- 1167 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İRAN’DA BİRKAÇ GÜN… / İBRAHİM ERYİĞİT
İran Sanat Evinin düzenlemiş olduğu “2.Kadir Yağmuru Şiir Festivali”ne katılmak üzere, Türkiye’yi temsilen şair dostum Bünyamin Doğruer’le beraber Tahran’a gittik. 11 Kasım 2011 gecesi, saat: 02.00 da Tahran Humeyni Havaalanındaydık. Havaalanının salonunda ilk göze çarpan tablo, Humeyni’nin ve Hamaney’in fotoğrafları oldu. Humeyni’nin keskin ve kararlı bakışları Mekke dönemini, Hamaney’in sakin ve rahat bakışları ise Medine dönemini yansıtıyordu adeta. Havaalanı çıkışında kalabalık bir ekip bekliyordu ellerinde çiçek buketleriyle. Kameramanlar ve fotoğrafçılar tetikteydi. Ekibin önünde isimlerimizin yazılı olduğu levhayı görünce bizi karşılamak için geldiklerini anlamak uzun sürmedi. Oldukça sıcak bir karşılama anı yaşadık, sıcak gülümseyişlerle sunuldu buketler. Tercümanımız İbrahim Akbulut’un ve ekipteki diğer kişilerin Türkçe ve Farsça hoş geldiniz cümleleriyle bütün yorgunluğumuzu havaalanında bırakarak Lale otele geçtik.
Sabah ezanıyla uyandım. Bizde sabah ezanında söylenen “essalatu hayrun minen nevm” (namaz uykudan hayırlıdır) uyarısının yerine, burada “Aliyyül veliyullah” (Ali, Allah’ın dostudur) cümlesini duymak, İslam dünyasının zenginliğini yansıtması açısından ilginçti. Öğlene doğru lobiye indiğimizde, Sanat Evi’nin Genel Sekreteri Sayın Muhammed Rıza Zairi ve diğer yetkililerin bizlerle tanışmaya geldiklerini gördük. Sıcak ve içten tanışma koyu sohbete dönüştü kısa bir süre sonra. Geçen yıl ilki düzenlenen şiir festivalinden bilgiler aktardılar. Festivalin formatı ve içeriği hakkında tanıtıcı bilgiler verdiler.
Halı Müzesi
Yemek sonrasında, kaldığımız otele yürüme mesafesindeki Halı Müzesi’ni gezmeye götürdüler bizleri, İbrahim ve Mina. Lale parkının kuzeyindeki bu müze, ünlü İran halılarından en seçme olanlarının sergilendiği bir yer. İki katlı bu müzede 16. yüzyıldan günümüze kadar gelmiş birçok nadide halıyı bir arada görme fırsatı bulduk. Zararlı ışıklardan korunmak için müzede fotoğraf çekilmesine izin verilmediği için maalesef görüntü alamadık. Gördüklerimiz karşısında hayrete düşmemek elde değildi: Birbirinden güzel devasa boyutlardaki halılardaki renk cümbüşü güzel bir şiirin mısraları olarak aktı gözlerimizden içimize. Oradaki görevlilerin, çıkışta, müze hakkındaki görüşlerimizi almaları ve müzenin genel tasarımı hakkında önerilerimizin olup olmadığını sormaları hoşumuza gitti. Söylenecek söz yoktu, herşey harikaydı doğrusu. Takdirlerimizi belirtip ayrıldık müzeden.
Özgürlük Anıtı (Azadi Anıtı)
1971 yılında Pers İmparatorluğunun kuruluşunun 2500. yılında Shahyad Anıtı olarak yapılmış olan Anıt, 2.500 adet yüz yüze bakan taş ile süslenmiş. Anıtın orta katlarında bir İran Tarihi müzesi bulunmaktaymış ama bizim içini gezme zamanımız olmadı. Anıtın bulunduğu meydan, Meydan-ı Azadi adıyla anılmakta.
