- 1085 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Karakoç’un ardından…
Takvimlerin 7 Haziran 2012 tarihini gösterdiği gün, iletişim ve haberleşme araçlarının en çok bahsettikleri kişinin –o gün vefat eden- Abdurrahim Karakoç olduğuna şüphe yoktur.
Neden bu kadar emin konuştuğumu sorarsanız, hemen söyleyeyim…
“Abdurrahim Karakoç” ismi herkes için bir anlam ifade ediyor da ondan. Bir insanın sevenlerinin çokluğu, aynı şekilde sevmeyenlerinin de ne denli kalabalık olduğuna işaret eder de ondan...
Bir Anadolu yiğididir Abdurrahim Karakoç … Yiğidin, haksızların ve haksızlıkların hesabını -gücü ölçüsünde- bozacağını, her daim mazlumların ve gariplerin yanında yer alacağını düşündüğünüzde, sanıyorum siz de bu kanaate varmakta fazla zorlanmazsınız.
Karakoç’un vefat haberi sevenlerini hüzne boğmuş; çoğunun görmeden –şiirlerinden- sevdiği hayranlarını ağlatarak Ankara yolunu tutturmuştu. Yola dökülenlerin amacı, 8 Haziran’da Kocatepe Çamii’nden kaldırılacak cenazeye yetişmekti.
Abdurrahim Karakoç’un, gönül ve şiir dünyamda zannettiğimden fazla yer tuttuğunu vefat haberini aldığımda algıladım. Halk şiirindeki kudreti edebiyat dünyasında herkesi ilgilendirse de benim yanımdaki değeri bunların çok ötesinde bir şeydi. Kendisiyle telefonda sık sık hatırlaşır, daha da ötesi dertleşirdik. O, bana şiiri ve şairi sevdiren kişiydi. Bu yüzden, cenazeye katılma isteğim bir görevden öte, bir zaruretti benim için.
İçinde benimle beraber bir elin parmakları sayısına ulaşmayan akrabalarıyla sevenlerinin de bulunduğu –Elbistan belediye başkanı Durmuş Küçük Bey’in tahsis ettiği- transit minibüsle 7 Haziran akşamı 22.00 sularında, Ankara’ya gitmek üzere Elbistan’dan yola çıktık. Topluluğumuz Abdurrahim Karakoç’un kardeşi Osman Karakoç’la eşi Fadime, oğulları Kürşat; amca çocuklarından Bahri, Rüstem, Durmuş Ali ve oğlu Mustafa Karakoç, dayısının oğlu Cemil Yıldırım ve Abdurrahim Yetişken; sevip sayanlarından eski Ekinözü belediye başkanı Osman Özen, Nusrettin Çeleğen ve Abdullah Çiçek’le şoförümüz Samittin İlik’ten oluşmaktaydı.
Bir an, merhumun sevenlerinin ne denli vefasız olduğu geldi aklıma…
Neden köylülerinden; ne denli sevdiklerini her fırsatta dile getirip sık sık Abdurrahim Karakoç’a dair hatıralarını anlatan Elbistanlılardan kimsecikler yoktu? ! İçleri sevenleriyle dolu otobüslerin yola revan olmayışı içimi kanatıyordu. İnsan sevdiğine karşı bu kadar alakasız olabilir miydi; bir türlü aklım almıyordu.
