MANTARA GİDEN ÇOCUK-III
.................................
Buradan baktığımda şu görüntü sanki bir tablo gibiydi. Fakat bu, gerçek bir tablo idi. Onu ne bir ressam çizebilirdi ne de bir yazar ve şair yazabilirdi. Çünkü o tabloyu yapan ve yaratanın kendisi eşsizdi. O tabloda her bir varlıklar sanki bir şeyler anlatıyorlar, bir şeyler yapıyorlardı. Bütün tarlalar, irili ufaklı tepeler, kıvrım kıvrım dereler ve yollar her biri ayrı birer canlıydılar sanki. Dereler el ele tutuşmuş birer çocuk gibiydiler. Yollar sanki kovalamaca oynuyorlar gibiydi. Ve daha uzaklarda sıra sıra dizilmiş olan söğüt, kavak ve servi ağaçları köyün koruyuculuğunu yapan askerlerin kışlaları gibiydiler.
Bu eşsiz güzellik içerisinde her şey sessizce yüzüyor gibiydiler. Bir ses beni yerimden ve bütün bu güzelliklerden ayırıyordu. Beni hızlıca yerimden kaldıran Karabaş’ın sesiydi. Karabaş hemen yakınımda, beş-on metre kadar ileride ve çalının etrafında fır dönüyordu. Ayağa kalkmıştım hemen. Bir an onu merakla seyrediyordum. Karabaş kuyruğunu durmadan sallıyor, çalının içine dik dik bakarak kendi kendine hem hırlıyor hem de çalıya ön ayaklarıyla vuruyordu. Çalıya ayaklarını sık sık vuruyordu. Durmadan da homurdanıyordu. Bir türlü çalının içine de girmiyordu. Öyle merak etmiştim ki, yavaş yavaş ve biraz da korkarak Karabaş’ın yanına doğru vardım. Benim geldiğimi anlayan Karabaş, daha da pürlendi ve giderek havlamayı da artırdı. Çalının etrafında hızlı hızlı dönmeye başladı. Kendi kendime;
-Herhalde bir kuş girdi çalının içine. Karabaş, onu çıkarmaya çalışıyor, dedim.
Çalıya ben de iyice sokuldum. Karabaşta benden cesaret almıştı. Çalının her tarafını iyice karıştırdık; kuş filan yoktu. Hiçbir şey görünmüyordu. Tam vazgeçip içinden çıkmaya karar vermişken, bir yeşil kertenkele tarlalara doğru kaydı gitti. Karabaş peşinden hayli koştu. Onu yakalayamadı. Sonra Karabaşla beraber önümüzde yeşil bir derya gibi duran meşe koruluğuna doğru yürümeye koyulduk. Artık önümüzde ne bir dere, ne bir tepe, ne de bir yokuş vardı. Çok yakınımızda gölgeleri altında yürüyeceğimiz meşe ağaçları bizi bekliyordu.
Bastığım topraklarda ekinler artık son bulmuştu. Şimdi önümüz alabildiğine yemyeşildi. Amma bu yeşillik sadece meşe ağaçlarının yeşilliği idi.
Bambaşka bir âleme yürüyordum. Sabahın ilk vakitleri. Ormanı ilk kez böyle güneşin doğuşuyla beraber seyrediyordum. Güneş ilk ışınlarını meşe ağaçlarının yapraklarına ne hoş dokunduruyordu… Güneş, sanki meşelerin arasından doğuyor gibiydi. Kendi kendime;
-Bu yeşillik deryası güneşin yurdu mu? diyordum içimden.
Ağaçların arasından bir aşağı, bir yukarı ilerlerken, güneşin ışınları her bir yerime birer ok gibi düşüyordu sanki. Işınlar yapraklara dokundukça sanki onları gıdıklıyor gibiydi. Yapraklar, ışınların kendilerine dokunmalarıyla sanki güneşe ‘merhaba’ der gibi el sallıyorlardı. Ve yapraklar, güneşle birlikte gülümsüyorlardı. Birden aklıma ormanın, savaşlarda çok önemli rol oynadığı ve insanları gizleyen en gizli bir sığınak yeri olduğu geliyordu. Bunu okulda öğretmenimiz anlatmıştı. Sonra kendi kendime oyun oynamaya başladım. Bütün ağaçları birer askermiş gibi düşünüyordum. Ben de oyunumu bir savaş üzerine kurmuştum. Bir meşeden bir başka meşeye hızlıca geçiyor ve bir garip askercilik oynuyordum. Hiç kıpırdamıyordu ağaçlar. Bir ara öyle düşündüm ki, bütün ağaçlar sanki nöbet tutan askerler gibi koca bir orduyu andırıyorlardı. Benim kendilerine zarar vermeyeceğimi biliyorlar gibi hiç ses çıkarmıyorlardı.