Tahran’daki Azadi Anıtı
Otele vardığımızda diğer ülkelerden gelen şairlerle tanıştık, ayaküstü kısa sohbetler yaptık her biriyle. Bu arada, tercümanımız İbrahim’in değerli anne ve babasıyla tanıştık: Mehmet Ali bey ve Vildan hanım. Mehmet Ali beyle yaptığımız kısa ama derinlikli sohbetin tadı damağımızda kaldı. Hep beraber Sanat Evi’nin binasına gittik. Sanat evinde çizgi film ve animasyon çalışmalarının çok yoğun olarak sürdüğünü gördük. Yağlıboya resim çalışmaları yapan ressamlarla ayaküstü kısa konuşmalar yaptık. Beş katlı devasa sanat Evi’nin her katında farklı birimlerdeki (çizgi film, animasyon, resim, kitap,..) sanatçılar yoğun şekilde çalışıyorlardı.
Bizim dışımızda 13 şair daha vardı İran dışından gelen: Hindistan’dan Chander Shekhar, Jatinder Pal, Mahmood Alam ve Gobind Prasad; Lübnan’dan Georgi Tarbay ve Abdulkader Ternani; Tunus’tan Ahmed Touili ve Mohamed L. Nafti; Pakistan’dan Sahar A. Mansari, Afganistan’dan Abdul F. Mehraaieen, Saleh M. Khaligh, Sohrab Sirat ve Enayyatollah Shahir. İranlı şairlerden Mohamad Ali Mojahedi ve Ali M. Garmaroudi de aramızdaydılar. Sanat Evi’nin genel müdürü Muhsin Mumini Şerif’in festivalin içeriğine ilişkin sözleri ve farklı ülkelerdeki şairleri bir arada görmekten duyduğu mutluluğu dile getirmesi salondaki herkesi duygulandırdı. İslam kardeşliğinin evrenselliği ve mutluluğu yansıyordu orada bulunan şairlerin ve yetkililerin yüzüne. Benimde aralarında olduğum birkaç kişi duygularını dile getiren konuşmalar yaptı. Tanışma toplantısı bitiminde Türkiye’deyken Cevat Akkanat aracılığıyla mail yoluyla bağlantı kurduğumuz Cihan Aktaş’ı bizi çıkış kapısında beklerken bulduk. Onca yoğunluğu arasında bize zaman ayırma jesti hepimizi sevindirdi. Tahran Üniversitesinde ders veren Aktaş’la ayaküstü de olsa kısa ama oldukça yoğun sohbet etme fırsatını yakalamak, hepimizi, özellikle de eşim Esen hanımı çok mutlu etti. Sayın Aktaş’a, bir kez de buradan teşekkür ediyoruz, Tahran günlerimize sevgi dolu dostluğunu kattığından dolayı.
Ertesi gün, sabah programına canlı yayın konuğu olarak İran’ın resmi TV kanalının stüdyosundaki programa eşimle birlikte katıldık. Kadir Yağmuru bayramı nedeniyle 1 günlük resmi tatildi o gün. 40 dakikaya yakın süren programda, Peygamberimiz ve Hz. Ali hakkında konuştuk. Nehcul Belaga’nın içeriğinden bahsettik. Hz. Ali’nin, “Zenginin israfı, fakirin ihtiyacı kadardır.” sözünün hikmetine dair açılımları konuştuk. Şiir ve şiir üzerine konuştuk. Öğleden sonra, sanat evinin büyük konferans salonunda düzenlenen panellerde konuşmalar yapıldı ve şiirler okundu. O günün akşamında, plâketler ve onur belgeleri sunuldu bütün katılımcı şairlere. Çeşitli radyoların ve özel televizyon kanallarının günün anlam ve önemiyle ilgili sorularını cevapladık şölen sonrasında.