Her büyük insanın vefatında olduğu gibi belli ki tarih burada da tekerrür edecek ve üç sınıf insan türeyecekti:
1. Abdurrahimci geçinenler;
2. Abdurrahim’den geçinenler;
3. Gönlünde Abdurrahim sevgisini yaşatanlar…
İçinde bulunduğumuz minibüs Göksun’u geçtiğinde saat 23’e (11) geliyordu. Yolların ıslaklığı, bizden hemen önce buralara yağmur yağdığını anlatıyordu. Saatlar geçtikte gecenin soğukluğu arabanın içinde hissedilmeye başlandı. Havanın, koyu karanlıkların omuzlarına çökmüş görüntüsü, bende, içinde bulunduğum ruh halinin bir yansıması olarak karşılık buluyordu. Havanın bu kasvetli hali; şiirlerini okumaktan iftihar ettiğim ve karşıma çıkan kişi veya kişilere, dizelerinden örnekler vermek suretiyle, ne büyük bir şair olduğunu her fırsatta söylediğim yürekli, hakkı ve hakikatı -hiçbir bulanıklığa mahal vermeden- muhatabının yüzüne haykıran şairin, vefatıyla birlikte, dünya adına ağırlık yapan karanlıklardan ve dehlizlerden kurtulduğunu düşündüğüm ruhunun ve şiirle yoğrulmuş şairin yasını tuttuğunu düşündürüyordu bana…
Avuç içi kadar arabanın içinde bir avuç insan aynı istikamete ve aynı amaç için giderken, acaba kim ne kadar aynı şeyi düşünüyordu? . Biliyordum ki, hepimiz aynı yere ve aynı gayeyle gitmiş olsak bile her birimiz kendi gönül dünyasında farklı bir duygu taşımaktaydı…
Birden gönül dünyama döndüğümde, yüzyılın büyük şairinin şiir ırmağından şu mısraların aktığını gördüm:
Dost diyorsun kimin dostu kapalı
Can canan diyorsun üstü kapalı
Türküler söylersin kastı kapalı
Mısralara yüklediğin kim ola
dizelerini yudumladığım ve o günden bize söylediğini düşündüğüm bu şiirinde kime seslendiği daha da netleşiyordu adeta gözümde…
8 Haziran günü cuma namazını müteakip kaldırılacak cenazesinin ardından, vefatından dolayı ne denli üzgün olduklarını köşelerinde okuyucularıyla paylaşan köşe yazarlarıyla, üzgün olduklarını söyleyemeyecek kadar gam-keder yüklü sevenlerinin aynı safta saf tutacaklarını düşününce, Karakoç’un, hal diliyle kulağıma şu mısraları fısıldadığını duyar gibi oluyordum:
Güzel açar güzelliğin sergisin
Gün ağartır kara saçın örgüsün
Muhabbet faslında ölüm türküsün
Kim söyler kim çalar ela gözlü yar.
8 Haziran sabahı vardığımız Gazi hastanesi bahçesinde işine yahut randevusuna yetişmek için koşuşturan insanların telaşına şahitlik ediyorduk. Kendi kendime, “Ne garip bir dünyada yaşıyoruz; kimi hayatta kalmak için, kimisi de sevdiklerine karşı son vazifesini yerine getirmek için çırpınıyor! ” diyordum.
Saat ilerledikçe, aynı amaç için bir araya gelen insanların sayısı artıyordu. Gelenlerin içinde Enerji ve Tabii Kaynaklar bakanı Taner Yıldız’ın yanı sıra Kahramanmaraş milletvekili Mahir Ünal da vardı. Milletvekilleri ve bakanlar gelir gelmez hastaneye girdikleri için, bulunduğum noktadan, orada ne olup bittiğini anlamak zordu; ancak, ters giden bir şeylerin olduğunu kavramak için de çok fazla marifet sahibi olmaya gerek yoktu. Bu düşünce yumağı arasında gel-gitler yaşarken telefonum çaldı; -Karakoç kardeşlerin en küçüğü- Nafiz Karakoç’tu arayan. “Mehmetçiğim Abdurrahim abin ile vedalaşmak istiyorsan aşağıya gel. Yıkandı, kefenlenmek üzere…” deyince, “Tamam abi, çok teşekkür ederim, hemen geliyorum! ” diyerek -hastanenin en sevilmeyen kısmı olan- morga indim.
