- 1588 Okunma
- 18 Yorum
- 0 Beğeni
SEKİZİNCİ EV
***
Dedemler şehre taşınmıştı. Artık çok hasta olan büyükannemin gittiği bütün doktorlar ona nemden uzak durmasını ve hastaneye yakın bir bölgede yaşaması gerektiğini öğütlediği için doğup büyüdükleri köyü terk edip şehirde kiraya verdikleri daireye taşınmak zorunda kaldılar. Bu ev geniş sayılabilecek bir bahçe içinde, iki katlı, sıvasız eski bir binaydı. Köydeki eve göre daha ferah olsa da, küf kokusu burada da insanın genzini yakıyordu. Belki de o kokuyu içimize hapseden ve onu gittiğimiz her yere taşıyan bizlerdik. Giysimiz, tenimiz gibi doğal birer parçamız olmuş olabilir miydi bu tuhaf koku?
Büyükannem halinden memnun değildi. Bütün bir ömür çalışıp didindiği toprakları arkada bırakmanın kederi, buruşuk yanaklarındaki solgunluktan ve yol boyu hiç konuşmamasından anlaşılıyordu. Sırtındaki çuvalda taşıdığı kap kacağın gıcırtısı bana, sepetle tarlaya öğle yemeği taşıdığı günleri hatırlattı. Bayır bahçeden inerken sepet ondan fazla zorlanırdı sanki. Hepimiz sepetteki bakır sahanların sesiyle elimizdeki işi bırakır serin bir yerlere tünerdik. Büyükannem düzlükte görünmeden yemeklerin hayalini kurmaya başlardık. Halamlar, annem, amcam ve biz çocuklar, tarlanın girişindeki söğütlerin çit olduğu yola gözlerimizi diker, sessizce beklerdik. O zaman annem bizi yanına toplayıp, fazla yiyip kendisini utandırmamız için sıkıca tembihlerdi.
Sessizlik büyükannemin söğütlerin altında görünmesiyle bozulurdu. Annem boş çuvalları yere serince herkes bu ilkel sofranın başındaki önceden belirlenmiş yerini alırdı. Büyükannemin sepeti sırtından bırakmasıyla kaşık çatal sesleri ince ve çok sevgili bir beste gibi kulaklarımızı doldururdu. Yemek yerken ev ahalisini izlerdim. Belki de yalnızca o anlarda gözlerinde beliren duru bir rehavet görürdüm. Bir parça mutluluk ve geçici bir kayıtsızlık. Herkes işinin başına döneceği zaman, sofra bezinin kenarında bekleyen düşünceli, kederli veyahut hastalıklı çehresini tekrar yüzüne takardı.
Büyükannemi ilk defa ayakkabıyla görüyordum. Uçları yuvarlak, topuksuz, siyah ayakkabıların içine sıkışmış tombul ayakları pek rahat görünmüyordu. İki de bir durarak ayaklarını toprağa vurması bu yüzdendi.
Nihayet dolmuş durağına vardığımızda ikimizde de yürüyecek hal kalmamıştı. Taksi yazıhanesinin avlusunda boş duran iki sandalyeye teklifsizce çöküverdik. Hemen karşımızdaki kaldırımda beş fasulye çuvalı vardı. Çuvalların kenarındaki beton bankta üç kadın oturuyordu. Bir süre bizi süzdüler. Kadınlardan bir tanesini tanıyordum. Sonbaharda büyükannemlere pek sık gidip gelmişlerdi. Daha sonra annemle büyükannemi konuşurlarken duydum. Küçük halama görücü geldiklerini öğrendiğimde, içimi yine o kurtulamadığım terkedilme duygusu kaplayıverdi. Etrafımdaki kişilerin, eşyaların hayatımdan çıkması beni korkutuyordu. Sanki bir gün bu koca dünyada tek başıma kalacakmışım gibi hissediyordum.
Halam görücülerden iki ay sonra imecede tanıştığı Yozgatlı bir gençle evlendi. Onun gidişinden sonra büyükannem iyice çöktü. Nefes alıp verirken morarıyor, yattığı yerden kalkarken büyük azap çekiyordu. Sonunda daha fazla dayanamayıp köy ebesine muayene oldu. O gün yanında ben de vardım. Ebe büyükannemi sağlık ocağının küçük muayene odasındaki sedyeye yatırınca, büyükannem kalkıp gidecek gibi oldu. Ebanımın ısrarı üzerine gitmekten vazgeçti. Ben muayene odasındaki aletleri incelerken büyükannem sedyenin muşambasındaki delikle oynuyordu. Kısa bir süre sonra ebanım içeri girdi. Çekmeceden çıkarttığı eldivenleri eline taktı. Sonra aynı yerden bir eldiven daha çıkarttı. Şişirip bana uzattı. Önce tepesinde beş parmağın ucu görünen balondan korktum. Fakat ebanımın gülen gözleri bana güven verince balonu aldım. Bu benim hayatımda gördüğüm ilk balondu.
Dışarıdan çocuk sesleri geliyordu. Ebenin çocukları lojmanın avlusunda sek sek oynuyordu. Pencereden onlara baktığımı görünce, dışarı çıkıp onlarla oynamamı istedi. Büyükanneme baktım. Yüzü kederli ve utanç içindeydi. Yine de gitmem için başıyla işaret etti.
