VEDA EDEN BAKIŞLAR-I
Sıcak bir yaz günü... Herkes durmadan çalışmaktadır. Mevsimlerin en canlısı, en sıcağı ve en hareketlisi... Bütün hareketin, bütün bereketin ve bütün canlılığın bulunduğu bir mevsim, herkesin terler döktüğü Ağustos ayı.
Küçük bir köy… Bütün insanları durmadan çalışıyor. Herkes muhakkak bir işle uğraşıyor. İşlerin en yoğun olduğu bir ay... Bütün gecelerin ve gündüzlerin hep aynı canlılıkta, aynı sıcaklıkta olduğu bir zaman.
İşte böyle bir günde ağabeyimle ben harman yerinden gelmiştik. Öküzlerimiz vardı. Tarlalarda biçilmiş buğdayları, arpaları kağnılarda koştuğumuz bu emektar hayvanlarla getiririz. Eve gelmiştik. Ben, öküzleri evimizin altında bulunan ahıra bağlayıp yukarı çıktım. Gezinti dediğimiz evimizin balkonunda her zaman olduğu gibi bir leğenle bir ibrik, dış kapının hemen yanı başında hep öylece dururdu. İçeri girmeden önce kendi kendime elimi yüzümü yıkadım ve sonra içeri girdim.
Annem her zaman olduğu gibi sofrayı hazırlamıştı bile. Ağabeyim sedirin üzerine oturmuş bekliyordu. Ben de vardım, sedirin öbür köşesine oturdum. Sofra ortada kuruluca duruyordu. Öylece bekliyorduk. Çünkü, sofranın başında babamız yoktu.
Biraz sonra annem içeri girdi. Bize dönerek;
-Oturmayın öyle. Hemen aşağı inin, hadi. Yemeğinizi yiyin. Birazdan tekrar işe gideceksiniz, dedi.
Ağabeyim yerinden kalkmamıştı. Sonra oturduğu yerden anneme;
-Babam da gelsin, otururuz anne. Hem biraz da dinlenmiş oluruz, dedi.
Babamın gelmesini beklemekte kararlıydık. Annem anlayamadığımız bir tavırla;
-Babanız aç olsaydı, canı isteseydi şimdiye kadar gelirdi, dedi.
Sinirlenmiş olduğu bütün halinden belliydi. Ama neye, niçin sinirliydi annem, bilemiyorduk. Ağabeyimle ben gizlice birbirimize bakıştık, kısa bir an. Annemin bu tavrına hiçbir anlam verememiştik. Anlayamamıştık...
Çok geçmedi annem;
-Siz inin aşağı bakalım, şu yemeğinizi yiyin, dedi.
Sert bir şekilde ve adeta emir verircesine konuşuyordu. Annemi hiç böyle sinirli görmemiştim. Ağabeyimle ben şaşırmıştık, anlamsızca bakışıyorduk birbirimize. Daha sonra ben duramayarak söze karıştım;
-Anne! Sahi babam nerede? Yemeğe gelmeyecek mi?..
Anneme sorular soruyordum. Annem yanı başımızdaki pencereyi göstererek;
-Baksanıza!.. Muhterem babanızın pek önemli bir işi çıkmış, Ankara’ya gidecekmiş. Onun telaşında, dedi.
Geriye iyice yaslanmış bir vaziyette, hiç kıpırdamadan duran ağabeyim birden yerinden doğruldu ve;
-Yine mi? Diyordu heyecanlı heyecanla. Arkasından;
-Ne işi olabilir ki artık, şu iş güç zamanı, dedi.
Ağabeyim tekrar arkasına yavaşça yaslanarak ağzının içerisinde bir şeyler söylenip duruyordu. Bu arada annem;
-Bu sıralar ben de anlayamıyorum hallerini. Neler düşündüğünü, neler yaptığını, neler yapacağını bilemiyorum artık, dedi.
Annem odadan çıkarken ben de yerimden kalktım ve hemen peşinden odadan çıktım. Annem karşı odaya girmişti. Ben de yanına vardım. Burada ocağı yakmış ve üzerine sacı kurmuş, çörek yapıyordu. Annem sık sık bize çörekler yapardı. Ben, çörekleri çok severdim. Sevdiğimizi bildiği için çöreği evden hiç eksik etmezdi.
Sofra öbür köşede hâlâ kurulu duruyordu. Sofra kurulu dursun, ben, çörek yemek üzere ocağın yanı başına oturmuştum bile. Bu arada birisi anneme sesleniyordu. Bu, babamın sesiydi. Babam eve gelmişti. Sesini duyar duymaz dönüp babama baktım. Ellerini kapının kenarlarına dayamış, o da bize bakıyordu öylece. Burada ben ve annem vardı sadece. Ağabeyim hâlâ öbür odadaydı. Babam, o ilk seslendiğinde annemden şemsiyesini istemişti. Babama bakıp duruyordum. Ayakkabılarını çıkarmamıştı. Belli ki içeri girip oturmayacaktı.
