- 574 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KİTAP: HAYATIMIN SEYİR DEFTERİ (15.11.2007 Perşembe, İzmir)
İnsanın özgürlüğü deyince ilk önce insanın kendi içindeki bütünlükten söz edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Duygularımız, etrafımızdaki olaylar, edindiğimiz bilgiler, çevre baskıları çoğu zaman bizi kendi içine çeker. Düşünebiliyor musunuz? Bir doğal güzellik, etrafımızdaki herhangi bir kavga, yanımızda ağlayan insanın hali, müthiş bir komedi ortamı vs. gibi olaylar bizi ne kadar etkiler. Özgürlüğümüzü ne kadar çok kısıtlar.
Çoğu zaman güzel bir müzik dinlerken dalıp gitmişimdir. Onun için bazen kendi kendime veya arkadaşlarıma şu ifadeyi kullandığım olmuştur. “Güzel şeyleri sevmiyorum”. Niye dediklerinde ise, “çünkü beni kendine alıyor, ben onlarda kayboluyorum”. Öyle değil mi? Bizi kendinde kaybeden, irademizi, aklımızı, muhakememizi etkileyen bu tür şeyler özgürlüğümüzü kısıtlamıyor mu?
Dalıp gitmek. Güzelliklerin güzelliklerinde, olumsuzlukların öfke ve şaşkınlıklarında dalıp gitmek, ne kadar doğru, ne kadar yanlıştır?
Hayatımızı kurcaladığımızda bizi şaşırtan çok şeye rastlayabiliriz. Bir kere zaten kurcalamak deyimi şaşırtan ifadedir. Hiç insan kendi hayatını kurcalar mı? Değil mi? Ama gerçekten hayatımızın sanki bilinmedik yönleri varmış gibi zamanla kendi kendimizi kurcaladığımız olur. Ben bu kurcalama işini, farkında olmadan dalıp gittiğimiz geçmişe yönelik hayaller olarak algılarım.
Hani bir manzara karşısında dalıp gitmişsiniz. Dalışlarınızda geçmişe yönelik bir sürü anılar kafanızda canlanır. Sorgulamalar, özeleştiriler, gülümsemeler, hayıflanmalar falan filan işte.
Veya gece uykuya dalmak istiyorsunuz. Gözünüze bir türlü uyku girmiyor. Gecenin karanlığında aklınıza gelen bin türlü düşünce bizi bırakmıyor. Sanki karanlıkların dehlizinde kayboluş gibi kaybolup gitmişizdir. Dön Allah’ım dön. Döndükçe kaçan uyku, uyku kaçtıkça kurcalanan anılar. Hepsi iç içedir.
Bugün Antoloji.com’da şiirlerini yayınlayan Akın Akça kardeşimizin bir şiirini okurken aklım takıldı. Şiirdeki konu nedeniyle özgürlük kavramına değişik açıdan baktım.
Dalıp gitmeler bazen kendi isteklerimizden de olabilir. Kendi irademizle. Kendi kararımızla.
Güzel bir dünya düşlemek istediğimiz zaman, doğaya, olaylara, insanlara bakış tarzımız farklıdır. Onların geleceğine aydınlıklar koymaya çalışırız. Güzel bir gelecek. Özgürlüklerine ulaşmış düşünceler. Özgürlükler üzerine kurulu düzen. İnsanların sevgi, saygı içinde, adil paylaşımlarıyla yaşadıkları toplumsal ilişkiler.
Sevgiyi düşleriz. Sevgiliyi. Onunla geçen, geçebilecek güzel olayları. Göz göze, el ele, karşılıklı sevgi içinde düşlenen hayatı, düşleri düşleyebiliriz. Sevdiğimiz, sevgilimiz gün gelip eşimiz olsa da, aynı heyecanları yaşamıyor olsak da, geçmişteki anılarımız bize ivme kazandırır. Ne günlerdi? Hatırladıkça olağanlaşan ilişkilerimizi düşünürüz. Anıların güzellikleriyle yeniden canlanırız. Tutkular çerçevesindeki sevginin artık sıradan, vefa, saygı anlayışına girdiğini görürüz. Hayıflanmakla, hayıflanmamak arasında kalırız. Belki de yaşam böyle bir şeydir. Elimizde olmayana tutkular yaşarken, beraberlikte sıradanlaşan sevgimizin değişik boyut kazanarak hayatımızı oluşturduğunu görürüz. Kalbimizin bir yanından eskisi gibi heyecanlanmayı beklerken, gerçekte hayatta oluşan birlikteliğin daha tutarlı olduğunu anlarız. Düşünebiliyor musunuz? Eğer insan birlikte yaşamayı şu kadar yıl becerebilmişse. İyi günde kötü günde beraber olabilmişse bu çok önemlidir. Sevgili olma mantığından uzakta. Tutkulardan uzakta. Uzun yıllar birlikte tutuklu kalmanın sevgili olmakla hiçbir ilgisi yoktur.