Sağlık ocağının merdivenlerinde oturup büyükannemi beklemeye başladım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama, keskin bir inilti sağlık ocağının duvarlarını aşıp avluda yankılandı. Bu büyükannemdi. Ağlıyordu. Kulaklarımı kapattım.
Allah beni seviyordu. Bunu biliyordum. Bunu bir kış günü pencerenin kenarına konan serçenin gözlerinde görmüştüm. Karların üzerinde bir o yana bir bu yana zıplayan serçeyi görünce Allah’a “Ne olur bana baksın. Eğer sen gerçekten varsan, serçe bana baksın” diye dua ettim. Kolum acıyordu. Karda poşetten kızağımla kayarken yazdan kalma bir mısır sapı kolumu çizmişti. Anneme söylemekten korktuğum için odaya kapanıp acının geçmesini bekliyordum. Hep geçerdi. En büyük acılar bile geçerdi.
Serçe birkaç kere daha olduğu yerde sektikten sonra beklediğim şey oldu. Birden havalanıp, pencerenin karla kaplı pervazına kondu ve bana baktı. Küçük yuvarlak gözlerinin kahverengi kuyusundan aşağı düştüğümü hissettim. Ne kadar bakıştık bilmiyorum. Belki saniyenin yarısı kadar, belki bütün bir öğleden sonra. Kendime geldiğimde, içimde güçlü bir şeyin nefes aldığını hissettim. Yalnız olmadığımı biliyordum. Allah beni seviyordu. Büyükannemin gözleri yaşararak anlattığı, altından sarayların bulunduğu, ırmaklarından bal ve süt akan cennetin ahalisinden olduğuma inanıyordum. Şimdilik bu yalnızca serçe ve benim aramda bir sırdı. Daha sonraki günlerde, aylarda ve mevsimlerde onu bekledim. Bir daha hiç gelmedi. Fakat beklemekten vazgeçmedim. O vakitler, kalbimin duru denizinin bulandığını anladığım an serçeyi beklemekten vazgeçeceğimi bilmiyordum. Bütün bunları düşünürken dua etmeyi unuttum.
Büyükannem topallayarak kapıdan çıktı. Ebanım arkasından söyleniyordu. “Ne diye bu kadar bekledin a benim teyzem?” Büyükannem tez canlı bir kadındı. Hiçbir şey için beklemeye sabrı olmazdı. Ne için bu kadar beklemişti? Bu sorunun cevabını sonradan öğrenecektim. Dedemle birlikte hastane hastane dolaşmaları, ilaçlar, derin uykular, iniltiler ve öksürükler hayatımızın vazgeçilmezleri olmuştu. En son teşhisi koyan doktor rahim kanseri diyordu. Dedem bunu büyükanneme açıklarken çok ağladı. O gece gözlerinden dökülüp sakallarından sızan gözyaşları, kara ateşten yükselen alevlerin şavkıyla pırıl pırıl parladı.
Kanserin ne olduğunu biliyordum. Ölümdü. Önü sonu yok. Sadece ölümdü ve bunu bilmek bile çok şey bilmek demekti. Ailede adı en sık geçen ölüm sebebiydi kanser. Ben hiçbir şey olmamış ya da duymamışım gibi odunluğa gidip iki küçük kestane kökü aldım ve ocak başındaki kara ateşe attım. Yükselen alevler bu kez büyükannemin yanaklarını parlattı. Gözleri iyice hassaslaştığı için akşamları lamba açamıyorduk. O yüzden karanlık çökünce herkes rahat ediyor, kuytu köşelerde rahat rahat ağlayabiliyordu.
Büyükannemin hastalığı ilerleyince tarlaların büyük bir kısmı meyve bahçesine çevrildi. Artık içinde koşarken kendimi uçurtma gibi hissettiğim o geniş arpa bahçeleri, püsküllü ham koçanlar toplayıp evcilik oynadığım mısır ormanları, geceleri bile kızıl bir ışık saçan domates bahçeleri olmayacaktı. Annemi ablamı ya da abimi özlediğim zamanlar saklandığım ve çatlayana kadar salatalık yediğim bostanlar yerlerini meyve bahçelerine bıraktı. Artık herkes gibi benim de acılarım korunaksız ve saydamdı.
Dolmuş durağa yaklaşınca önümüzde oturan kadınlar fasulye çuvallarını sırtlayıp arabaya doğru yürüdüler. Büyükannem elimi sımsıkı tutuyordu. Neden sonra terli ellerinin titrediğini fark ettim. Arkasına yaslanmış, diğer eliyle göğsünü sıvazlıyordu. Yüzünde gizlemeye çalıştığı acı, güçlükle zapt edilmiş bir öfkenin artçıları gibi çehresinin her noktasına yayılmıştı. Gözlerini yumuyor, dişlerini sıkıyor, biraz sonra derin bir nefes alıp belirsiz bir noktaya bakıyordu. Otobüs yazıhanesinden bir adam onun bu halini fark etmiş olacak ki, elinde sürahiyle çıkageldi. Adam büyükannemin yüzüne su serperken ileride dolmuşa binmek için bekleyen kadınlar bizden yana nefret dolu son bir bakış attı. İçlerinden biri “Cumadan açan hava ya salıya kadardır, ya selaya kadar. Dua edelim de sela gelsin” dedi.
