- 856 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
ALİ OSMAN’DAN ÂL-İ OSMANA -34 -
Nadir Şah, sonra Kars’ın Erzurum’la olan bağlantısını kesmek maksadıyla, ordugahını Erzurum yolu üzerindeki, o zamanki adıyla Kümbet köyü yakınına nakledip hücuma başladı. Fakat kaleyi düşüremedi.
Halkı susuz bırakarak Kars kalesini kaleyi teslim alma girişiminden de bir sonuç alamayan Nadir Şah süren kanlı çarpışmalara rağmen kaleyi düşürmeye muvaffak olamayınca bu defa da Seraskerden barış istedi Ahmet Paşa bu defa erzak azlığı ve ordudaki isyan belirtilerini dikkate alarak sulh için ordu defterdarı Kesriyeli Ahmet Efendi’yi Nadir Şah’ın ordugahına göndermeye mecbur oldu.Aslında her iki taraf da savaştan yıpranmıştı. Güçlerini toplmak ve yeni yardımcı kuvvetler tedarik etmek için zaman kazanmaya çalışıyorlardı.
Nadir Şah 13 Eylül’den itibaren 27 günboyunca Kars kalesine hücum ettiyse de Kars kalesini yine düşüremedi. Sonuçta geri çekilmeye karar verdi.
9 Ekim 1744’te muvaffakiyetten ümidini keserek Kars kuşatmasını kaldıran Nadir Şah, Arpaçay, Ahıska ve Ahılkelek yoluyla Berde’ye geldi. Üç hafta burada dinlendikten sonra Kür nehrini geçip Lezgiler üzerine yürüdü. Onları cezalandırıp, hayvan ve erzaklarını ele geçirdikten sonra geri döndü. 1745 Nevruz’unu Ereş’te geçirip Şekki yaylasına geldi. Burada üç ay dinlendikten sonra Temmuz 1745’te Revan’ın Gökçe yaylasına geldi.
Nadir Şah, Kars kuşatmasını kaldırarak, çekilmesine rağmen Osmanlı Devleti, savaş hazırlıklarını sürdürüyor, İran sınırına yeni takviye kuvvetler sevk etmeye devam
ediyordu.
Osmanlı ordusunun iki cepheden taarruza geçtiğini öğrenen Nadir Şah, oğlu Nasrullah
Mirza’yı Musul tarafından harekete geçen Osmanlı kuvvetlerine karşı gönderip, kendisi
de Kars seraskerliğine atanan Yeğen Mehmet Paşa ile karşılaşmak üzere
Murat-Tepe denilen yere geldi.
Yeğen Mehmet Paşa, Haziran 1745’te Erzurum’dan Kars’a Temmuz başlarında Bagaverd’e geldi.
Osmanlı ordusu, Bagaverd’e gelir gelmez taarruza geçmiş muharebenin ilk anlarında siperlerde bulunan İran kuvvetlerini geri püskürtmüştür. Çarpışmaların 5. Gününden itibaren fena duruma gelen İran ordusuna son darbeyi vurmak için hücuma geçilmesine karar verilmiştir. Ancak Nadir Şah’ın ihtiyat tedbiri olarak bulundurduğu 40.000 askeri hücuma geçince Osmanlı kuvvetleri geri çekildi.
İki hafta kadar devam eden çarpışmalarda Serasker Yeğen Mehmet Paşa’nın hastalanması ve ölümü, orduda bulunan levend, deli ve gönüllülerin içindeki bazı fesatların hücuma geçmek istemeyerek “acem bastı” yaygarasıyla firar etmeleri Osmanlı ordusunda karışıklığa yol açmış, diğer askerlerin de firar etmelerine sebep olmuş; daha fazla kayıp vermemek için bozuk düzen Kars’a çekilmiştir. Fakat buna rağmen Nadir Şah karşı saldırıya geçmeyip, savaş yerine barışı tercih etti. Çünkü, O İran dahilinde bir süredir devam eden iç huzursuzluklardan endişe duymaktaydı. Böylece yapılan son Murad-Tepe (Revan) savaşıyla 1742 yılından itibaren devam eden Osmanlı- İran savaşları da sona ermiş oldu.
