- 2443 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AVRUPA GEZİSİ / İBRAHİM ERYİĞİT
AVRUPA GEZİSİ ( 29–06–2011/18–07–2011)
29 Haziran, Çarşamba
Ankara’da sabah 29 Haziran sabahı 06.30 da başlayan otobüs yolculuğuyla, birkaç kere verilen molalardan sonra akşam saat 19.30 da İpsala sınır kapısına vardım. Yaklaşık iki saate yakın süren pasaport işlemleri sonrasında Hellas (Yunanistan)’a resmen adım atmış oldum. Yunanistan’da biri özerk olmak üzere, toplam 23 tane eyalet olduğunu öğreniyorum. İki saat süren yolculuğum sonucunda Kavala’ya ulaştım. Kavala, küçük bir sahil şehri. Son derece planlı ve düzenli bir şehir izlenimi bıraktı bende Kavala. Cadde ve sokakları otoların rahat gidiş gelişine ve park yapmasına elverişli şekilde düzenlenmiş. Her anlamda sakin geldi bana. Nüfusun çok az olması etkili bunda. Eğlence mekânları sahil kıyısında konuşlandırılmış. Şehrin iç kısımlarında sessizlik ve huzur hâkim.
Kavala ismi bende Kavalalı Mehmet Ali paşa ismini çağrıştırdı ister istemez. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Kavala’nın Kondoma köyünde dünyaya gelmiş. Bazı tarihçilere göre, Arnavut olduğu söylense de, son yapılan araştırmada büyük ihtimalle Anadolu’dan Konya’dan olduğu anlaşılmış. Napolyon’un Mısır’ı işgaline karşı Osmanlı tarafından Mısır’a gönderilen orduda görev almış ve kısa zamanda komutanlığa yükselmiş. Vali Hüsrev Paşa’ya karşı düzenlenen ayaklanmadan yararlanarak, 1805’te Mısır valisi olmuş. Yaklaşık 400 yıldır bu topraklarda Osmanlı hüküm sürmesine rağmen mimari ve tarihsel anlamdaki bütün izlerin bilinçli bir şekilde silindiği göz önüne alınırsa Mehmet Ali Paşa’ya ait bir izin olmaması son derece normal diye düşünürken şehrin küçük bir meydanında Mehmet Ali Paşa’nın heykelini görmek oldukça şaşırttı beni. Sahilde kısa bir gezinti yapıp, oteldeki odalarıma çekildim.
30 Haziran, Perşembe
Sabah kahvaltı sonrası Kavala’da otobüsle bir şehir turu atarak, Selanik şehrini teğet geçip, Atina’ya vardım. Doğrusu Atina’da biraz dolaşınca hayal kırıklığına uğradım: 70-li yılların solcu belediyelerin yönetimindeki gri renkli Ankara’sında yaşıyorum sandım bir an. Dejavu dedikleri bu olsa gerekti! Belediyeye ait eski otobüsler, yıkık-dökük, bakımsız binalar, ağaçsız cadde ve sokaklar… Parlamento binasının önünde gösteri yapan grubun ortasında buldum bir an kendimi. Barikatın arkasında 10–12 polis, göstericilerin küfür ve hakaretlerini umursamaz bir edada izliyorlardı. En ateşli göstericinin yanına gittim ve onu kutladım. Türk olduğumu öğrenince, az önceki hiddetli halinden sıyrılıp gülümseyerek: “Erdogan, good! (iyi)” dedi ve elimi sıktı. “Papendreu, Sarkozy ve Merkel, kaput! (kötü, bozuk)” diye devam etti. Yanındaki 4–5 kişi de onu onaylarcasına bana gülümsediler. Türkiye’ye dışarıdan bakınca, ülkemizin imajı hakkında daha doğru kanaate sahip oluyor insan.
