öğle güneşinde uyuyan bitli köpeğin düşleri
Ucu tutuşturulmuş kağıt gibi yanıyor şehir. Lanetlenmiş bir sıcak ve cehennemdeki vajina kadar kuru hava var dışarıda. Bir zeytin dalı misali, Ege denizine uzanan yarımadada değil, sanki Arabistan çölündeyim. Taun gibi orada, bizi haklamak için dışarı çıkmamızı bekliyor güneş.
Kadınlar ıslak donlarıyla yolda yürürken çok sakin ve serin görünüyorlar kendilerine ve bize. Ah o canım güzel kadınlar. Bacaklarından akan her ter damlası, serum gibi, en az on erkeğe hayat verir…
İşimizi bitiren güneş olacak, son kararı verecek olan o. Saniyenin onda biri gibi bir hızla toza döneceğiz. Bunlar yaşanmadan önce, şimdiki zamanda, o uzak ihtimalin verdiği rahatlığı taşıyorum omuzlarımda.
Bir ambulans sesi dönüyor havada. Duyuyor musunuz? Biri acı çekiyor muhtemelen ve ben burada yazı yazıyorum, belki siz bir hatun götürüyorsunuz, ve ben hala yazıyorum, belki kabızlık çeken birileri var, hala yazıyorum, ergen bir çocuk odasında eline patlatıyor, yazıyorum, iş yerinde çalışan insanlar var, yazmaya devam, gürültülü fabrikada, vardiya bitimini merak ederek saate bakan insanlar var, ısrarla vuruyorum tuşlara, Afrika’da aç koşan aslan var bir yerlerde, ve ben hala yazıyorum…
Bir şeylerin sırasını savmanın memnuniyeti var kulağımı dolduran havanın içinde…
Bu yazdığım şeyin ne olduğunu ben bile bilmiyorum. Peşi sıra cümleler diziyorum, konudan konuya atlıyorum işte. Benden bir asır önce bir şeyler yazmış, tanımlamalar yapmış dev yazarları hiç umursamıyorum. Daha iyileri nasılsa yazılmayacak. Knut Hamsun’dan sonra daha iyi kim anlatır açlığı? İnternet boşuna son yazarı öldürmeden hayatımıza girmedi. Bekledi…
Ancak o dev yazarların bulundukları yerden beni, sizi, interneti çok umursadıklarını sanmıyorum. Yazarların yarısı yalancıdır, geriye kalanların bir bölümü deli, yalnız, tecavüze meyilli, otuzbirci, hırsız, aç, kumarbaz, alkolik ya da melankoliktir... Bir aziz aramayın. Neyse, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini ancak taşaklarımdaki kıllar kadar önemsiyorum. Dünyanın herhangi bir yerinde, bir zamanda, bu yazı türüne bir isim verilebilir belki.
Yo, deneme değil bu. Bir şeyi denemiyorum, sadece boşalıyorum siyah harflerim ve kelimerimle beyaz sayfa üzerine…
Yazımı paylaşmam için önce bir kalıba sokmam gerekiyor, düşüncelerimi. Türünün ne olduğuna karar vermeliyim, gözümü kapatıp seçiyorum. Söyleşi...
Bir tanımlama yapmak istemiyorum. Bırakıyorum özgürlüğü aşan düşünceler aksın denizime. Ama durun, durun. Galiba buldum ne olduğunu. Evet, isimsiz, babasız, piç bir yazı bu!
Şehrin ortasında yürürken bir an durup düşünüyorum. O kadar kısıtlanmış bir alanda yaşıyoruz ki… Kamu binalarına bakıyorum. Eski saraylar misali gösterişli ve büyük. Sonra özel şirket binaları, evler, iş yerleri…
“Nereye gidicem lan ben?” Diyorum.
Para harcama zorunluluğu olan bir kafe, restoran, çay bahçesine mi? Sinemaya mı? Bunlardan başka yolda yürümek dışında insan nereye gider? Gidecek bir yer kaldı mı? Etrafımız yüksek duvarlar, beton binalarla öyle bir sarılmış ki özgür olduğumuza inandırılmışız. Hapishane voltalarını, dışarıda, pahalı markaların satıldığı mağazaların çevrelediği dar sokaklarda atıyoruz.
Bir restoran önünde biraz bekleyin bakalım, ya da bir kuyumcunun önünde haddinden fazla oturun, sizi nasıl kovalıyorlar görürsünüz.
Sokağa çıkın ve şöyle bir bakın etrafınıza. Size kalan kuru bir asfalt, bir meydan ve küçük bir park belki.
Şimdi Amy Winehouse’un “hey little rich girl” şarkısını çalıyor bilgisayarım. İlk defa dinliyorum.
Dün akşam bir ödül töreninde konuşan dizi oyuncusu kadının söylediklerini hatırlıyorum. Ödül aldıktan sonra konuşmasında halka teşekkür ediyordu. “Biz sizin için yapıyoruz herşeyi, sizin için varız.” diyordu. Yanlış duymamıştım. Aynen bunları söylüyordu. Sanki yaptığı şeyi bir hizmet, bir hayır işi olarak görüyor, karşılığında para almadan yapıyor gibi gereksiz bir samimiyet ve minnet duygusu taşıyordu gözlerinden.
Bizim marketteki adamı düşündüm sonra, hiçbir zaman müşterilerini arayıp, bir kez bile “Ben sizin için varım, herşeyi sizin için yapıyorum.” dememişti. Ne saçmalık olurdu ama?
İnsanın başına gelebilecek en kötü şey, olabilecek en iyi şeyden daha yakın dururken insana, mutlu görünmek zordur.
Bir deniz kıyısında olmalıydık şimdi. El kadar bikinili kadınların arasında yüzmeliydik. Ama bunun yerine dikizci güneşi dışarda tutan kalın perdemi aralıyor ve uzun asfalt bir yol görüyorum, Afrika kıtasını aydınlatan güneşin altında ölü bir yılan gibi dümdüz yatıyor.
Arkamda yatak öfkeyle beni izliyor. Uzun zamandır kadın yüzü görmedi. Haksız sayılmaz. “Moruk sadece bir kadın.” Diyor, “Çok değil, bir tane…”
Kimsenin kendi eline patlamak zorunda kalmadığı bir dünya düşlüyorum…
Şuan Bach’tan Brandenburg Concerto No.2 Allegro dinliyorum. Hiç beklemiyordunuz dimi benim gibi ağzı bozuk birinden?
Şimdi bir sigara içmeyi düşünüyorum.
Sıkılmadınız mı hala?
Ben sıkıldım…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.