Hayli gitmiştim. Dalmıştım ormanın derinliklerine doğru. Gittiğim yerleri iyi tanıyordum. Nerede olduğumu da biliyordum. Artık mantar tarlasına yaklaşmıştım.
Nice ağaçların arasından yürüdükten sonra önüme boş bir ağaçsız alan çıkıverdi. Bu, ormanın içerisinde hiç ekilmeyen, biçilmeyen bir başka tarla idi. Dikenlerle, pıtraklarla ve çeşitli yabani otlarla dolu bir tarla. Dalmak istemedim içine. Önce, biraz kenarında ve bir meşenin gölgesinde oturup dinlenmek istedim. Kenarda, gölgesi geniş bir ağacın altına oturdum. Henüz yorulduğumu hissetmiyordum. Fakat yer sanki ıslak gibiydi. Birden kalktım. Başka bir tarafa oturdum. Burası da ıslaktı. Sonra anladım ki sabahın bu vakitlerinde hâlâ yerler olurmuş. Çünkü, bilhassa bu vakitlerde, hele ağaçlık ve ormanlık gibi yerlerde rutubetin hiç eksik olmadığını, yağışın ve rüzgârın bol olduğunu hem öğretmenimiz söylemişti hem de büyüklerimiz hep söylerdi.
Ayakta bekliyordum… Canım artık oturmak istemiyordu. Fakat bu arada kafamın biraz yorgun olduğunu hissettim. Düşüncelerimi toparlayabilmek için tekrar oturmaya karar verdim. Fakat yerlerin ıslaklığı aklıma gelince, hemen sırtımdan ceketimi çıkarıp sermek istedim. Ve işte o zaman yorulmuştum. Ayakta öylece kalakalmıştım. Beni üzen ceketimin olmayışı değildi. Ceketimin olmayışını fark edimle birlikte yanıma, mantarları koyacak ne bir torba ne bir çanta almayışımdı.
Ben bu alaca gün zahmetlerini sanki boşa çekmiş gibiydim. Çünkü ben, mantar toplamaya gelmiş ve gün iyice kızmadan tekrar köye dönmeyi, herkese sürpriz yapmayı düşlüyordum. Bundan dolayı benim için en önemli olan toplayacağım mantarları koyacak bir kabın bulunmayışı idi. O yokuşlar, o tepeler ve dereler beni gerçekten yormamıştı. Beni bu düşünce yormuş ve olduğum yerde hayli bekletmişti. Kendi kendime, ‘ne etsem, ne yapsam?’diye düşünüp dururken aklıma, yine üzerimde bulunan yeşil renkli ve çiçek desenli gömleğimi bir torba olarak kullanmak çare oluyordu. Bu çare bütün olayları ve durumları tekrar normale sokuyordu. Ve ben, kendimi toparlayarak yürümeye başlıyordum.
Daha bir adım atmıştım ki, yanımda bir eksiklik hissettim. İkinci adımımı atarken tekrar durdum. Karabaş yanımda yoktu. Eksiklik Karabaş’ın olmayışı idi. Bu benim için en büyük eksiklikti. Etrafta Karabaş görünmüyordu. ‘Belki bir ağacın gölgesinde o da yatıyordur.’ diye düşündüm. Fakat ne kadar seslendiysem Karabaş bir türlü ortalığa çıkmıyordu. Hatta hiçbir taraftan bir çıt bile çıkmıyordu Bu, beni iyice korkutmaya başlamıştı. Olduğum yerden etrafa hayli baktım durdum. Her taraf ağaçlarla kaplıydı. Anlamsızca bakıp dururken, kendimi bir anda içinden çıkamayacağım bir boşlukta hissediyordum. Çünkü Karabaş, benim cesaretimdi. O askercilik oynadığım ağaçlardan şimdi öyle ürperiyordum ki!.. Sanki beni yakalamak için etrafımı çeviren askerler oluvermişlerdi.
