- 2115 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BİR KUŞ OLSAM
BİR KUŞ OLSAM...
Fincanın yere düşen sesiyle irkildi Yorgo ...beyaz porselen fincan ellerinin arasından kayıp taş zeminde paramparça olmuştu. Üzüntüyle bakakaldı o beyaz lekeye...Annesinin en sevdiği fincan takımından bir parça daha eksilmişti...yerine asla konulamayacak bir parça daha ansızın gidivermişti hayatından...binlerce küçük alacalı parça gibi. Eğilip kırıkları toplamayı canı istemedi...sıradan bir cam kupaya doldurdu kahvesini ve pencerenin önündeki eski hasır koltuğa oturdu. Ayaklarına dolanan kediyi itti hafifçe "Rahat dur Sipsi " diyerek...
Kaç zamandır aynı rüyayı görüyordu. Gecenin yoğun karanlığı hafifleyip gün ışıması yaklaştığında yüzüne nereden geldiğini bilmediği serin bir rüzgar çarpardı. Şimdilerde unutulmuş olan tatlı bir aksanla "Efendim...kim o ?" diye seslenir ama uyanmazdı uykusundan.
Denize inen dar sokaklarda görüyordu kendisini. Güzel bir meleğin peşinden hızlı hızlı yürüyordu. Tatlı ama üşüten bir rüzgarın her şeyi kül rengi griliğe çevirdiği garip bir yerdi burası. Camlardan sarkan begonviller, arasıra burnuna gelen taze yasemin kokusu ve gözleri cam gibi ışıldayan bir kedinin sorgu dolu bakışları sanki bir film karesinden fırlamışcasına gerçek üstüydü.
Uzun kestane saçları tatlı bir ahenkle dalgalanan beyaz elbiseli bir genç kadın eliyle çağırıp duruyordu onu. Başında altın rengi bir defne çelengi, elinde eski bir toprak testi, ayaklarında bağları dizlerine dek çıkan sandallar...hep ulaşamayacağı kadar ötede görüyordu onu. Bir yere gitmesi gerekiyordu ama bir türlü sonu gelmiyordu bu arayışın. Gözlerini kapatıp zorladı beynini ve orada sıkışıp kalan binlerce görüntüyü anımsamaya çalıştı. Evet o sokaklar Smyrne’nin yani İzmir’in imbat esintili sokaklarıydı..."Nasıl da unutmuşum" diye söylendi kendi kendine..."Ah Smyrne ah !" ...bir yaz düşü gibi yaşanmış ve uçup gitmişti o güzel şehir avuçlarından...tıpkı çok kısa sürmüş olan çocukluğu gibi... Yorgo hiç çocuk olmuş muydu acaba ?
Sipsi çiçekli minderine kurulmuş uyukluyordu. Saat tiktakları dışında hiçbir ses yoktu evde..."Buraların kokusuna alışamadım gitti" diye içini çekti Yorgo ...Smyrne’nin yasemin kokulu sokaklarını nasıl unutabilirdi !...peki ya Kırkınca’da oturan büyükannenin üzüm salkımlarıyla donanmış bahçesini!...fırından çıkan mis kokulu peksimetlerin arasına koyup yedikleri tulum peynirinin tadı hala damağında acı bir sızı olarak kalmıştı.
Bugün kahveye gitmeyi hiç çekmiyordu canı...Gitmese de olurdu hani. Gerçi oyun arkadaşları merak ederlerdi ya onu..."Neyse öğleden sonra uğrarım bir ara" diye düşündü.
Rüyasında Smyrne’nin büyülü sokalarında dolaşıyordu sık sık ama ya o melek o kimdi ?...Sanki çok iyi bildiği ama nedense unuttuğu bir yüzdü. Belleğini zorladı ama annesinden başka bir kadının yüzünü anımsamıyordu Smyrne’den. Ha bir de o kadın ...ama o...olamaz...ya da belki...