Sabah, kahvaltı sonrası Tahran caddelerine turlamaya çıkıyoruz, Eşim, Bünyamin Doğruer ve tercümanlarımız Mina Maleki ve İbrahim Akbulut’la. Tahran’ın nüfusunun yaklaşık 15 milyon olduğunu öğreniyoruz. Trafik akışı ve şehrin yoğunluğu İstanbul’a, genel görüntü Ankara’ya benziyor. Düzlük oluşu nedeniyle de Konya’yı anımsattı bana Tahran. Tahran’ın tercümesi bence: İstAnKon. Başkent olmasına rağmen çok resmi gelmedi bana. Üç gün boyunca sadece bir tane polis arabası gördüm. Bazı kavşaklarda göze çarpan trafik polislerinin aslında askerlik görevini yapan gençler olduğunu öğreniyorum. Sokaktaki insanların rahatlıklarını yüzlerinden okumak mümkün. Herhangi bir gerginlik veya sinirlilik sezilmiyor cadde ve sokaklarda. İnsanlar çok cana yakın ve güler yüzlü. İsrail’in, İran’a yönelik tehditlerinin ciddiye alınmadığını sokaklardaki insanların yüzlerinden okuyabiliyorsunuz rahatlıkla. Resmi dairelerde ve caddelerde kadınların çokluğu dikkati çekiyor. Kadınların çalışma hayatında bu kadar yoğun yer almasının boşanmaları arttırdığı olgusu bizde olduğu gibi İran’da da tartışma konusu. İran adeta 24 saat yaşayan bir şehir, gecenin saat üçünde bile caddelerdeki trafik yoğunluğu neredeyse gündüzdeki trafik yoğunluğuyla aynı. Tahran, bütün olumluluklara rağmen, insanı yoran, tüketen bir şehir bence: İnsan ve taşıt yoğunluğu, hava kirliliği, hayatın çok hızlı akması, vs… başlıca nedenler olarak sayılabilir bu tezime.
Şiraz
Akşama doğru uçakla Şiraz’a geçiyoruz. Şiraz deyince akla hemen Hafız Şirazi ve Sadi Şirazi geliyor. Şiraz söyleniş olarak ta şiirselliği çağrıştırıyor. Farsça aksan bakımından kaba bir dil olmasına rağmen kendi dil sentaksı açısından şiirselliği barındırıyor. Normal bir cümleyi Farsça hafif yayarak söylediğinizde şiirin musikisi kendiliğinden elde ediliyor. Arapçada da benzer durum var. Festival boyunca biz Türk şairlerin ne kadar şanssız olduğumuz kanısına vardık Bünyamin kardeşimle. Zar zor kurduğumuz kafiyenin de çeviri uğruna kaybolduğunu yaşamak ne acı! Bereket, Bünyamin Doğruer şiir okurken kelimelere özel vurgu yapmasının yanı sıra, beden dilini de güzel kullandığından, Türk şiirinin imajını kurtardı bence. Burada öğrendiğim bir fıkrayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Adamın biri, bir şaire giderek, "Bir şiir oku bana" demiş.
- Eskilerden mi, yenilerden mi?
- Yenilerden.
- Farsça mı, bir başka dilde mi?
- Farsça.
- Kaside mi istersin, gazel mi ya da rubai mi olsun, mesnevi mi?
- Mesnevi.
- Arifane mi olsun, aşıkane mi?
-Aşıkane.
- Hakîkî mi olsun, mecazî mi?
Adamcağız şiir isteyeceğine pişman olmuş:
- Sağ ol! Bugünlük bu kadar yeter!
Şiraz biraz bizim sayfiye şehirlerimizi andırıyor. Yaşanması rahat bir şehir izlenimi veriyor. Deniz kıyısında değil ama denize yakın mesafede olduğundan havası oldukça sıcak geldi bize. Çöl bölgesine yakınlığının da sıcak olmasına etkisi olduğunu öğreniyoruz.
Çöl bölgesinden ilginç bir fotoğraf:
Dikkat! Deve geçebilir, zaten deve geçmek üzere hazır.