Gün boyu Atina’nın gezebildiğim kadar yerini gezip, çoğunluğunu Hintli, Pakistanlı ve Afrikalıların oluşturduğu göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bölgedeki bir otelde geceyi geçirdim.
1 Temmuz, Cuma
Sabah kahvaltı sonrasında, Patras’a doğru otobüsle yola çıktım. Patras, Mora yarımadasının batısında yer alan küçük bir liman kenti. Hemen hemen Atina’nın minyon tipi bir kent. Benzer döküntülük bu kente de hâkim. Saat 17.00 da, aynı zamanda araç da taşıyan oldukça büyük (8 katlı) feribota bindim. Kamarama eşyalarımı yerleştirip, feribotun limandan ayrılış anındaki işlemleri incelemek üzere, arka tarafındaki güverteye çıktım. İtalya’nın Ancona adlı limanına ulaşmak için, yaklaşık 21 saatlik bir yolculuk beni bekliyordu. Adriyatik denizini baştanbaşa geçmekti bu yolculuk. Sürekli, sanki 2–3 şiddetinde bir deprem hissi veren bu deniz yolculuğunda uykuya dalmak zor olmadı.
2 Temmuz, Cumartesi
Sabah güvertede uçsuz bucaksız denizin ve her açıdan görülebilen gökyüzünün eşliğinde kahvaltı yapmanın eşsiz keyfini yaşadım: Devasa ve doğal bir fanusun içinde hissettim kendimi: Tefekkür etmek anlamında oldukça harika bir ortam. Sonsuzluğu üç boyutta yaşamanın dayanılmaz cazibesi sarıyor insan ruhunu. Göz, her üç boyutta alabildiğine sonsuzluğu kavramaya çalışıyor.
Saat 15.00 gibi Ancona limanına vardık ama geminin kıyıya yanaşması ve otobüsün feribottan çıkması yaklaşık yarım saati buldu. Roma’ya doğru yola çıktım. İki saat sonra Roma’ya ulaştım. Kalacağım otele doğru giderken gördüğümüz evlere hayran kalmamak elde değildi. Avrupa’nın hangi ülkesinde olursa olsun, tarihi binaların özenle ve titizlikle korunduğunu görünce, tarihimize ait kitap, belge ve binaların her talan edildiğini, hem de devlet eliyle talan edildiğini akla getiriyor hemen. Yeni kurulan rejim, özellikle ilk 30 yılda, sırf Osmanlı’yı, dolayısıyla İslam’ı çağrıştırıyor diye eskiye dair her şeye sırtını dönmüş, sırtını dönmekle kalmamış elinden geldiğince doğal olanı yapay olanla değiştirmiş, doğruyu yanlışa dönüştürmüş ve sorunları sürekli ötelemiştir.
İtalya’nın, toplam 22 eyaletten oluşan bir devlet olduğunu öğreniyorum. Avrupa’da çoğu devlet krallıkla yönetiliyor ve eyalet sistemi var. Osmanlı’nın yıkılmasını isteyen güçler, padişahlık yönetimini kötülerken, kendileri krallık yönetimini özellikle korumuşlar, her ne kadar sembolik olarak görünse de. Eyalet sistemi de, aslında Osmanlı’dan öğrendikleri bir sistem. Merkezden yönetilmenin hantallığını ve işlevsizliğini bize dayatırlarken, kendileri yerinden yönetimi tercih etmişler.
Fontana de Trevi’yi (Aşk Çeşmesi), İspanyol Merdivenlerini, Venedik Meydanını, Victor Emanuel anıtını, Colosseo (Kolezyum) arenasını ve Phanteon tapınağını görmek güzeldi. Bütün bu binaların yapımında kullanılan kölelerin kanlarının ve gözyaşlarının duvarların arasından sızdığının farkına varmak, görmesini bilen gözler için hiç te zor olmasa gerek. Özellikle, Kolezyum’da düzenlenen gladyatör dövüşlerinin sonucunun mutlaka gladyatörlerden birinin ölümüyle sonuçlandığını ve bu sisteme karşı çıkanların ise aslan ve kaplanlarca parçalandığını bilmek tüyler ürpertici.