Ablam selaların ölülerin şarkısı olduğunu söylemişti. O her şeyi bilirdi. Gövdesinden üç dal çıkan incir ağacında, her birimiz kendine ait dalda sallanırken söylemişti bunu. Ona “Sözlerin beni her zaman kokutuyor” dedim. Abim bu sözlere gülüp geçmişti ama ben her zamanki gibi ablama inanmış ve çoktan kendi içimde müzakerelere başlamıştım. Ölüler neden şarkı söylesindi? Minareye çıkan, şerefede görünen, seladan önce mikrofona vuran ölünün kendisi miydi? Minareden inip tabutluğa girdiğini görenler nasıl oluyordu da korkmuyordu? Abimle ikisi çoktan kahraman naraları atmaya başlamıştı fakat ben ablamın o cümleyi söylediği ince zaman diliminde sıkışıp kalmıştım. Bir dal çıtırtısıyla kendime geldiğimde ablam incirin bir iki metre ötesindeki uçurumun dibinde dikenliğin içinde çığlıklar atıyordu.
İncir ağacı bizim kutsal atlarımızın bağlı olduğu bir mabetti. Dalların üçünün de ucunda at gibi binebileceğimiz çatallar vardı. Bazen dalları öyle aşk ile sallardık ki, incirin dibinden uğultuya benzer çıtırtılar yükselirdi. Ablam yine o kuvvetli sallanışların sonunda hızını alamayıp abimin olduğu dala sıçramış, tutunduğu dal ile birlikte uçuruma düşmüştü. Annem onu dikenlikten çıkartırken bile hala elinde o dal parçası vardı. Evet, yaralanmıştı. Güzel yüzünden ve bacaklarından kanlar sızıyordu. Ama bir kere daha hepimize ne kadar cesur olduğunu göstermişti. İşte o dal, onun bizden üstün olduğunun bir nişanıydı. Acıya daha fazla direnemeyip kendinden geçtiğinde annem dalı güçlükle elinden aldı.
O uyurken yüzünde kabarıp donan kan birikintilerine baktım. Alnının orta yerinden şakağına kadar derin sayılabilecek bir yırtık açılmıştı. Gelen giden “İz kalmasa bari” dedikçe, içimi tarifsiz, sıkıntı verici ama bir o kadar da mutlu eden bir duygu kapladı. Bembeyaz, lekesiz yüz, beni her seferinde gizliden gizliye ezen, fakat aynı zamanda böyle bir güzelliğin kardeşi olduğum için gururlandıran yüz eskisi kadar cazibeli olmayacaktı.
Komşulardan biri bir akrabasının böyle yaralar için faydalı bir em hazırladığını söyledi. Annem beni kadının yanına katıp o akrabanın evine gönderdi. Yol boyu ablamın lanet olası şansına isyan ettim. O daldan düşen ben olsaydım, çoktan ölmüş olurdum. Gittiğimiz evde bir saat kadar kadının ilacı hazırlamasını bekledim. Kadın bizi kokak bir odaya alıp duvara gömülü raflardan birkaç kavanoz indirdi. Büyük bir ciddiyetle ilacı hazırladı. İşi bitince hazırladığı yeşilimsi, kreme benzer ilacı küçük bir kibrit kutusuna doldurup bana verdi.
“Aman derhal sürülsün. Yoksa tesir etmez.”
Tesir etmez, cümlesini tekrar ede ede evimize sapan patikaya kadar geldim. Tesir etmeli miydi? Etmemesinde de bir hayır olamaz mıydı? Belki güzelliği sayesinde başına türlü musibetler gelecek, ablam bir ömür mutsuz olacaktı. Hem “Allah çirkin şansı versin” demezler miydi hep? Ben de kendimi bu umutla avutmaz mıydım? Cebimden çıkarttığım kutucuğa baktım. Şimdi bunu şuracıkta toprağa gömsem, anneme de gelirken düşürdüm desem…Büyükannem kadere müdahale etmenin büyük günah olduğunu söylemişti. Oysa ben müdahalenin bile kaderin bir parçası olduğuna inanıyordum. Eğer Allah ablamın iyileşmesini murat etmemişse, benim kutuyu toprağa gömmemdeki kusurum ne kadar olurdu?
Başımı kaldırdığımda patikanın kenarındaki kiraz ağacının alçak dalında, üzerinde yeşil elbisesi, yüzünün iki yanından sarkan sarı bukleleriyle oynayıp, dudaklarını tatlı tatlı bükerek bana bakan ablamı gördüm. Onun şuan oturduğu yer haksızlığa uğradığım ya da dayak yediğim zamanlarda sığınıp huzur bulduğum yerdi. Ablam, ne zaman ortadan kaybolsam orada olduğumu bilir ama erken ama geç fakat mutlaka yanıma gelirdi. Önce bir şey söylemeden bana bakar, sonra yanıma oturur bana okulda yaşadığı ilginç hadiseleri anlatırdı. Yaşadığım kederin yoğunluğuna göre, kimi zaman anlattıklarına güler, kimi zaman sadece dinliyormuş gibi yapardım. Sanırım içimdeki kıyametleri ertelemeye ilk o kiraz dalında başladım. Vakti gelince kapılıp helak olacağım kıyametleri her hakları saklı bir şekilde daha ileriki bir zamana ötelemeyi ablam sayesinde, o dalda öğrenmiştim.