Şiraz, Fars eyaletinin başkenti. Şiraz’ın ana caddesi olan Kerim Han-e Zend Bulvarı, şehri boydan boya ikiye bölüyor. Fars eyaleti, bugünkü İran devletine, halka ve konuşulan dile ismini vermesiyle övünür. Şiraz, aynı zamanda bir tarihi eserler, şairler, filozoflar, savaşçılar, krallar, orkideler ve portakallar, güller şehri olarak iz bıraktı bizlerde. Şehirden havaalanına giden yolun iki yanında yaklaşık 8 km boyunca sıralanan gül bahçelerini seyretmeye doyamadık.
Kerim Han Kalesi
Şehir merkezinde bulunan bu kale, tamamı tuğladan yapılma ilginç bir mimariye sahip. Savunma amacıyla yapılmış olması gereken bu kale, yuvarlak hatlarıyla sanki sadece estetik kaygılar taşıyor gibi. Kale duvarlarının yüksekliği yaklaşık 14 metre ve oldukça iyi korunmuş durumda. Bu kale, Kerim Han tarafından, saray bahçesinin bir parçası olarak, İsfahan’daki büyük eserlerle rekabet için yaptırılmış.
Kerim Han Kalesi
Kalenin girişindeki yazıtta Farsça olarak : “Şiraz’a yeni gelen bir gezgin, uzun süre Kerim Han sarayının endamını övmekten geri duramayacaktır” sözünün yazılı olduğunu, Mina hanım tercüme etti bizlere.
Kalenin iç avlusuna girdiğimizde geniş bir bahçe, kralın özel dua mekânı ve özel hamamını görüyoruz. Binanın ahşap işlemelerine, vitraylarına ve duvarlardaki minyatürlere hayran kalıyoruz.
Saraydaki vitraylar çok güzel.
Şah-e Çerağ Türbesi
Şiiliğin önemli isimlerinden ve 12 imamdan biri olan İmam Rıza’nın öz kardeşi Seyyid Emir Ahmed, 835 yılında Şiraz’da düşmanları tarafından öldürülmüş. 14. yüzyılda onun anısına mezarının bulunduğu yerde bu türbe yapılmış. Şiiliğin en önemli ziyaret yerlerinden biri olan bu türbe, gerçekten çok güzel dekore edilmiş.
Şah-e Çerağ türbesi dışarıdan görünüşü
İsmi, “Işıkların şahı” olarak çevrilebilen bu türbenin iç duvarları milyonlarca küçük ayna ile mozaik şeklinde işlenmiş. Küçücük bir ışık kaynağının bile milyonlarca ayna üzerinde değişik şekillerde yansıması, mozolenin gümüşten korumalarının parıltıları, türbenin çeşitli yerlerinden gelen yeşil ve sarı ışıkların beyaz ışıkla karışıp yansımaları, sürekli ziyaretçi akını, birçok kişinin burada namaza durması veya açıkça ağlaması, yarı karanlık ortamda mistik atmosferi aşırı derecede yoğunlaştırıyor. Dini inancınız ne olursa olsun, türbenin içine girdiğinizde ister istemez bir huşu, hüzün, ihtişam, eziklik ve hayranlık gibi karışık duygular hissedebilirsiniz. Bu türbedeki ortamdan çok etkilendiğimi belirtmek istiyorum.
Şah-e Çerağ türbesi içeriden görünüşü
Türbe binasının önündeki geniş bahçede bir süre oturarak etrafı seyrediyoruz. Ana binanın altın kaplı kubbesi; duvarlardaki eşsiz mavi çiniler ve mozaikler; İran’ın her yerinden gelmiş ziyaretçileri, genelde siyah veya beyaz çarşaf giymiş kadınların oradan oraya koşuşturmalarını ve kadın erkek birçok ziyaretçinin içeriden ağlayarak çıkmalarını seyrediyoruz.