Revan (Murad-Tepe) savaşından başarıyla ayrılan Nadir Şah, barış için Kars Seraskeri Elhac Ahmet Paşa ile Bağdat valisi Ahmet Paşa’ya tekrar birer mektup gönderdi. Ancak sınır valilerinden olumlu bir netice alamayınca Feth Ali Han Türkmen başkanlığında bir barış heyetini meseleyi doğrudan görüşmek üzere İstanbul’a gönderdi. Şubat 1746’da huzura kabul edilen elçilik heyeti, Nadir Şah’ın iki namesini Padişah I. Mahmud’a takdim ettiler.
Nadir Şah’ın Padişah I. Mahmud’a gönderdiği name-i şahinin ilkinde bundan önce Caferilik mezhebinin beşinci ehl-i sünnet mezhebi olarak kabul ve bu mezhep için Kabe’de bir “rükn” verilmesi hususunda bir teklifte bulunduğu ancak bu isteklerin bir tehlikesi ve engeli bulunmamasına rağmen Devlet-i Aliyye alimlerince kabul edilmediği, bütün bunların kan dökülmesine sebep olduğu, bu konuda ısrar ettikçe kan döküleceği bu nedenle daha fazlasına cüret etmeyip, adı geçen tekliflerden vazgeçildiği beyan edilmekteydi.
İkinci Name’de ise, Irak ve Azerbaycan’ın geçmişte Türkmen sultanlarına ait olduğu, Şah İsmail’in devleti zamanında bu yerlerin bir kısmının Devlet-i Aliyyenin tasarrufu altına girdiği, iki devlet arasındaki birlik ve samimiyetten dolayı Azerbaycan ve Irak’tan ikisinden birinin kendisine verilmesine karşılık diğerinin Osmanlı Devleti’nde kalması teklif edilmekte idi. Ayrıca bu teklifin ısrar ve zorlama tarzında olmadığı, padişahın red veya kabul etmekte muhtar olduğu belirtilmekte idi.
Nadir Şah’ın bu mektuplarında uzun yıllar mücadeleye sebep olan iki maddeden vazgeçip, arazi meselesini de Osmanlı padişahının re’yine bırakması, O’nun barış konusunda samimi olduğuna delil sayılarak hem Nadir Şah’ın namesine cevap vermek, hem de barış konusunda Osmanlı Hükümeti’nin görüşlerini bildirmek üzere Nazif Mustafa Efendi elçi tayin edilerek İran’a gönderilmesine karar verildi. Aslında gerek Sultan I. Mahmud ve gerekse Nadir Şah, uzun yıllar devam eden savaşların bir an evvel son bulmasını istiyorlardı. Bu Osmanlı Devleti’nin Avrupalı devletlerle olan mücadelesi ve iç istikrar bakımından gerekliydi. Nadir Şah’ın barışa yanaşmak
istemesinin sebebi ise, Osmanlı Devleti ile olan mücadelelerden pek fazla kazanç sağlayamamış olması ve İran’ın iç politik yapısının son derece karışık olmasıydı.
Nadir Şah’la barış için görevlendirilen Nazif Mustafa Efendi, İran elçisi Feth Ali Han
Türkmen ile beraber İran’a gitmek üzere yola çıkarıldılar.
Osmanlı Elçilik Heyeti İran Topraklarına girdiği andan itibaren çok büyük sevgi gösterileri ile karşılandı. Bu sırada Azerbaycan taraflarındaki isyanları oldukça sert bir şekilde bastıran Nadir Şah da Kazvin-Tahran arasında bulunan Karden ( Kürdan ) denilen yere gelmişti.
İşte Şah’ın burada bulunduğu sırada Osmanlı Hükümeti’nin elçilikle görevlendirdiği Nazif Mustafa Efendi ile Şah’ın kendi elçisi Feth Ali Han Türkmen 24 Ağustos 1746’da Nadir Şah’ın ordugahına vardılar.
26 Ağustos Cuma günü ise Nazif Mustafa Efendi ve beraberindekiler Şah’ın otağına
girdikten sonra yedi sekiz sıra ile tahtın önüne gelmişlerdir. Mihmandar Nazar Ali Han,
Osmanlı elçilik heyetini hemen Şah’a takdime başladı.
Nazar Ali Han ilk önce
“Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’den gelen elçi Mustafa Efendi Hazretleridir” diyerek Nazif
Efendi’yi göstermiş, ardından da beraberindeki Veli Efendi’yi Şah’a tanıttı.
