- 741 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ben Yaktım çığlığı !
“ Ben yaktım çığlığı ! İtiraf ediyorum.
Can alıcı noktalarına üfleye üfleye yaktım.
İnsan olanın utançtan yüzü kızarırken, benim al al kızarmam utançtan değil.
Bilmem ki utanmayı, acımayı.
Yalvaran bakışlarla kendimi yok etmemi beklemeyin boşuna. ”
- Kurusun, kurusun !
Dövüne dövüne odada bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Arada gelip kolumu çimdiklemese umurumda olmayacaktı. Küçücük oda, iki adım sonra yine yanımda bitiyordu. Daha önceleri de yaşamıştım, bağırır bağırır susardı nihayetinde. Bugün öyle değil. Hıtır hıtır kopartıyordu etimi. Beşikte yatan kardeşimse gülüyor habire. Meleklere güldüğünü bilmesem hıncımı ondan çıkartabilirdim. Ah, şimdi onlardan biri Osman’a görünseydi, yüzüne az nur sinseydi ya. Nerede !
Güya büyümüşüm. Ben mi ? Bu söz beni ırgat olarak kiraya vermesine biçtiği bir kılıftı sadece. Kardeşim katıla katıla gülüyor. Tabii üç kuruşa güneşin altında kaç saat çalışıyorum bilmez. Annem yokken ona kim bakıyor bilmez. Meleklerle keyifte. Üvey müvey fakat, yine de seviyorum onu.
O gün, kasabaya kaçmıştım. Çocukluk mu ? Değil, nefes almak için. Gülümseyen, elele tutuşup yürüyen aileleri görmek için. Babasının bisiklet alırken içi içine sığmayan yaşdaş çocukları görmek için. Haftalardır köşe bucak sakladığım iki kuruşla dondurma almak için. Baskı ve sevgisizlikte körelen hayallerime tazelik kazandırmak için. En önemlisi beni köyden ve Osman denen o kamburdan kurtaracak bir iş için.
Her zaman ki gibi o gün de tarla sahibinden günlük yevmiyemi almaya gittiğinde, çalışmadığımı öğrenmiş, yüzünü kararta kararta arayıp bulmuştu beni.
- Kurusun, kurusun soyun !
Ninem yaşasaydı ona böyle beddua ettirmezdi.
- Osman, beddua iki ucu keskin bıçaktır, döner dolaşır gelir sana saplanır, derdi hemen.
Öleli üç yıl olmuştu. Onu bir tabutun içinde götürdüklerini hatırlıyorum. Komşumuz Dudu teyze cenaze götürülürken sarsıcı bir titremeye tutulunca, sıtma hastalığına yakalandı sanmışlardı. Cenazeyle mi onla mı uğraşacaklarına şaşıran köylüler homurdanıp, bugünü mü buldu demedi değiller. Bağ bahçe işleri dışında hiçbir eğlencesi olmayan köylülerin konuştukları mevzular hep aynı. Kim nerede ne yaptı, ne söyledi, ne kadar ürün kaldırdı. Saatlerce güneşin altında çalıştıktan sonra öyle derin derin meselelere kafa yoracak halleri mi kalıyor. Zor bir iş. Yorgunluktan mı başka sebepten mi bilmem kimse kimsenin halinden anlamak istemiyor.
Askere gidene kadar tarlalarda büyüdüm, kargaların içinde. Doğa, ilkokuldan sonra gidemediğim büyük bir okul olmuştu benim için. Lider olan erkek kargalar ve eşleri kendilerinde gördükleri ayrıcalıkla diğerlerine zorbalık etmekten geri durmazlardı. Hayat onlar içinde aynı işliyor. Hali vakti yerinde olan köylülerin afrası tafrası lider kargaların ki gibi. Dudu teyze köyün en saf, en muhlis ve en düşkün kadını. Ondandı hemen onu ayıplamaları. Oysa, cenazede öyle bir şey görmüştü ki, titremesi korkudandı. Tabutun arkasında tıngır tıngır giden şeyi onlar da görebilselerdi, kim bilir ne hale gelirdiler. Danıştıkları hocalar hayra yormuşlardı. Güya ardı sıra giden güzel ameliymiş. Ninem, bir şey isteyeni geri çevirmezmiş. Artık hayal mi gerçek mi bilinmez. Ben inanmıştım. Ninemin verdiği öteberiden sonra Osman’ın söylendiğini de görürdüm.
Geceleri derin derin uyuduğumu sanmaları ne aptalca. Bitler, böcekler rahat uyutmazdı. Önceleri tek tük ve küçüktüler. Sonraları kanımın tatlılığından mı, korkumdan mı bilinmez yatağımda bana yatacak yer bırakmayıncaya kadar büyüyüp çoğaldılar. Aslında severdim hayvanlara isim takmayı fakat, bunlar hariç. Hangisine adını soracak olsam “ Osman “ diyecekler diye korkardım.
“ Evet yaktım, fakat suçlu değilim.
Yakıp kül etmiş olabilirim.
Bir nefesi kıskıvrak yakalayıp susturmuş,
mührümü de basmış olabilirim bedenine fakat, ben çıkarmadım yangını.”
Sabah sabah sessizce gelip balkonuma tünedi. Teklifsizliği yaşının büyüklüğünden olsa gerek. Tüyleri kurşuni siyah. Gagası Osman’ın çimdiklerini hatırlattı. Keskin gagasıyla hıtır hıtır etlerimi çimdirecek diye beklemedim değil. Bir müddet bakıştık. Kim bilir otuz yıl öncesi tarlada birbirimizi görmüşlüğümüz de olabilir. Belki onu tanımış olabileceğimden mi bilmiyorum, huzursuz oldu ve hemen karşı apartmandaki boş balkona kaçtı. Utanması var mıdır diye aklıma gelmedi değil. Ne de olsa zeki hayvanlar. Toprağı kazıp ölülerini gömecek kadar. Kabil bile öldürdüğü Habili gömmeyi onlardan öğrenmemiş miydi ?
Ya da hatıraların beklenmedik zamanda gelip, kıskıvrak yakalayabileceğini mi göstermek istedi. Yaşananları bir gün başka suretlerde hatırlatabileceğini. Tıpkı bu sabah gibi.
Annemi askerdeyken kaybetmiştim. Terhis olup köye döndüğümde artık Osman’la birlikte yaşamam için bir sebebim yoktu. Pinti adam. Çoğu aile her ay verdikleri harçlık dışında terhis zamanı çocuklarına yep yeni, jilet gibi takım elbiseler göndermiş, onurlandırmışlardı. Bense, iki koca yılda uzamış boyumla pantolonum ayak bileğimden bir karış yukarıda dönmüştüm köye. Osman, tembelliğin hamlığı ile her zaman ki gibi yine uyukluyordu.
Kardeşimi aldığım gibi şoseden geçen herhangi bir otobüse atladım. Bir daha görmedik onu. Ve otuz yıl sonra davetsizce balkonuma tüneyen karganın biri o gün evde çıkan yangını hatırlattı ve çekip gitti.
“Evet ben yaktım onu, üzgün değilim.
Hem üzülmek nedir bilmem ki. Yaktım fakat, suçlu değilim.
Kibrit benim elimde değildi ! “
İsra Doğan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.