Dervaz-e Kur’an - Kur’an Kapısı
Şiraz’ın girişinde yer alan bu süslü yapı, aslında bin yıl kadar önce yapılmış bir giriş kapısı. Zend’li Kerim Han, bu yapının üst katında bir odaya Kur’an’dan bazı ayetleri koyduktan sonra bu kapıya Kur’an Kapısı denmiş. Şiraz’daki yaygın bir inanca göre seyahate giden bir yolcu bu kapının altından geçerek yola çıkarsa kesinlikle Şiraz’a güvenli bir şekilde geri dönermiş. Bu kapı 1950’lerde yıkılmış ve daha sonra yerel bir tüccarın bağışlarıyla yeniden yapılmış.
Vekil Pazarı
Şiraz’ın en güzel ve belki de İran’ın en egzotik atmosferini sunan pazarı yaptıran Zend’li Kerim Han’ın amacı, Şiraz’ı bölgenin ticaret merkezine dönüştürmekmiş. Pazarı gezerken, İran’ın öteki pazarları gibi buranın da labirent benzeri yapısı içinde rastgele dolaşınca, hangi yöne gittiğinizi düşünmeden yürüyünce pazarın içinde kaybolmak çok kolay. Korktuğumuz başımıza geliyor: Eşimle kayboluyoruz! Pazarın çıkış kapılarından birine yönelince birdenbire Serai Mushir isimli bir kervansarayın bulunduğu yere çıkıyoruz. Bu kervansaray, iki katlı ve iyi korunmuş haliyle bizi eski dönemlere götürüyor. Kervansarayın içindeki dükkânlardan hediyelik eşyalar alıyoruz. Uzun bir uğraştan sonra kafilemizi buluyoruz, daha doğrusu onlar biz buluyor.
Şiraz - Kapalı Çarşı (Vekil Pazarı)
Hafız’ın Türbesi
Fars dili ve edebiyatının büyük sanatçısı Hafız’ın, 1324 – 1391 yılları arasında yaşadığını biliyoruz. Hafız, hayatı boyunca kısa bir süre dışında Şiraz’dan dışarı çıkmamış. Şiirlerinde her zaman Şiraz’ın güzelliklerinden bahsetmiş ve ölümünde Şiraz’a gömülmek istemiş. Hafız’ın gömüldüğü yer daha sonra türbeye çevrilmiş halk arasında burası “Hafıziye” olarak isimlendirilmiş. Hafız, eserlerinde Farsçayı öyle bir ustalıkla kullanmış ve öyle büyük eserler yaratmıştır ki, bunların başka bir dile tercüme edilmesi hemen hemen imkânsızdır bence. Türkçe olarak okuyoruz ama Farsçadaki tadını alamayacağımızı bilerek okuyoruz. İranlılara göre, her evde mutlaka bulunması gereken iki şey var: Kur’an-ı Kerim ve Hafız’ın bir kitabı. Hafız, İranlılar için bir halk kahramanı, sevilen ve saygı duyulan bir kişilik. Çoğu İranlının karşılaştığı sorunda Hafız’dan alıntı yaparak sözlerini desteklemeye çalıştığını öğreniyoruz tercümanlarımızdan.
Hafız’ın türbesi, geniş bir bahçe içinde iki havuzla süslü, huzurlu ama çok sayıda ziyaretçisi olduğu için pek de sakin olmayan bir yer. Hafız’ın mezar taşında şiirlerinden biri işlenmiştir. Bu taş, 1773 yılında Kerim Han tarafından buraya yerleştirilmiş. 1935 yılında türbenin üzerine bir kubbe yapılmış. Bu kubbe, sekiz sütün üzerinde çini işlemeli ve derviş sarığını sembolize ediyor.
Hafız’ın türbesi gece görünüşü
Akşam olup güneş batarken türbe aydınlatılıyor ve hoparlörlerden kısık bir sesle okunan Hafız’ın şiirlerini dinliyoruz.