Yine tek çıkar yol olarak tekrar seslenmeyi düşündüm. Etrafımda dönerek ve avazım çıkıncaya kadar bağırıyordum. O kadar kuvvetli bağırıyordum ki, kendi sesimi beynimde bir daha duyuyordum. Beynim zonkluyordu kendi sesimden. Artık umudumu kesmiş ve kendi kendime tarlanın kenarından yavaşça yürümeye başladım. Hep ağaçların yakınından yürüyordum. Ama ne içlerine doğru, ne de arkama dönüp bakıyordum yürürken. Çünkü, içimi kaplayan yalnızlık korkusu, bütün bedenimi düşüncelerimle birlikte hareketsiz kılmıştı. Giderek titreyen ayaklar sonunda beni dikenli tarlaya getiriyordu. Oradan bir başka tarlaya geçen yol vardı. Bu yolu hatırlamıştım. Kağnılar geçerdi bu yoldan. Bu yol sadece ve sadece bizim tarlaya giden bir yoldu. Bir an sevinmiştim. Korkum hâlâ kendini muhafaza ediyordu. Yol iniş aşağı gidiyordu. Adımlarımı hızlandırmıştım. Kıvrım kıvrım giden kağnı yolunu takip ediyordum. Nihayet tarlaya çıkan yola sapmıştım. Bu, iri gövdeli ve sık ağaçlarla çevrili ormanın içerisinde küçük bir gölü andıran ekin tarlası üzerinde yeşil bir yorgan çekilmiş gibi duruyordu. Yaklaştıkça kenardaki başaklar hafifçe sallanarak, ‘hoş geldin’ der gibi içimdeki korkuyu hafifletiyordu.
İşte, ‘Karabaş’ta burada olmalı!..’ dedim içimden. Çünkü, Karabaş buraları çok iyi tanıyordu. Zaten tarlayı görür görmez içim hemen rahatlamıştı. Ve hemen;
-Karabaş, çık ortaya… Karabaş, Karabaş, diye seslendim durdum.
Bu seslenişimle beraber Karabaş duymuş olacak ki sesimi o da ses veriyordu. Tarlanın tam ortasında birkaç yabanî armut ağacı vardı. Karabaş’ın sesi oralardan geliyordu. Sanki Karabaş’ın o sesiyle bütün korkularım birdenbire kayboluyordu. Tarlanın doğu tarafında bulunan erik ağacının dibinde yatıyordu Karabaş. Sesimi duyar duymaz ‘ben buradayım’ der gibi ayağa kalkmış ve havlamaya başlamıştı.
Hiçbir insan belki de o an benim kadar sevinmemiştir, benim kadar mutlu olmamıştır. Karabaş’ın sesini duyar duymaz ekin tarlasının içine dalıverdim. Doludizgin koştuğumu gören Karabaş, beni karşılamak üzere o da kalkıp bana doğru koşmaya başladı. Ekinlerin ortasında karşılaşınca, ikimiz de birbirini çok özleyenler gibi hayli sevindik… Sonra tekrar vardık erik ağacına ve dibine oturduk. Karabaş, benim kendisini kucaklayacağımı bilircesine hemen yanıma sokuldu. Hayli okşadım Karabaş’ın başını ve sırtını. Daha sonra ağacın gövdesine başımı ve sırtımı yasladım, yeşil ve ‘merhaba’ diyen ekin başaklarının arasına ayaklarımı uzatıverdim.
Daha küçük bir çocuktum. Neler yaptığımı, nasıl yaptığımı bilmiyordum. Bunları düşünemiyordum bile. Bu arada hem yorulmuş hem de yorgunluktan olacak ki, birazcıkta uyku gelir gibiydi. Çünkü, Karabaş’ı bir an yanımdan kaybetmiştim. Başıma birden bir ağırlık çökmeye başlamıştı. Çünkü çok erken vakitlerde kalkmış ve uykumu yeterince alamamıştım. Daha sonra dağ eriğinin dibinde, güneş ışınlarının artık her nesneye, her varlığa göz kırptığı bir zamanda, sabahla beraber yavaş yavaş gitmeye hazırlanan seher yelinin serinliğinde uyuyakalmıştım.
Bir ses beni sanki zorla uyandırıyordu. Uyandığımda Karabaş, ekinlerin içinde havlayarak gidiyordu. İleride bir inek, tarlanın kenarında, ekinlerin içindeydi. Karabaş, ineği tarladan uzaklaştırmak için kalkmış ve ona havlıyordu. Belli ki beni de Karabaş uyandırmıştı.
........ DEVAM EDECEK ...... EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.