Vardığımda, Karakoç ailesi oradaydı. Mahir Ünal Bey –basına da yansıdığı üzere- Taceddin dergahına gömülmesi gerektiğini savunan aileye, oraya neden defnedilemeyeceğini izah ediyordu. Morgun ağır havası bu yüzden daha da ağırlaşmıştı. Başbakanın da çok üzgün olduğunu belirten Mahir Bey, Taceddin dergahına defnedilmesinin mümkün görünmediğini ve ailenin de bu konuda çok ısrarlı olmaması gerektiğini söylüyordu. Aile fertlerinin bu kanaate öfkelendiklerini gören Ünal, işin ciddiyetinin anlaşılmadığını düşünerek, geceden beri yaptığı telefon konuşmalarından örnekler veriyor, muhalefetin olayı tartışma konusu yapacağını, bunun da ne ailenin, ne de hükümetin işine geleceğini vurguluyordu.
Nihayet; ne denilse faydasının olmayacağı kanaatine varan –oğul- Türk İslam Karakoç, babasının vefatından sonra rahatsız edilmesinin kendilerini de huzursuz edeceğini beyan ederek -Abdulhakim Arvasi’nin de türbesinin bulunduğu- Keçiören’deki Bağlum mezarlığına defnetmek istediklerini söyledi. Ailenin diğer fertlerinin tepkisi karşısında da, “Başbakanımız bu konunun böyle halledilmesini istiyorsa, bize düşen işi kolaylaştırmaktır! ” diyerek meseleyi kapattı.
Vedalaşmanın arkasından kefenlenip tabuta konan Karakoç, Kocatepe Camii’nde düzenlenecek cenaze töreni için -dünya adına- son yolculuğuna çıkıyordu.
Vardığımızda fazla kimse bulunmayan Kocatepe Camii git gide kalabalıklaştı. Cuma salası verildikten sonra, namaz için, izdihama dönüşen avludan ayrılarak camiye girdim. Namazı kapıya yakın bir yerde kılmak için uygun bir yer bularak oturdum. Farzdan sonra çıkmama rağmen, çok büyük bir kalabalığın dışarıda saf tutmuş olduğunu gördüm. Anlaşıldığı
kadarıyla bunlar namazı avluda kılmışlardı. Hoca efendi, namazdan sonra, cenaze namazı olduğu için tespih çekilmeyeceğini, izdihamdan dolayı, isteyenlerin caminin içinde iştirak edebileceklerini duyurdu. Cenaze namazı için saf tutan ‘kalabalık ön saf’ta kimlerin olduğunu tam bilemesem de, -ön tarafa yakın olduğumdan- bir kısmını da daha sonra basından öğreneceğim çoğu ünlü siyasetçiyi seçebiliyordum: TBMM başkanı Cemil Çiçek, başbakan yardımcısı Beşir Atalay, CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Enerji ve Tabii Kaynaklar bakanı Taner Yıldız, Gıda, Tarım ve Hayvancılık bakanı Mehdi Eker, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli, Saadet Partisi genel başkanı Mustafa Kamalak, Büyük Birlik Partisi genel başkanı Mustafa Destici, AK Parti genel başkan yardımcısı Salih Kapusuz, Ankara büyükşehir belediye başkanı Melih Gökçek, milletvekilleri ve sanat dünyasının önemli isimlerinin yanında birçok ünlü, Necati Şaşmaz, Ahmet Yenilmez, Uğur Işılak, Hasan Sağındık…
Cemal Safi de;
Nasıl ağıt yakalım dinlerken ‘Mihriban’ı
Derdimizi dökecek kafiye mi bıraktın?
Hece veznine aşık ettiğin garibanı
Teselli etsin diye Safiye mi bıraktın
şeklindeki dörtlüğü tabutun üzerine bırakarak iştirak ediyordu.