Sa’di’nin Türbesi
Sadi(1209–1291), Şiraz’da doğmuş ve Şiraz’da ölmüş, ama hayatı gezilerle geçmiş ve bir anlamda gezginlerin şairi olmuş. Sa’di, ilk eğitimini Bağdat’ta almış, daha sonra Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Hindistan’a gitmiş. Hem şiirde, hem de düz yazıda çok başarılı eserler vermesinin nedeni, insan karakteri ve yaşam konularında felsefi düşüncelerini sanatıyla birleştirebilmesindeki ustalık bence. Sa’di, bir dönem Haçlılar tarafından esir alınmış ve Tripoli’de cezaevinden tünel kazarak kaçmış. Hafız’ın Şiraz’dan dışarıya çıkmayıp dünyayı tek bir şehirden ibaret görmesine karşılık, Sa’di’nin şehri, bütün dünya olmuş. Sa’di, 30 yıldan fazla bir süre gezgin derviş olarak yaşamış, Hindistan’dan Anadolu’ya Lübnan’dan Etiyopya’ya kadar dolaşmış. Kendi deyimiyle, “ruhsal açlığını doyurmak için” rastgele konukseverliklerle de karşılaşmış, aşırı açlık ve susuzluk dönemleri de yaşamış. Verdiği eserlerden en önemlilerinin “Bostan” ve “Gülistan” olduğunu biliyoruz. Hece yayınları tarafından Haziran 2011 de çok özel bir şekilde itina ile çevrilen ve basılan baskısını herkese öneririm. Türbesi, bir tepenin eteklerinde, “Qanat” ismi verilen suyolu ile beslenen balıklı bir havuz başında, sakin ve huzurlu bir ortamda. Türbe, beyaz mermerden yapılmış ve üzerinde:
“Şiraz’lı Sa’di’nin türbesi aşkın kokusunu saçacak
Hatta onun ölümünden binlerce yıl sonra bile.”
beyiti işlenmiş. Beyaz mermer sütunlar üzerinde çini işlemeli bir kubbe yer alıyor. Türbenin altında mahzen görünümlü bir çayhane var. Türbe girişinde yan yana sıralanmış dükkânlardan her türlü yiyecek maddesi almak ve türbenin bahçesinde buraya gelen birçok İranlının yaptığı gibi piknik yapmak mümkün.
Şirazli Sadi"nin türbesi
Persepolis
“Şiraz’a gelmişken, Persepolis’i de görmeden olmaz.” dedi, ekip başkanımız Muhammed Rıza Zairi Bey. Persepolis, Pers dilinde: Parsa, Farsça: Taht-ı Cemşid demekmiş. Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan Persepolis’in, MÖ 6. yüzyıl sonlarına doğru Pers Kralı I. Darius (Dara) tarafından kurulduğunu ve Darius’dan sonra tahta çıkan I. Serhas ve Artakserkses (Ardaşir) şehri büyüterek harika anıtlarla doldurduklarını öğreniyoruz. Persepolis’te kral sarayları taşıma toprakla yapılan, tepesi 473 metre uzunlukta, 86 metre genişlikte ve 13 metre yüksekliği olan yapay bir tepe üzerinde bulunmaktaymış. Sarayların bulunduğu bu taraçaya iki geniş merdivenle çıkılıyor. Merdivenlerin yan duvarları kabartma heykellerle dolu.