İşte yine oradaydı. Güllü terliklerini geçirdiği küçük ayaklarını sallıyordu. Yüzünün güneşe dönük tarafını çok iyi seçemesem de, gölgeli tarafındaki gamzesini görebiliyordum. Kutuyu tekrar cebime koyup ağaca doğru yürüdüm. Ona yaklaştıkça yüzünün güneşle parlayan tarafından sızan kanı gördüm. Kan önce fırfırlı yakasına damlıyor, oradan karnına ve bacaklarına sıçrıyordu. Buna rağmen o hala gülüyordu. Olduğum yerde durdum. Aramızda ancak iki metre mesafe kala. Aniden bastıran bir rüzgar fırtınası ikimizin arasına girdi.
Havada uçuşan yapraklar bir süre sonra etrafımızda dönmeye başladı. Sanki bir hortumun içinde, iki ayrı kesecikteydik. Hep güldü. İnadına güldü. O böyleydi. Karşısındakinin tamamen zıttı olmak, onun en iyi becerebildiği şeylerden biriydi. Benim içimdeki bütün kine rağmen, o gülüyordu.
Rüzgar durduğunda kiraz dalında oturuyordum. Ablam ortalarda yoktu. Az önce kanın sıçradığını gördüğüm yerlere baktım. Otlar Haziran güneşinde kavrulmuş, pırıl pırıl parlıyordu. Kuş sesleri, uzaklarda bir yerlerden gelen balta sesi, sonra bucaksız bir sessizlik.
“Yeşme, bu kiraz ağacı.”
“Kiraz ağacı.”
“Burada oturulur, etrafa bakılır. Ama ağlanmaz.”
“Ağlanır.”
“Ağlanmaz Yeşme. Sonra Defne gibi olursun.”
“Defne de kim?”
“Eskiden çok güzel bir kızmış. Onu istemediği biriyle evlendirmeye kalkmışlar. Çok ağlamış. Sen bilmiyorsun, yetişkinler aşık olurlar.
“Yetişkin nasıl olunur?”
“Böyle kocaman memelerin olduğunda.”
“Sen ondan mı annemin sutyenini giyip içine çorap dolduruyorsun?”
“Bunu nereden biliyorsun?”
“Seni gördüm.”
“O başka iş. Sen büyüyünce neye benzeyeceğini hiç merak etmedin mi? Neyse, Defne de birine aşıkmış. Bu yüzden evden kaçmış. Ama zalim nişanlısı onu bir ormanda yakalamış. Defne onu görünce Allah’a yalvarmış. Bir ağaç olup uçurumlarda tutunayım, ama beni bu zalime yar etme” demiş.
“Neden sustun?”
“Sen beni dinlemiyorsun ki!”
“Dinliyorum.”
“Zaten bitti. Allah kızın duasını kabul etmiş ve Defne hoş kokulu bir ağaca dönüşmüş.”
“Bu bizim bayırdaki defne mi?”
“Evet.”
“Abla, sen çok güzel yalan söylüyorsun biliyor musun?”
“Ama işe yarıyor.”
“Anneme sütyenini giyip içine çorap doldurduğunu söylemeyeceğim.”
“Söyleme.”
Ablam, beni hiç terk etmeyecekti. Bunu ilk o kirazın dalında söylemişti. Madem bir ömür boyu ayrılmayacaktık, ikimizde eşit şartlarda olmalıydık. Yani çirkin.
Ağaçtan inip toprağı eştim ve ilaç kutusunu gömdüm. Hiçbir şey olmamış gibi eve gittim ve anneme kutuyu düşürdüğümü söyledim. Bana çok kızdı. Ama aldırmadım. Biraz daha ablamın yaralı yüzünü seyredip, odama gittim ve uyudum. Rüyamda kutuyu gömdüğüm yeri karıncaların bastığını gördüm.
Sabah uyandığımda annem alt sofada söyleniyordu.
“Bu kızın yaptığını aklı başında insan yapar mı Rahmi? Bana düşürdüm demişti.”
“O daha çocuk. Yaptı bir cahillik. Belki orada düşürdü. Bilemeyiz ki.”
“Bazen gözlerinin içinde açılıp kapanan cehennemler görüyorum biliyor musun? Sanki bu dünyaya ait değil. Yanımızda değil. Bizim değil.”
“O nasıl söz! Abartıyorsun. Bunları ona söylemiyorsun değil mi?”
Sesler kesildi. Benden söz ediyorlardı. Annemin, gözlerinde açılıp kapanan cehennemler gördüğü kız bendim. O vakit bunun ne anlama geldiğini, ne korkunç bir benzetme ve itham olduğunu anlayamamıştım. Ama kutuyu düşürmeyip, kasten yok ettiğimi anladıklarını hissedebiliyordum.
...ENGİNDENİZ...
Sekizinci Ev adlı roman çalışmamdan ham bir kesit...