Annemin dediği doğruydu. Babam hem de Ankara’ya gidiyordu. Bunu kendisi söylemişti. Annem ocakta çörek pişirmeye devam ediyordu. Babamın sözlerini hiç duymamış gibiydi. Dönüp bakmıyordu bile. Babam hâlâ öylece duruyordu. Sonra ben, babamın geldiğini fark etmedi düşüncesiyle anneme;
-Anne! Babam geldi, dedim.
Annem, babamın geldiğini fark etmişti. Hatta babamın ne söylediğini bile duymuştu. Aradan hayli bir zaman geçmişti ki babam;
-Hanım... demişti sadece.
Babamın lâfını annem ağzında tıkamıştı adeta. Çünkü, babam daha ilik ağzını açtığında annem;
-Sandığın içinde. Git, alıver, diyerek sertçe karşılık verdi.
Babam hiçbir karşılık vermedi, hiçbir şey söylemedi. Sustu sadece. Ve hiç kıpırdamadan öylece aynı vaziyette bakıp durdu. Burada sadece bakıyordu ki, gülümsedi. O gülümseyiş birazcık olsun babamı kıpırdatıyordu.
Ellerini yavaşça kapının kenarlarından indirdi ve sol elini pantolonunun cebine sokarak anneme seslendi;
-Ben gidiyorum. Bir isteğiniz filan varsa hemen söyleyin, diyordu.
Sanki ‘son olarak söylüyorum, son olarak konuşuyorum’ der gibiydi.
Annem belli etmiyordu ama kırgındı, üzgündü ve bunlara ilâveten bir o kadar da sinirliydi. Bütün bu hali ve tavrıyla babama sırtını dönüyordu. Ve yine de dayanamayıp konuşuyordu:
-Senden bir şey istemiyoruz biz. Ne işin var Ankara’da, Çankırı’da? Ne işin var onun bunun işinde? Senin kendi işin yok mu, be adam? Hiç durmaz mısın artık yerinde?..
Durmadan sorular soruyordu annem. Gittikçe ses tonu biraz daha yükseliyor ve biraz daha sinirleniyordu. Dönüp dönüp ocaktaki çörekleri çeviriyor, pişenleri alıyor, yerlerine yenilerini koyuyordu. Pişmiş olan çörekler hemen önümde, bir sofra bezinde toplanıyordu.
Sıcak çörekler önümde toplandıkça iyice acıktığımı anlamıştım. Daha elimi değdirmeden, çıkan buharları içime çekiyordum. Mis gibi kokuyorlardı. Ne kadar tatlı oldukları, daha kokularından belliydi. Ne kadar da çok sıcak oldukları elimi değdirmeden bile hissediliyordu. Dayanamayıp birini almıştım ki, elimi yakmıştı. Hemen sofra bezine bırakıverdim. Hâlâ buharlar çıkıyordu. Sabırsızlıkla soğumalarını bekliyordum.
Annem ara sıra elleriyle alnını ve yüzünü siliyordu. Terlemişti iyice. Sular, az kırışmış şakaklarından yavaşça bütün yüzüne yayılıyordu. Ağustos ayında ocak yanıyordu. Odunlar, tezekler arka arkaya vuruluyordu ocağa. Odanın içi alabildiğine sıcak olmuştu. Annem, ocaktaki o şiddetli ateşten hem de babama olan siniri ve telaşından iyice terliyordu. Ben küçüktüm, aklım her şeye yetecek kadar gelişmiş değildi. Babamla annemin bu durumlarına hiç mi hiç aldırmıyordum. Aklım, hâlâ önümde sabırsızlıkla soğumalarını beklediğim çöreklerde idi.
Babam daha gitmemişti, kapının ağzında duruyordu ki arkasından ağabeyim gelmişti. Bu arada ben, annemin pişirdiği o sıcacık çöreklerden birini elime alıp yemeye başlamıştım. Isırır ısırmaz çörek ağzımı yakmıştı. Ağzımın yanmasıyla birlikte hemen gözlerim yaşardı. Fakat yine de yemeye devam ediyordum. Bu sırada ağabeyim konuşuyordu. Babam, hemen yanında bulunan ağabeyime başını çevirdi;
-Oğlum, ben kendime bakmasını bilirim. Israr ettiler, ben de kimseyi kıramadım. Belki hatırımız sayılır, bir kimseye de böylece iyilik etmiş oluruz. Hayır dualar almış oluruz, oğlum, diyordu.