Sophia İlliadis güzel, ağırbaşlı, dağlar gibi güçlü, çiçekler kadar zarif bir kadındı. Babası Kırkıncalıydı ve çok sevdiği kızını güvendiği bir İzmirli tüccarın oğluna vermişti. Sophia böylece Kırkıncadan İzmir’e gelin gitmişti. Kocası Vasilis ona güzel bir ev kurmuş bir dediğini iki etmemişti. İki oğlan doğurmuştu Sophia...büyüğü Foti ve küçüğü Yorgo...Yorgo’dan sonra bir de kız ...kadife çiçekleri gibi kırmızı suratlı sarımsı ela gözlü bir biblo olan Marina ne yazık ki henüz 2 yaşındayken sararıp solmaya başlamıştı. İzmir’in en ünlü doktoru Anesti bile iyileştirememişti Marinacığı...tatlı bir Mayıs sabahında papazın kollarında gül yapraklarıyla gömüldü Marina Smyrne’nin artık yitirilmiş olan topraklarına...yüzünde herkesi irkilten tatlı bir gülümseme vardı.
Arkasında bahar çiçeklerinin taze ve yabanıl kokusunu bırakarak gitti Marina ve bu koku eve sindi kaldı günlerce...hizmetçiler dahil hiç kimse yemek dahi yiyemedi...sonunda Sophia’nın annesi gelip evi tütsüledi iyice. Bakır bir tasın içinde çeşitli tohumları ve bitkileri yaktı ve dumanı tüten tası bütün evde dolaştırdı. O çiçeksi koku kayboldu , yerini kesif bir yanık ve baharat kokusu aldı, ama en azından herkes bir kaç lokma yemeyi başardı o gece.
Sophia’nın siyahları çıkarıp yeniden mor atlaslarına büründüğü günün gecesiydi galiba Vasilis düşünceli düşünceli eve gelmiş ve üzerini değiştirerek kilisedeki toplantıya gitmişti. Geç saatlerde döndüğünde Sophia ile salonda oturup uzun uzun konuşmuşlardı. Yorgo kulağını dayayıp dinlemişti ama pek azını anımsıyordu şimdi.
- Papaz efendi birleşmeliyiz diyor... her an svaşın sonu gelebilirmiş. O zamana hazılıklı omalıymışız.
-Nasıl yani Vasilis?
-Osmanlı bitmiş tükenmiş...Selanikte olduğu gibi İzmir’e de ordularımızın gelmesi an meselesiymiş.
-Sen ne düşünüyordun peki
-Bilmiyorum Sophia ..ben tücarım bu işlerden anlamam burası evimiz...bu insanla komşularımız...ben bu hesaplardan anlamam.
"Ah be babam ! " diye inledi Yorgo İlliadis eski hasır koltuğun sırtına batan tellerini bile hissetmeden...O pazarı nasıl unuturdu. Hep birlikte kiliseye gitmişlerdi, annesi...babası ve Foti...Meryemana ikonunun altın yaldızlı kırmızılı mavili ışıltısı karşısında gözleri kamaşmış ama papazın kara cüppesinden korkmuştu Yorgo...
Ayinden sonra hep birlikte Kırkınca’ya gitmişlerdi büyükanne ağır hastaydı. Elbirliğiyle tatlı kokulu üzümleri topladılar. Yorgo sıcacık Ege göğü altında özgür bir saksağan gibi zıplamıştı o asmadan bu asmaya...yorulduğunda uzanıverdi binlerce yıl kendilerini besleyen toprağın göğsüne...kulağını dayadı ve derininden gelen sesi dinleyerek uyudu. Omuzundan sarsarak uyandırdılar onu..sıçardı ve kalktı istemiyerek...endişeyle bakan annesi ve babasını görünce gülümsedi. Saat gece yarısını geçmişti ve büyükanne ağırlaşmıştı iyice bu yüzden onu bağda unutmuşlardı.
Yorgo korkmadığını ve uyumadığını söyledi onlara..."Marina yanımdaydı ..hep konuştuk sizden bahsettik...sonra büyükanne için geldim benimle yaşayacak artık dedi ve gitti" diyerek hepsini dehşete düşürdü. Ertesi sabah papaza okuttu Yorgo’yu Sophia. Belki de tesadüf bilinmez haftasına öldü büyükanne.
