heyecan vermeyen işlerimi yapmak mı? hırsımın kölesi olmak mı? gölgemle bir başıma sokaklarda salınmak beni neden mutlu etsin ki? bazılarına göre her şeyim var; ama güneşim yok, ayım yok, sevenim yok, sevdiğim yok! hepsi gitmiş, beni terk etmiş. trilyonlarca kağıt parçam olsa neye yarar. sıcak bir el yok sırtımda. neden gittin elvan? hoş neden gittiğini de biliyorum ya! kuşları çok severdin. soğukluk olan yerde kalamazdın. sana sıcaklığı veremedim. hep kendimi düşündüm. sen de göç ettin. minik kuşumuzu da aldın ve gittin işte.
kafam artık dank etmişti. yapmam gereken değişikliğin ne olduğunu bulmuştum. önce melisa’nın resmini kaldırdım; sonra elvan’ın. soyut materyallerle işim yoktu artık. gölgemi de sevmeyecektim artık. zaten karanlık ve ruhsuzdu.
hemen yatak odasına çıktım. son kez bağırdım rıfat efendiye. "git be adam, git de bir şeyleri değiştir. karını bul! ona yalvar, ayaklarına kapan! ama ne yaparsan yap; onu ikna et ve eve getir! aynada kendinle konuşmayı da kes artık!"
Gökten Çağrı AKTAN
YORUMLAR
“aynada kendinle konuşmayı da kes artık!"
Aynaya bakmasa bile durum değişmez ki.. gözünü her kapadığında kendisini görecektir çünkü. Yaptıkları ve yapamadıkları belirecektir gözünde; ve yine gölgesinden bile nefret edecektir.
Çoğu insanın içinde bulunduğu çekişme işte; herkes kendinden bir şeyler bulabiliyor mutlaka.
Yüreğe sağlık.