,Bunun üzerine Nadir Şah “Yahşi ve Edip Mustafa Efendi sefa gelmiştir” diyerek sefaret heyetini gayet sıcak bir şekilde karşıladı.
Yapılan bu tanıtımdan sonra Nazif Efendi , Padişahın name-i hümayununu Nadir Şah’a teslim etti.
Name-i hümayunu saygılı bir şekilde teslim alan Şah,
“Şevketlü, muhabbetlü büyük karındaşım Halife-i İslam ve padişah-ı inam hazretlerinin dimağı mülûkâneleri yahşi ve çağmıdır?” diye Nazif Mustafa Efendi’ye sordu.
Bu soruya Nazif Mustafa Efendi de cevap olarak Padişahın afiyette ve sağlığının yerinde olduğunu söyledi; arkasından da iki İslam devleti arasında bozulan ilişkilerin giderilmesi ve Şah ile “akd-i revabıt-ı musafat” ( el sıkışıp tokalaşmak ) için Devlet-i Aliyye tarafından gönderildiğini ifade etti.
Bundan sonra Şah yine “Padişah-ı Alicâh Hazretleri’nin bu bendeye muhabbet ve
rağbet-i humayunları var mıdır?” diye ikinci bir soru yöneltti
Nazif Mustafa Efendi bu soru karşısında Padişah’ın kendisine daha İstanbul’da iken, henüz yola çıkmadan önce şifahen söylediği nutku aynen nakletmiştir. Nazif Mustafa Efendi Sefaretname’de bunu şu şekilde aktarmaktadır: “...benim Şah-ı valâ-câh hazretlerine derununda asla buğz adavetim ve emlaklarından bir hatve mahalle rağbetim
olmadığına binaen şimdiye dek külliyet üzre ibraz-ı husûmetten ittika ve hemen ancak
hudut ve sınırların muhafazasıyla iktifa olunur idi. Bu def’a tahrir üzre fi nefsi’l-emr
akd-ı revabıt-ı muvâlâta meyl ve rağbetleri suret-nûma olur ise anın dahi muktezası
icra olunur...”
Osmanlı elçisinin bu olumlu cevabı üzerine Nadir Şah Afşar, “beru gel, beru gel”
diyerek Nazif Mustafa Efendi’yi yanına çağırmış ve Padişah’a herhangi bir tekliflerinin
olmadığını söyleyerek, “Padişah-ı Hurşid-Tac Hazretleri şimdi lisanen böyle mi
buyurdular?” Diyerek adeta babasından aferin almış bir evlat sevinci göstermekteydi.
Daha sonra şunları söyledi Nadir Şah.:
“İmdi O Padişah-ı Alicah hazretleri ulu padişahtır ve Halifetullah Mekke ve Medine Padişahıdır. Biz onları büyük bilüruz. Eğer büyük bilmez isek şer’i ve peygamberi bilmemiş oluruz. Benim rükun ve mezhep ve mülk ve mal manzurum değildir ve ol ulu ve aziz karındaşım hazretlerine bir türlü husumetim yoktur. Fil asıl maksad ve meram iki İslam devleti mabeynini tevfik olduğuna binaen bu devletten rafz ve ilhadı ref’ idüb ve aralıktan seyfi dahi kaldırmağla fi-ma-ba’d biganeliği yeganelik suretine ifrâğ itmek üzre iken aralığa pis adamlar girüp ba’zı harekât-ı na-şayeste zuhur eyledi. Ben dahi Yeğen Mehmed Paşa vak’asından sonra O Padişah-ı Ali-câh Hazretlerine mahsus name yazub gönderdim ve bir mutemed ve sadık kullarının irsalini der-hast eyledim Devletleri daim ve karargir olsun. Hakka razi olub seni intihab ve tesyir buyurmuşlar gayet haz eyledim ve ez cümle Feth Ali ile gelen name-i hümayun-ı hakkaniyet tahrirleri bana gayet tesir eyledi...”.