YORUMLAR
Okuduğum haliyle Sekizinci Ev bana Mara'yı anımsattı. Onu okurken de bir noktada takılıp kalmıştım: Kahramanımız kimdi? Oradaki kahraman yeni yetme bir genç kızdı. Peki o yaştaki bir insanın düşünce yapısı ne olmalıydı? Ununu elemiş, dünyadan eteğini çekmiş yaşlılar gibi tanık oldukları her şey onlarda çağrışım yapar mıydı? Biri "Elma!" deyince iki yaz öncesinin elmalarını nasıl yiyemediklerini, elmaların olgunlaşmadan çingeneler tarafından çalındığını, çingenelerin renkli elbiselerine baktıkça ne kadar mutlu olduklarını farkettiğini, ... diye alıp başını gider mi, yoksa "Elma mı? Yine mi beni manava gönderiyorlar? Acaba yolda Muhsin'e rastlar mıyım?" diye mi düşünürdü?
Daha geniş bir örnek:
Frere Etienne'in tenefüsün bittiğini belirten zili çalması beni her seferinde Medici'lerin Floransa'sına götürürdü. Görmediğim, bilmediğim ama daha önce yaşadığımdan emin olduğum bir dönemde bulurdum kendimi. Etienne çanın ziline asıldıkça Floransa sokakları da çan sesiyle kaplanır, o ses nehir boyunca yaptığım yürüyüşlerde bana eşlik ederdi. Ponte Vecchio yönüne yürürsem Frere Etienne ile karşılaşacağımı bilirdim. O noktada Floransa yeryüzünden kaybolur, etrafı at kestanesi ağaçları ile dolu okul bahçesi kaplardı. İşte teneffüs o zaman biterdi.
Yoksa
Frere Etienne zili çaldığında maç da biterdi. Eğer top zilden sonra kale çizgisini geçmişse gol geçerli sayılmaz ve kavga başlardı. Kavgayı ise elinde zinciri ile çıkagelen Etienne sonlandırırdı. Yine de sınıf yolundaki koridorda atışmalar devam eder, bir sonraki tenefüste görüşmek üzere ayrılınırdı. Söylemeye gerek yok, bir sonraki teneffüste kimse olanları hatırlamaz, takımlar yeniden kurulur ve maç sıfırdan başlardı.
Kahramanın büyüklerinden bahsetmesi anlatılarda sevilen bir durum. Ama bir yeni yetmeyi yetmişlik nine gibi her detayda aklına bir anı getirirsek çok doğal durmuyor. O yaşlar gündüz görülen rüyaların yaşı. Neredeyse obsesif şekilde bir noktaya saplanıp, diğer hiç bir şeyin öneminin kalmadığı yaşlar. Buradaki kahraman da bu grubun alt sınırında (ya da hala çocuk). Eğer bir çağrışım olacaksa bu çocuğa değil, çocukluk anısını anlatan yetişkine olmalı.
Sırtındaki çuvalda taşıdığı kap kacağın gıcırtısı bana, sepetle tarlaya öğle yemeği taşıdığı günleri hatırlattı.
Bence o günkü çocuktan çok bugünkü yetişkine hatırlatmalı (Ama anlatıma göre çocuk çağrışımlar denizine dalıyor).
Kendimi ne kadar ifade edebildim, bilmiyorum. Bunu her zaman beceremiyorum.
Sekizinci Ev'e gelinirse bağımsızlığını ilan etmiş, öyküleşmiş bir anlatı. Devamına ya da başına ihtiyaç duymadım. Beğendiğim bir öyküye "Ham bir kesit" denmesi ise annemin beni çocukken kek hamuruyla oyalamasını anımsattı (Böyle bir çağrışım kırklarının ortasındaki biri
için gayet doğal). Olsun. Ben o hamuru her zaman pişmişinden fazla sevdim. Saygılarımla.
İlhan Kemal tarafından 6/27/2012 10:31:38 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Bu romanda üç karakter var. Daha doğrusu üç roman iç içe olacak. Üçü de farklı kişilikler. İntihar Saati'ndeki karakter daha sade.
Geri dönüp romanı kırpmak pahasına da olsa detayları azaltacağım sanırım. Seslendiremediğim şeyi sizden duymak iyi oldu. Vaktiniz olduğunda İntihar Saatini de okuyup fikrinizi söylerseniz sevinirim. Boşa kürek çekmek istemiyorum.
Çok teşekkür ederim. Saygılar.
Heyecanla okudum, hayata çok güzel dokunuyorsunuz sayın yazarım, okuyanın bir yerlerde kendini bulmaması imkânsiz, anlatımınız o kadar güzel ki kare kare fotoğraflıyorsunuz sanki olayları, müthiş bir roman doğuyor bence, kalıcı olacağını umuyorum.
Allah emeklerinizi boşa çıkarmasın.
Selam ve sevgimle.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim baştan beri hep coşkuyla okuduğun için. Sevgiler.