Zihni tekrar rüyasında gördüğü o meleğe kaydı. acaba Marina mıydı o belki de ailesinden kalan son kişiyi Yorgo’yu almaya gelmişti Marina kimbilir ?...hiç mi hiç korkmuyordu Yorgo İlliadis...bu dünya zaten onun değildi artık...onun bildiği dünya yokolup gitmişti kızıl bir ateş altında...Öyle bir ateş ki canlı olan herşeyi yutmuştu yakalayıp... tıpkı canavar Skylla* gibi ...Yalım yalım yanan ateşin içinden görüyordu şimdi Smyrne’de kalan yüzleri...renkleri...şekilleri...hepsi eriyip birbirine karışmış alacalı bulacalı acaip bir şey olmuştu. Bir yanda ikonları kurtarmak için uğraşan papazın iri iri açılmış gözleri...diğer tarafta deliler gibi bağırarak koşan genç bir kadın...çığlıklar...yıkılan evlerin gıcırtıları ve her şeyi bir kül yığını haline dönüştürecek olan ateşin o garip ve yok edeci sesi...
Hayır o yüz Marina’nın yüzü değildi...bundan emindi
Yangın öylesine ani başlamıştı ki tüm Smyrne dondu kaldı adeta. Sophia ve Vasilis oğullarını kaptıkları gibi bahçeye atmışlardı kendilerini ama Vasilis duramıyordu yerinde. Bağırdı koştu..çabaladı..yardım istedi. Kimsenin yardıma gelecek hali yoktu herkes kendi canının, malının derdine düşmüştü. Şu dünyada sahip oldukları ne varsa çatır çatır yanarken daha fazla dayanamadı Vasilis...en azından kasayı alayım diye içeri fırladı Sophia’nın çığlıklarına aldırmadan.
Yorgo bir daha görmedi babasını. çünkü yanan ev karısının ve iki oğlunun gözleri önünde üzerine çöktü Vasilis’in.
Sophia çıldırmış gibi öylece seyretti evinin ve kocasının yanışını...Kül rengi bir sabah geldi...hiçbirinin bilmediği ve tanımadığı bu kente...tuz kokusuyla dolu bir rüzgar esiyordu ve sessizce oturuyordu Sophia iki oğlu yanında...
Neden sonra Yorgo’nun sesiyle kendine geldi "Üzülme " diyordu Yorgo yüzünde meleklere özgü saf bir gülümsemeyle" Babam Marina’nın yanında...büyükanne, babam ve Marina kahvaltı yapıyorlar şimdi...orada çok güzel üzümler varmış öyle diyor babam...şarap yapacakmış bizim için...geldiğimizde içecekmişiz birlikte"
Sophia bilincini yitirmiş gibi baktı oğluna...ağr ağır kalktı ve bir koluyla Foti’yi diğeriyle Yorgo’yu yakaladı tuhaf gölgelerle dolu sokakta tıkırtılar bırakarak yürüdüler. Sımsıkı tutuyordu iki oğlunu genç kadın...yanından geçen askerlerin sözlerini duymadı bile...mermer bir heykel gibi sessiz ve ışıksız yürüdü limana kadar...
Günlerce aç susuz beklediler...neyi beklediklrini bilmeden. Sağdan soldan bulduğu kuru ekmekleri oğullarına yedirdi Sophia ama ağzına bir lokma dahi almadı...yalnızca arada bir su içiyordu hepsi bu.
Sisli ve hüzünlü bir sabah vakti rüyasında Kırkınca çayırlarında koşup oynadığını gören Yorgo daha uyku mahmurluğunu atmamışken üzerinden derin ve içli bir sesle gözlerini açıverdi. Şarap rengi atlas bir çarşafa bürünmüş gözleri mavi denizler gibi dalgalanan güzelliğin ötesine geçmiş bir kadın eğilmiş konuşuyordu annesiyle.
-Hemşire sen de çocuklarda kötü görünüyorsunuz. buyrun evimize gelin ...tanrı misafiri olun.
Sophia redetti bu teklifi bekleyecekti burada...alnına ne yazılmışsa görecekti.. bu gri gökyüzü altında onun olan bir şey kalmamıştı artık.
Güzel mavi gözlü kadın birkaç saat sonra yiyecekler ve suyla geri gelmişti. Yorgo ve Foti’ye elleriyle yedirdi ama Sophia’ya bayağı ısrar etmesi gerekti.