Bu arada, cenaze namazını kıldırmak için –korumalarıyla birlikte- yanımdan geçen Diyanet İşleri başkanı Mehmet Görmez’i tanımıştım. Görmez, “Türk edebiyat ve şiir dünyasının en güzel insanlarından birini ebediyete uğurlamak” için toplandıklarını söyledi. Allah’tan Karakoç’a rahmet dileyen Görmez, gök kubbede baki kalanın hoş bir seda olduğunu belirterek, “O hepimizin yüreklerinde hoş sedalar bıraktı. Söz dağarcığımıza kıymetli sözler kazandırdı. O, söz ve kelimeleri hayatında yaşayarak rabbine yürüdü” diye kısa bir de konuşma yaptı.
Tabutu omuzlarına alan cemaat tekbirlerle cenaze arabasına kadar taşıdı. Ardından, arabalara binilerek, Bağlum mezarlığına doğru yola revan olundu. Mezarlığa varıldığında, tekbirlerle cenaze arabasından alınan ve,
Ne saklarım ne gizlerim
Yalnızca onu özlerim
Tabutta bile gözlerim
Bakar gider dosta doğru
kıtasıyla dosta doğru baktığını anlatan Karakoç’u inandığımız âleme yolcu ettik.
1932’de Elbistan’da doğan Karakoç 2012 yılında;
Toprak basar kucağına
Güneş çeker sıcağına
Atar derdin ocağına
Bu dünya kimin dünyası
dediği dünyadan göçüp gitmişti. Mezara kadar refakat eden Devlet Bahçeli, hep beraber yapılan duaya amin dedikten sonra, 12 Eylül öncesi şehit düşen bir Ülkücü’nün kabrini ziyaret için mezarlığın bir başka yerine geçiyordu. Allah tüm geçmişlerimizin yattığı yeri nur etsin…
Mezarlıkta yapılan merasim bitmesine rağmen, kalabalığın dağılması epey zaman aldı. Birbirlerini epeydir görmeyen gönül dostları ayak üstü hasret gideriyorlardı. Bu yüzdendir ki benim de gideceğim arabaya binmem uzun sürmüştü.
Elbistan’dan gelen ekiple birlikte tekrar aynı arabaya binerek Sincan’da bulunan taziye evine hareket ettik. Evi bulmakta hayli zorlandık. Telefon ederek neden geç kaldığımızı soran sesin sahibine, evi bilen birisi olmadığı için bulamadığımızı söyledik. Bunun üzerine, yolumuza kılavuz çıkarılarak eve varmamız sağlandı. Eve vardığımızda, taziye için düzen alınmış, Bahaeddin, -Ertuğrul Karakoç hasta olduğu için katılamadı-, Osman ve Nafiz Karakoç kardeşlerinin; Tük İslam, Enderhan Karakoç babalarının; Mesut, Aydın ve Kürşat (Osman’ın oğlu) , Bilgihan (Nafiz’in oğlu) , Oğuz, Enver, Bahadırhan, Serhat Çetin, Ümmet (Bahaeddin’in oğlu) ise amcalarının taziyelerini kabul ediyorlardı. Öğle namazından sonra yapılan defin işleminin ardından, taziye evine ulaştığımızda saat 17’yi geçmişti.
Cenazeden sonra taziyeye gelen misafirlerin acıkacağını düşünmüş olacaklar ki, gelenlere yemek servisi yapıldı. Bizler de yedik. Bizden sonra taziye evine intikal eden Adem Konan’la biraz hasret giderelim derken Ekinözü’nün eski belediye başkanı Osman Özen yanımıza kadar gelerek, hareket etmek üzere olduğumuz haber iletti. Âdem Hocamla tanışıp tanışmadıklarını sordum. Osman Bey tanışmadıklarını beyan edince, “Hocam, bu Osman Bey…” dedim; tanışma faslının gerisini kendileri tamamladılar.
“Vakit çok geç olmadan yola koyulalım…” diyenlerin sayısı artınca, geldiğimiz arabaya binip yola koyulduğumuzda saat 19 sularıydı…
Şair Mehmet Gözükara
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.