Kserkses’in taht salonunda, her biri 20 metre yükseklikte olan ve üzerinde 2 metre yükseklikte başlıkları olan 100 sütun bulunuyormuş. Başlıklar boğa ve insan şeklindeler. Sarayın iki büyük sütunla tutturulan kapısının yüksekliği 11 metre. Kapıdaki sütunların önünde, yüzleri insan şeklinde olan iki boğa heykeli var. Dara’nın Mısır’daki ocaklardan getirilen blok taşlarla yapılmış "Apadama" denilen tören salonu 10.000 kişi alıyormuş. Bu kadar büyük bir kapalı salon başka hiçbir sarayda yokmuş. Hazine sarayın ın geniş avlusuna açılan 4 büyük ahşap kapısı vardı ve bunlar renkli ve süslü alçılarla kaplıymış. Persepolis’te büyük sütun kaideler üzerinde, Perslerin inançlarını yansıtan heykeller var. Bunlar iyilik sembolü olan yarı insan bir savaşçı ile kötülük sembolü olan bir canavarın mücadelesini ve iyilik sembolünün zaferini gösteriyormuş. Persepolis’in yakınındaki kayalık dağın yamaçlarında birbirinden 8–10 km uzaklıkta, kayalar oyularak yapılan ve saray görünümlü iki kaya mezar varmış. Frigya kral mezarlarına benzeyen bu mezarlar "Taht-ı Cemşid" ve "Nakş-ı Rüstem" olarak anılıyorlar.
MÖ 331’de Büyük İskender, Persleri yenerek şehri yakmış. Bundan sonra şehir toprak yığınları altında kendi haline terk edilmiş. Yaklaşık 10 yıl önce başlatılan kazı çalışması halen devam ediyor.
Muhammed Rıza Zairi Bey’le, İran’da bulunduğumuz her an diliminde fırsat buldukça çeşitli projelerden konuştuk. Eşim, Aile İçi İletişim Uzmanı olduğu için, konuşmalarımız daha çok aile-çocuk ekseninde yoğunlaştı. Zairi Bey, geçen yıl, çocuklara yönelik 17 bin kitap yayınladıklarını söyleyince hayretlerimizi gizleyemedik. Buna ek olarak, geçen yıl içerisinde tam 800 tane kütüphane açtıklarını da söyleyince, şaşkınlık, hayranlık ve takdir duygularımızı belirtmek düştü bizlere. İran, sınır komşumuz olmasına rağmen, yönümüzü batıya çeviren bizler için çok kapalı ve uzak görünüyor maalesef. Oysa 1000 yılı aşkın bir süredir birlikte yaşamış toplumlar olarak sonuç böyle olmamalıydı.
İran’da her dakikası dolu dolu geçen birkaç günden sonra işin en zor kısmı başlıyor: Ayrılmak. Sanki yıllardır burada yaşıyormuşum gibi geldi bana. O kadar güzel yaşadık ki bu birkaç günü, ayrılış vakti gelince duygusallaşmamak elde değildi. Muhsin Mumini Şerif, Muhammed Rıza Zairi ve Naser Zarrabi Beyler başta olmak üzere, Mina, İbrahim ve diğer arkadaşlar bizlere o kadar harika bir ev sahipliği yaptılar ki unutmak mümkün değil. Hepsine bir kez de buradan teşekkür ediyorum.
YORUMLAR
Yazarın Türkçeyi küçümsiyerek söyledikleri bu kalemin açmazını gösteriyor.Türk şairleri neden şanssız olsun.Anlamak mümkün değil.Kaldıki şiir yazmak için uyak ta olması gerekmez.Yoksa türkçenin fakir bir dil olduğu safsatalarına mı inanıyor.Kaldı ki Nazım Hikmet'ler Orhan Pamuk'lar dünyanın tanınmış herkesin ilhamı olmuş bu şair ve yazarlar Türkçe yazıyor.Mehmet Akif türkçe yazıyor.Türkçe yazan tüm şairler kendini şanslı hissediyor.Diğer taraftan İran'a bende gittim öyle ahım şahım ileri bir uygarlık edebiyata düşkünlük göremedim.Zaten demokrasi dersen hiç yok.Güçlünün zayıfı ezdiği bir yer.Bu kadar yazmışsın methiyeler düzmüşsün ama boşuna.Biraz da gerçeklerden bahsetmeni beklerdim.Tam bir zaman kaybı.Yazık olmuş...