Burada şu hususu önemle belirtmekte fayda vardır. Bu da Nadir Şah’ınNazif Mustafa Efendi’ye söylediği sözlerinde görüleceği üzere Osmanlı sultanına “ulu, aziz karındaşım” diye hitap etmesi ve “halifetullah ve Mekke ve Medine padişahıdır..., eğer büyük bilmez isek şer’i ve peygamberi bilmemiş oluruz” sözleri O’nu halife olarak tanıdığını gösterdiği gibi Osmanlı-İran ilişkileri açısından önemli bir gelişmeyi de ortaya koymaktadır. Kaldı ki Nadir Şah’ın bu yaklaşımı XVI. yüzyıl başlarında Şah İsmail tarafından kurulmuş olan Şii Safevi Devleti’nin Osmanlı Devleti’ne karşı takiettiği politika göz önüne alındığında son derece önemli bir değişikliktir.
Nadir Şah, daha sonra Molla-başı ve Muir Han’a hitaben “...benim şevketli, kerametlü halifem hazretlerine deruni muhabbetim ne rütbede olduğunu ve benden memleket-i İran’ı der hast eylese diriğ etmek olmayacağını bilirsiz; imdi bu Mustafa Efendi’nin rey’ü marifetiyle iki devlet arasında dostluk bir nahv ile akd olsunki, hem büyük karındaşım hazretleri muhtarları üzere ve hem İran Devleti’nin ırz u şanı siyanetine dahi ihtimam-ı bi şumar oluna” 790 diyerek barış görüşmelerine Nazar Ali Han’ı başmurahhas tayin etti.
Tam beş toplantı sonunda hem Osmanlı tarafı hem de İran tarafı yazdıkları müsveddelere son şekillleri verilmiş ve tartışılan konularda her iki tarafın da rızasına uygun olarak düzeltildikten sonra 4 Eylül 1746 (17 Şaban 1159)’da anlaşma imzalanmıştır.[ Kerden Antlaşması ]
Bu Antlaşma ile her iki devler de 1639 da imzalanmış Kasr-ı Şirin Antlaşması ile belirlenen sınırlara çekildikleri gibi Caferiliğin beşinci mezhep olarak kabulü bir kez daha kesin olarak reddedildi.
Madem ki Osmanlı Padişahi ile canciğer kuzu sarma olunacaktı o halde bunca kan niçin akıtılmıştı? Bunu Osmanlı Padişahı iyi kötü izah edebiliyordu da Nadir Şah derdini kimselere anlatamıyordu.
Ancak dökülen bunca kana rağmen en sonunda yapılan barış anlaşmasının Osmanlı Padişahı tarafından onaylanmış metnini görmek Nadir Şah’a Nasip olmadı. Çünkü Osmanlı Elçilik heyeti daha yolda iken Nadir Şah Haziran 1747 de feci bir suikast, bir ihanet sonucu öldürüldü.
NOT: Gelecek bölümlerde bir kaç ihanetin birden anatomisini okuyacaksınız inşallah.
YORUMLAR
Hocam...Tarihimizi ince ayrıntılarına kadar sayenizde öğreniyorum, teşekkürler
Esen kalın...
sami biberoğulları
Bir taraftan eski tarihi bir tarftan da çok yakın geömişi ele almaya çalışıyorum. Gelecek bölümlerde çok yakın bir zamana gideceğim. Yazı hazır aslında ama tam gününde yayınlamayı düşündüğüm için biraz bekletiyorum.
Selam ve sevgilerimle.
hocam iranla osmanlının savaşlarını böylesine teferruatıyla hiç okumamıştım sayenizde okur olduk sizi sanalda olsa tanımak benim için çok büyük şansve değerdir emeğinize yazan kaleminize sağlık gelecek bölümleri merakla beklemekteyim şimdiden sağlıkla kalınız saygılarımla selamlar
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
kars kalesi alınmadı yazınca kaleyi merak ettim kartal yuvası mı (hemen de belli ediyor BJK li olduğunu) belki görmek nasip olur.
Tebrik ederim saygılarımla.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
sami biberoğulları
Size de hayırlı cumalar ( Gerçi Cumartesi oldu bunu yazdığımda ama olsunn)
Selam ve saygılarımla.
işte hoca işte tarih....sadece oku..... bakıyorumda bize hiç bir şey öğretmemişler....kalemin hep yazsın hocam saygılar
sami biberoğulları
Tarih derslerini bizler de okullarda bu kadar tafsilatlı anlatamıyoruz. Zaman meselesi tabii ki..Haftada iki saatlik bir derse bütün bunları sığdırmak mümkün mü?
Yine de övgülerin için çok çok teşekkür ederim..Çok sağ ol var ol.
Selam ve saygılarımla