Çok çok lüzum hissetmedikçe bir kaç veya daha fazla bölümden oluşan “arkasın yarın” formatındaki dizi yazılara prensip gereği yorum yapmıyorum. Malumunuz Edebiyat Defter’i dışında da zaman ayırmamız gereken birçok meşgalemiz var. Bu yüzden dizi yazıları takip etmek mümkün olmuyor. Mutlaka birçok bölüm atlanmış oluyor. Oysa ben bu tip eserleri tüm bölümleri ile bir bütün olarak görüyorum, ola ki kaçırdığım bölümleri vardır. Ki kaçırdığım bölümlerde kaçırdıklarım veya kaçırmadıklarımı hesaba katmadan sırf yorum yapmış olmak için yorum yapmış olmayı yorum “yapmış” olmamak için yorum yapmamaya tercih ediyorum. Yoksa bakmayın prensip mirensip dediğime :- )
Sonunda “roman” denildiğine bakılırsa garanti bunun da arkası yarın. Hayırlossun :- )
Yukarıda bahsettiğim “prensip” takıntım nedeni ile yapacağım yorum roman değil de öyküye niyet edilmiş gibi sayılsın. Ben vicdanımı rahatlatacak bir yalan uydururum kendime
“Sekizinci Ev” adlı roman çalışmanızdan ham bir kesit verildiği yazınıza dönecek olursak, daha başlıkta 5N1K’nın hücumuna uğruyorum. Bu sadece bir kesit olduğu için tüm bunları soramıyorum haliyle. Biliyorum ki cevaplar kalan diğer kesitlerde verilecektir muhakkak.
Ee bana da kala kala klasik armudun sapı ile üzümün çöpünü sorgulamak kalıyor.
Film pardon yazı; çocuklar tam incir ağacına çıkmıştı ki işte o zaman sarmaya başladı bana. Ondan sonrası inan olsun hüzünlü bir “KAŞAĞI” tadı bıraktı zihnimde. Tebrikler(1)...
Amaaa oraya kadar kısmı gene eski alışkanlıklarınla kaynayan bir kazan dolusu çorba. (Meraklısına not; “çorba” çok faydalı bir şeydir haa!) Bir ara babaanne ve torun erenlere karışmışlar, öyle ki aynı anda hem otobüs yazıhanesinde hem de taksi yazıhanesinde. Hâlbuki dolmuş, taksi ve otobüs farklı statülere sahip taşıtlardır. Heyecandandır heyecandan.
Tekrar çorbaya dönecek olursak pardon filme [böylede bir film tadı var yazıda, tebrikler(2)] babaanne ile ebanımın aynı karede bulunduğu sahneyi tekrar çekmek gerekiyor. Zira ilk baştaki diyaloglardan bir rahim kanseri teşhisinden ziyade bir “kürtaj” yapıldığı izlenimi okunuyor(du). Bilhassa büyükanne için yapılan “yüzü kederli ve utanç içindeydi” vurgusu. Dedim bu büyükanne kaç yaşındaki menapoz falan işlemiyor kadına, maşallah yani.
Allah şifasını versin rahim kanseri olduğunu söylenince mesele aydınlandı. Normaldir bir erkek için namahrem bir alan, hani mevzu prostat kanseri olsa bir derece. Belki de beni yanıltan rahim kanseri vakası ile bir ebenin ilgilenmesi oldu. Doğru jinekologların, onkologların suyu çıktı memlekette. Kızma ama o sahne için “ebanım” karakteri zayıf kaçmış, bari pratisyen hekim olsaydı hiç olmazsa.
Ha bir de ileride dolmuşa binmek için bekleyen kadınlar nefret dolu son bir bakış atıp sonra içlerinden biri “Cumadan açan hava ya salıya kadardır, ya selaya kadar. Dua edelim de sela gelsin” diye "NİÇİN" dedi.Alaka kurmaya çalışıyorum, kurunca haber edeceğim, söz.
Bu arada “sela” derken bizum oranun şivesini yapmişsun :-)
Engin hoşgörülerine sığınarak selamlar, saygılar, tebrikler(3)
Aynur Engindeniz
Selayı saladan daha çok seviyorum:) Ali Ağaoğlu gibi: Ben yaptım oldu:)))
Elbette bu parçayla hiç birşey anlamak mümkün değil. Bilinç akışı burada da var. Bu tarzın özelliği belki de çorbalık:) Ama okuyucunun kafası karışmışsa yazar iki kere düşünmesi lazım bu tarzı kaleme alırken.
Dediğim gibi, daha çok şekle girecek inşallah. Nerede durduğuma dair fikir almak istedim sadece. Malum, roman kolay iş değil. Bu aceminin ışığa ihtiyacı var.
Her zamanki gibi beğendin mi beğenmedin mi anlayamadığım fakat çalışmayı incitmemek için üstün bir dikkatle kaleme aldığın yorum için teşekkürler İsmet Abi.
Saygılar.
Ben de çok keyifle okudum, umarım yakında kitabını çıkarırsın...
Tebrik ve sevgilerimi yolluyorum, başarılar...
Aynur Engindeniz
Sevgiler. Teşekkürler bir kere daha.
tasfirlerindeki kısa ve sıkmayan ayrıntılar çalışmalarının aynası Aynur...
öykülerini okurken sanki o dünyanın içinde kulaç atan bir diğer kahraman oluyorum...
bu da yazarın tarzına başarısını yağdıran donanım bence...
yazının sonundaki not ise elbette inşaallah başarılar dedirtecek olan...
Allahım utandırmasın ...
Sevgili Aynur, yazını sindire sindire okudum. Hem de birkaç kez...