Daha sonra babam bir elini ağabeyimin omzuna koymuş, gülümseyerek devam ediyordu;
-Hem sizler büyüdünüz artık. Her işin üstesinden geleceğinize inanıyorum ve sana güveniyorum, oğlum, diyordu.
Herkes derin bir sükût içinde, babamı dinliyorduk. Ağabeyim, babamın bu sözleri karşısında sessizce dışarı çıkmıştı.
Babamda kalp hastalığı vardı. Öyle bir hastalıktı ki aniden bir kramp gelir, hemen olduğu yere düşürürdü. O sırada mutlaka birisi olacak, sırtını ovalayacak ve böylece krampı birazcıkta olsa atlatabilecekti. Babam, annemin kendisine neden sinirlendiğini biliyordu. Bu arada babam tekrar konuşuyordu;
-Ne var kızacak? Bunca ömrüm dışarılarda geçti zaten, diyor ve böylece sanki annemi teselli etmeye çalışıyordu. Bunun üzerine annem;
-O zamanlar iyiydin, sıhhatin yerindeydi; şimdi iyice hastasın. Sen bir kalp hastasısın, bilmiyor musun bunları? diyordu.
Babam ellerini tekrar kapıya dayamış, bize bakıp duruyordu. Gözlerinin içi öyle parıldıyordu ki, gözleri konuşuyor gibiydi. Bana bakıyordu ve bakarken gözlerini hiç kımıldatmıyordu. Gözleri dolu doluydu. Gözlerindeki yaş değildi, tebessüm parıltılarıydı. Sanki benimle konuşuyor gibiydi. Beni bir daha hiç görmeyecekmiş gibi iyice bakıyordu. Bakışları ‘doya doya bakayım’ der gibiydi.
Annem bu arada hâlâ çörek pişirmekle meşguldü. Sonra birden babama doğru başını çevirmişti annem. Babam kendisine başını çeviren anneme bakmak için üzerimden bakışlarını çekiyordu. Annem hâlâ aynı tavrında;
-O zamanlar muhtardın, gidiyordun, geliyordun; biz de bir şey demiyorduk.
Sözüne sinirlice devam ederek;
-Muhtar değilsin, aza değilsin; daha onun bunu işiyle uğraşıyorsun, dedi.
Ben, bu arada bir dilim çöreği yeyip bitirmiştim. İkinci bir dilimi elime alıp hemen ağzıma götürdüm. Bu o kadar çok kaynarmış ki, ısırır ısırmaz ağzım hepten yandı sandım. Çünkü bu aldığım çörek annemin sacın üzerinden yenile indirmiş olduğu çörekmiş. Ağzımın acısıyla gözlerimden hazırmış gibi yaşlar akmaya başladı. Bu arada annem, bana dönüp bakmıştı. Yüzümü görür görmez hızlıca babama başını çevirdi;
-Bak işte bak! diyerek babama beni gösteriyordu.
Babam, annemin bu sözünden ve hareketinden hiçbir şey anlamamıştı ki… Sadece;
-Ne var, ne oldu?” diyordu, yarı şaşkın bir vaziyette. Annem tekrar;
-Bak bak… Çocuklar bile razı değil. Hasta olduğundan gitmeni istemiyorlar. İşte bak, ağlıyorlar, diyerek hâlâ babamın gitmesini istemeyen ısrarlı sözler söylüyordu. Ben, annemle babam arasında olan biten olaylara aldırmıyordum. Halbuki ben, babam Ankara’ya gidiyor diye ağlamıyordum. Ben gerçekten de ağlamıyordum. Benim o anda gözlerimden yaşların akması çöreğin kaynar oluşundandı.
Annem, sanki gözlerimin yaşarmasını fırsat bilerek babamın gitmesini engellemek istiyordu. Ama babam, gitmekte kararlıydı ve son olarak konuşurken, bakışları küskündü. Gözleri durgundu. Sanki ayrılmak istemiyor gibiydi. Fakat bakışları ‘mecburum’ der gibiydi. Titriyordu son sözünü söylerken;
-Bir şeyin üstünde bu kadar çok durmayın, üstüme bu kadar çok düşmeyin, diyordu. Bu sözler babamın son sözleri oluyordu.
Annem yanımdan ne zaman kalkmış gitmişti, fark etmemiştim. Babama şemsiyesini getirip eline veriyordu. Dışarılara giderken hava nasıl olursa olsun muhakkak şemsiyesini alırdı. Şemsiyesini baston gibi eline alarak çıkıp gitti.
..........DEVAMI VAR..........
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.