Hayır'lı Öykü
Uzandım ona. Karşımda damarlı bir manzara vardı. Deniz yerine koyduğum o uçsuz bucaksız boşluk gökyüzünden kasvetli, kararlı bir çizgiyle ayrılıyordu. Günlerden pazardı. Her zaman olduğu gibi bu pazar da kendi adının anlamına doğru büyüyordu. Bulutlar gökyüzünün parlak yamalarıydı; sökülseler sanki hemen oracıkta yağmur yağacaktı. Yağmadı. Tanrı bu sefer kirli çamaşırlarını kuruması için bulutlara asmamıştı.
Burada kulaklık ve güneş gözlüğü takmama gerek yoktu. Bir ses duydum; Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor. Kalktım, az ilerideki karasız papatyaların üstüne oturdum. Eski iki kırkbeşlikten yaptırdığım çantadan boş bir saman kâğıdı çıkardım. Rastgele yayvan “m”’ler çizdim o kâğıda. Çizdiğim her “m”de gökyüzüne baktım. Bir sayfa dolusu martı… O yoktu içlerinde bir tek. Hala “hayır” diyemiyorsam bundandı. O yoksa bir yanım hep bir parça eksik kalacaktı.
Başımı öne eğdim. Telefon çaldı. Arayan eski bir yaraydı. Ona tam “evet” diyecektim ki; çocukluktan gelen tanıdık bir ses beni çağırdı; Jonathan…
“Hadi!” diyordu; hadi...
Ayağa kalktım. Bu zamana kadar diyemediğim tüm “hayır”lar derin bir uçurumdu dudaklarımın kenarında. Kollarımı iki yana açtım; yayvan bir “m” idim, kendimi o uçurumdan aşağı saldım. Yamalara yakın uçuyordum. Yükseldikçe gökyüzünde kendimi kendimin yükseğinde artık daha iyi görebiliyordum.
mç-jir