3 Temmuz, Pazar
Sabah kahvaltı sonrasında, ayrı bir devlet statüsü verilen ama katedral dışında başka hiçbir devlet organı (bakanlık, belediye, vs…) olmayan Vatikan’a geçiyorum. Yeri geldiğince çok kritik kararlara imza atan ve batılı devletleri yönlendirme gücüne sahip Vatikan. Papanın saygın ve elit varlığını savunan güçler, her nedense Halife kavramı karşısında korku yaşıyorlar. Laikliği işlerine geldiği gibi uygulayanlar söz konusu müslümanlar olunca iş zorbalığa ve dayatmaya dönüşüyor ne yazık ki. Vatikan’daki katedralin içine girince kasvet kapladı ruhumu, boğulacak gibi oldum neredeyse. Avını bekleyen yırtıcı hayvanın pusuya yatması gibi göründü bana, orada kulübelerde sinerek oturmuş rahipler. Platformu öyle ayarlamışlar ki, rahiple konuşacak kişi diz çökmek zorunda. Bu da en başından rahibin üstünlüğünü kabul etmek anlamına geliyor. Ülkemizdeki nikâh salonlarının tıpatıp kilise formatında tasarımlamasına dikkatinizi çekmek istiyorum burada. Diğer yandan, imam nikâhını küçümseyenlerin, rahibin kıydığı nikâhı hayranlıkla izlemesi de başka bir traji-komik bir olgu.
Mehmet Akif Ersoy’ın, Avrupa gezisi sonrasında, ‘Avrupa nasıl?’ diye soranlara, “Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi!” diye cevap vermesinin muhteşemliği, bence her şeyi en güzel biçimde özetlemekte. Gerçekten de, Avrupa’da dini ritüeller işlerimizdeki ciddiyetsizlikle, onların iş disiplinleri de İslam diniyle paralellik arz etmekte.
Avrupa ülkelerinin hepsinde % 10 kilise vergisi var. Kesilmesini kabul eden ücretlinin maaşından otomatik olarak kesiliyor bu vergi. Kesilmesini kabul etmeyen kişinin nikâhı kıyılmıyor, çocuğu olursa vaftiz edilmiyor ve cenazesi kilise tarafından kaldırılmıyor. Aforoz edilmiş oluyor bu kişi kısacası.
Floransa ile Genevo’da da otobüsle panoramik olarak şehir turu attıktan sonra, önemli eserler hakkında rehberimizden bilgi aldık. Şu ana kadar gördüğüm şehirlerde, meydanların genişliği ve cadde ve sokakların düzenliliği en önemli unsur olarak göze çarpmakta. Ayrıca, her evin önündeki bahçelerin tıpatıp birbirlerinin benzeri olduğunu görünce, rehberimizden ilgili belediyelerin bahçelerin düzenine ilişkin özel bir denetleme mekanizması kurduğunu öğreniyorum. Bahçesini belirtilen formda düzenlemeyenleri oldukça ağır para cezası beklemekteymiş.
Roma’da, Floransa’da ve Genova’da karşılaştığım Senegalli ve Nijerli zenci kardeşlerime yaklaşıp, “selamun aleyküm” dediğimde gözleri parlıyor hepsinin, coşkuyla, “aleyküm selam” diyorlar hep bir ağızdan. Genelde işportacılık yapan zenci kardeşlerimizden Avrupalıların çok korktuklarını ve çekindiklerini her an gözlemlemek mümkün. Yıllardır Avrupa’nın sömürgesi altında oldukları ülkelerinden bir şekilde kaçıp gelen zenci kardeşlerimiz atalarının intikamını alırcasına korku salıyorlar Roma’nın, Genova’nın, Floransa’nın, Atina’nın sokak ve caddelerine.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.