Bu yazın, okumayı özlediğim yazılarından olmuş çok sevindim. Bir de roman olacağını okuyunca sevincim katlandı.
Ne güzel değil mi? Edebiyatdefteri yazanları bir bir kitaplarına kavuşuyor. Bu şunun ispatı; biz burada bir amaca doğru koşuyoruz. Birer esere sahip olmak ve eserlerimizi gelecek kuşaklara gönül rahatlığı ile bırakmak. Ne mutlu bize ki, emeklerimiz boşa çıkmıyor ve günden güne daha okunur yazılara imza atıyoruz.
Bu da çok okumak ve okuduğunu anlamakla mümkün oluyor. Seni okumayı seviyorum AYNUR ENGİNDENİZ. Romanını sabırsızlıkla bekliyorum.
Gelelim anlatıya; ben çok beğendim. Okuyanı sıkmıyor ve bir akış çerçevesinde her şey dupduru akıyor.
İnsanın içine saklanan şeytanca düşüncelerini ne güzel anlatıyorsun, bence başarılı.
Tebrikler Aynur, Hayırlara vesile olsun.
sevgimle...
Emine UYSAL (EMİNE45)
Sizi çok sık okuyamıyor oluşumuzun güzel bir sebebi olduğunu öğrenmek hoş. Hayırlısıyla bitsin basılsın, ben çok okunacağına inanıyorum. Temiz, naif ve içtenlikle yazılmış birşeyler okumaya ne zamandır çok ihtiyacımız var.
Muhtemelen bu konuda daha profesyoenl birileri size redaksiyon yapar ama ben gözüme takılan küçük bir şeyi söylemeden geçemedim: bir yerde taksi bir yerde otobüs yazıhanesi olmuş.
Sizin alışageldiğimiz tarzınızdan daha farklı bu seferki çalışmanız, söz sanatları açısından daha sade ama daha kolay akıyor öte yandan da. Ne diyelim öyle yazsanız da güzel yazıyorsunuz böyle yazsanız da güzel yazıyorsunuz.
Bir roman yazarı olmayı sahiden hak ediyorsunuz, isminiz kitap kapağına yakışacaktır. Ama biz de okurlarınız olarak iyi takip ettik sizi ve sizden bir roman okumayı hak ettik doğrusu:)
Selamlar.
Hay Allah. İnsan neye uyanacağını bilmiyormuş meğer. Öyle bir girmişim ki hikâyenin içine. Sonundaki notu görünce "e bu yapılır mı şimdi" deyiverdim. Peki biz bu romanı ne zaman okuyacağız benim sevgili yazarım?
Ya sen ne güzel şeysin. Şu an burayı yazarken tuhaf kaçtığını biliyorum o yüzden de yüzümde bir gülümseme mevcut.
İyi ki diyorum Aynur, iyi ki yazıyorsun. İyi ki okuyorum ben seni. Ve çok seviyorum enginliğinde yüzmeyi.
Bitmeyecek bir şeysin sen.
bi de çekinerek bi şey dicem. bu harikulade roman kesitinde fazladan tek bir nokta buldum.
bak hata buldum ya havaya giriyorum. :) kap kacak nokta koyunca kaçaklaşmış.
Seni okumayı çok seviyorum Aynur ENGİNDENİZ. Yazarsın sen. Kitabının çıkmasını beklemeye gerek yok bunu söylemek için. Ve ben sitedeki bütün ilişkilerden selam yorum ve okuma okunma kaygılarından uzakta bunu söylemekten mutluyum.
Seni okumanın açlığı bitmeyecek. Hep doyur bizi.
Aynur Engindeniz
İnan yüzüm şu pembeden bile pembe oldu. Nasıl mutlu ettin böyle...Güzel olan sensin. Biliyorum öylesin.
Aslında inanılmaz ağlak bir durumun tam ortasındaydım yorumunu okumadan önce. Yaşlı bir kadının gözlerini ellerimle sildim. Dünyanın vefasızlığına, evladın nankörlüğüne ümitsizliğe dair onca söz dinledim. İşim bu: İnsanları dinlemek, dinlemek, dinlemek. Karşımdaki koltuktan kalkan kederinin bir kısmını ille bana bırakır.(Psikolog değilim :) Akşama kadar o kederler birikir, inan ben şahsi sorunlarımı dahi hatırlayamaz hale gelirim. İşte yine tam böyle bir durumun ortasına denk geldi mutluluk verici sözlerin ve sevgi ışığın.
TEŞEKKÜR EDERİM Sema. İyi ki, diyorum ben de. İyi ki tanımış okumuş ve aklıma ve gönülhaneme almışım. Her an slogan atacakmış gibi kanı coşkun, ama hiç durmadan şiir yazacak gibi ince işlenmiş naif bir ruh...Dediğin gibi ben de "sitedeki bütün ilişkilerden selam yorum ve okuma okunma kaygılarından uzakta bunu söylemekten mutluyum."
Hatamı söylediğin için ayrıca teşekkür ederim sevgili şairim. "Kap kacak"
olması gerektiği yönünde bir fikrim yoktu aslında. Doğrusunu öğrenmiş olduk:) İnşallah vakit bulduğum an yazıda da düzelteceğim.