- Hemşire olmaz...yemelisin..artık bu iki yavru için yaşayacaksın. Bak ben de dulum hem çocuğumda yok. Keşke olaydı bir bebek de yadigar kalaydı kocamdan. Trablus’da şehit oldu genç yaşında. Biz kadınlara sabretmek düşer Hemşire...kadınların kaderidir bu.
Sonunda birkaç lokma yemeye ikna etti Sophia’yı...Bütün evlatlarını yütüren Hekabe’den** daha kötü değildi halim derdi annesi çok sonraları Selanik yakınlarındaki bu köye gelip yerleştiklerinde.
Adı Safiye olan bu genç kadın sürekli yemek getirdi onlara. Bir gemide yer bulup bilinmezlere doğru gidene kadar. Son geldiğinde annesi boynundan çıkardığı Meryem ana madalyonunu verdi Safiye Hanım’a...iki kadın erkeklerin asla giremediği bir dünyada birleştirmişlerdi ruhlarını. Bu dünyada kin ve nefret yoktu...anneliğin ..doğurganlığın var eden gücü...doğanın asla keşfedilmemiş gizleri vardı.
Ama yok dedi içinden Yorgo İlliadis...rüyama giren melek Safiye Hanım’da değildi. Ama kimdi ?
Gözlerini önünde uçuşan binlerce görüntü...binlerce yüz arasında kaybolmuş gibiydi sanki...eksik kalan bir parça vardı ve onu bulamıyordu yıllardan beri...birlikte olduğu tüm kadınlarda arayıp da bulamadığı bir parça...
Gemiden indikleri limanı Smyrne kadar bile hatırlamıyordu. Sonrası puslu bir örtüyle kaplanmış gibiydi...ağabeyi Foti’nin çok hasta olduğunu biliyordu ama bunu bile tam hatırlayamıyordu. Annesiyle köy mezarlığından döndüklerinde yapayalnız kalmıştı artık... bu hiç bilmediği dünyada ve yanındaki siyahlara bürünmüş cansız heykelle...ama o zamanlar kaç yaşındaydı...hiç bilmiyordu. hayatının o bölümü gizli bir el tarafından çekilip alınmıştı kendisinden ve yerine belleğinden asla silinmyecek görüntüler bırakılmıştı...hepsi de Smyrne’ye aitti.
Birden sıçradı yerinden ve doğrulup oturdu. Sipsi bile sıçramıştı minderinden.
Henüz küçük bir çocukken babası onu ve Foti’yi almış eski kent kalıntılarının arasında gezmeye çıkarmıştı. Eve benzer bir yıkıntının tabanında inanılmaz güzellikte bir mozaik vardı. Pelerini uçuşan iri gözlü...kedi bakışlı bir genç kadın elinde ufak bir testiyle duruyordu öylece. Binlerce yılın tozu altında bile capsanlı..sıcacıktı...Elleriyle üzerindeki toğrağı temizlediler iyice ve doyasıya seyrettiler.
-Baba kim bu kadın ?
-O Smyrne dir...bizim annemiz
-A hepimizin annesi mi
-Evet oğlum zeytinlerin, üzümlerin, mis kokulu yaseminlerin, baharda toprağa çıkıp doğanın canlanışını müjdeleyen minik karıncaların, saksağan kuşunun ve hepimizin annesi.
"Ah Smyrne ah" dedi Yorgo İlliadis... rüyalarımda çağırırsın beni bilirim...bir kuş olsam da uçsam sana..gelsem...bu yaşlı ve yorgun vücutdan kurtulsam da gelsem...kollarını açarmısın bana...kokunu salar mısın üzerime ?...verir misin yitirdiğim tüm yüzleri yeniden...annem...babam...Foti...Marina...büyükannem...Safiye Hanım...sütçü Ahmet efendi...komşumuz Osman Amca...Eleni Teyze...papaz efendi...oyun arkadaşlarım İhsan, Niko ve Yannis...
Bir kuş olsam uçsam sana İzmir !...
*Skylla : Homeros’un Odysseia destanında sözü geçen deniz canavarı.
**Hekabe : Troia kralı Priamos’un karısı. Birçok çocuğunu Troia savaşında yitirmiştir.
YORUMLAR
Şu an içinde yaşadığım dünyanın en güzel şehirlerindendir İzmir...Harika bir anlatım yine...Tebrik ederim