Evet, susayım mı ben? Susayım. Gerisini sen zaten bilirsin:)
Çok teşekkürler. Gerçekten iyi ki seninle aynı ortamda yazıyorum.
Saygıdeğer yazarım " Aynur ENGİNDENİZ"
İşe geç kalmayı göze alarak (ki şu an geç kaldım saate bakılırsa...) okudum bitirdim bir solukta.Okurken daldım gitti.Zamanı unuttum neredeyse. Her zaman ki gibi günlerce bekledikten sonra senin yazını okumak en güzel şey benim için. Okuduğum bu kesitte iki öykünün harmanlanışını gördüm.Büyük anne ve gözlerinde cehennem saçan küçük çocuk. Ve üç yeri birden yazının sonuna kadar merak edip durdum.Başlarda büyük anne sonu belli olsada ne zaman selaya kavuşacak....Ortalara gelincede incirden düşen ablanın sonu ne oldu olacak ve sona geldiğimde bu seferde küçük çocuğun kiprit kutusunu saklama konusunda anne ve babasının konuşması.Burasıda bana bu çocuğun nasıl bir şeklindeki örtülü bir düşünceye götürdü beni....
Alelacele okuduklarım ve küçük yorumum bu.
ASIL BU ÖYKÜNDE EN ÇOK BEĞENDİĞİM CÜMLE İSE,
"Sekizinci Ev adlı roman çalışmamdan ham bir kesit..." CÜMLESİ OLDU.
Ham haliyle dahi basılsa bu romanın ilk almak siteyenlarin arasında olacağım kesinlikle....
Daha fazla işe geçikmemek için şimdilik bu kadar....
BU HARİKA YAZIYI OKUTTUĞUN İÇİN KENDİ ADIMA TEŞEKKÜR EDER....
EN DERİN SAYGILARIMI SUNARIM......
aklımın rüyası
güzel dostum benim...ilk önce seni ne çok özledim tütüyorsun söyleyim yani.
sonra
çalışmanı çok merak ediyordum ve paylaşmana çok sevindim.
lakin çok gürültülü ve derin bir kuyu gibi geldin canım.
yarın vaktim olursa inş rahatca okuyup öyle analiz yapalım.
ama şunu demeden geçemeyeceğim
bu derin kuyu çok güzel bir Yusuf doğursun diliyorum Mevladan...Amin
çok çok çok özledim bunu da yeniden not düşüyorum.
ve en kısa zamanda randevu istiyorum zatlinizden(:
sevgimsin,kalbimce...
Gözümün nuru bildiri gelince hemen geldim lakin uzun süredir Arapça okuduğum için gözlerim ziyadesiyle yorgun. Öykün oldukça uzun ve ne yazık ki sadece yarısına kadar okuyabildim.
Yarın tamamını okuyacağımı biliyorsun elbet. Bağışla lütfen. Öpüyorum güzel yüreğinden.
Daim sevgimle...
Aynur Engindeniz
Estafurullah, ne zaman istersen gel öykü dalıma. Ben de geç kalınmış diye bir cümle yok inan. Hep tam vaktidir herşeyin.
Teşekkürler sevgiler güzel dostuma...
Hamuş-71
Ama ben şimdi kendime ne diyeyim? :(
Gece biraz daha kendimi zorlamış olsaydım öyküyü sonuna kadar okumuş ve dipnotu da görmüş olacaktım!
Aynur'um canımın taa içi ne güzel bir haberdir bu. Nasıl sevindim bilemezsin.
Demeyeceğim :)) bilirsin elbet. Artık bilgisayar ekranından değil, kağıt kokularının arasından okumak istiyorum seni.
Rabbim her daim başarı ve kolaylık ihsan etsin sana gözümün nuru. Sen hep yaz bizde seni, kalemini sevenler olarak mutlu olalım.
Baki sevgimle can...
Aynur Engindeniz
Uzun zamandır yazı eklemeyişimin sebebi işte bu roman hazretleri. Çok ince eleyip sık dokuyorum. Bir misyonu bir ruhu olsun, hepsinden önemlisi evrensel bir boyutu olsun istiyorum. Henüz tam kıvama gelmedi. Arayışlarla ileryen psikolojik ve yer yer astrolojiye değinen, ailece şefkatin ve şevkatsizliğin bireyi iç dünyasının gizeminde hapseden bir roman olsun temennim. Dualarına ihtiyacım var anlayacağın:)
Kitap mı? Hala emin eğilim. Başarısızlık beni hep korkutmuştur. Cesaretimi topladığım bir anda, ilk önce öykülerime yol vereceğim inşallah. Sırf bir kitabım olsun diye çabalamak istemiyorum. Oldum bittim hedeflerim hep büyük olmuştur. O yüzden böyle ağırdan alışım.
Desteğin için tekrar teşekkürler canım.
Sevgiler.
Hamuş-71
Başarısızlık mı?
Buna sen de dahil hiç birimiz ihtimal vermiyoruz. Sen artık misyonunu ziyadesiyle tamamladın ve önündeki yolda korkuya yer yok. Bilirim ki söylediklerin o güzel yüreğinin asil mütevaziliğindendir.
Ayrıca bilmez misin a benim canımın canı " Sonunu düşünen kahraman olamaz " :))
Benim dualarım hep seninle güzel dostum.