Belki birçoğumuz işin bu boyutunu atlarız. Farklı yorumlar yaparak yanlış yollara saparız. Kanımca asıl olan iki insanın ne olursa olsun birlikte yaşayabilme standardını hayatında gerçekleştirebilmiş olmasıdır. İşte o zaman sevgi sonsuzluğa. Saygı birlikteliğe. Ayrılık ise korkunç bir kaosa dönüşür. Etrafımda sevgisinden ayrılıp üzülenler gördüm. Her biri yeni sevgili bularak hemen kendilerini teselli ettiler. Ama eşleri ölenlerini gördüğümde gerçekten hayatları bir yıkımdı. Kadın erkek eşlerinin ölümüyle genelde yıkılmaktaydılar. Belki çok azı evlenerek hayatına yön vermek istiyordu. Ama ne çare? Yıllarca beraber yaşadığı insanın hayat alışkanlıklarına yenisiyle nasıl alışabilecekti ki? Sanıyorum erkeklerin çoğunun eşlerinin ölümünden sonra evlenmesi ev işlerinden uzak yetişmesine bağlı görülüyor. Ne kadar başarılı oluyor bilemem. Düşünürken dalıp gittiğim düşünceler o kadar iç açıcı değil ki…
Veya bir baba olarak, çocuklarımızın geleceğini düşleriz. Kocaman bir aile önümüze gelir. Gelinler, damatlar ve torunlar. Her birinin düşleri gerçekleşmiş. Cıvıl cıvıl hayat yaşamaktalar.
Tabi bir de işin tersi vardır. Olumsuz hayaller kurmak isteriz. Vatan elden gidiyor. Battık. Yattık. Sattılar. Hainler. Bölücüler. Emperyalistler. Soydular soğana çevirdiler. Din elden gidiyor. Dinsizler, imansızlar. Münafıklar. İkiyüzlüler. Bunların hepsi cehennemlik, içlerinde doğru dürüst Müslüman yok. Böyle bir durumda artık ülkemiz yaşanacak bir yer olmaz. İş mi kuracaksın? Böyle bir devirde kurulmaz ki? Okula mı gideceksin? Ne yapacaksın okuyup da? Yarın yaşayacak ülke olmayacak. Evlenip çor çocuğa mı karışacaksın? Hayda, kendi hayatımız tehlikeler içinde. Ne ailesi? Ne çoluk çocuğu?
Veya iş güç olumsuzlukları hayallerimizi süsleyecektir. Öğrenci ise, derslerin durumu, zayıflar, sınıfta kalmalar bizleri etkileyecektir. Bir işte çalışıyorsak, üst konumundaysak aşağı personelin olumsuzlukları içinde karabasan olan yöneticiliğimiz. Yok, tersi de olabilir. Alt konumdayızdır. Patron veya üstlerin bize karşı olumsuz tutumları hayallerimizi gerçekleştirebilir.
Of anam, hayaller aldı başını gidiyor. Olumlular bir tarafta. Olumsuzlar bir tarafta. Dışımızdaki doğa ne kadar güzel olursa olsun, eğer içimizden artık olumsuz hayal kurmak istiyorsak, güzellikler içinde karamsarlaşır gideriz. Tabi tersi de olabilir. İçinde bulunduğumuz şartlar olumsuzda olsa, biz içimizden güzel hayaller kurmak isteyerek, şartlara rağmen mutlu olabiliriz.
İşte bu noktada şunu söylemek isterim. Sanki özgürlük önce, içimizle bütünleşerek ne istediğime karar vermektir. Bunu başarabiliyor muyum? Yoksa beni sürükleyen şartlara, hayallere dalıp gidiyor muyum?
Eğer her hangi bir olayla karşılaştığımda, olayın atmosferine kendimi kaptırmadan kendi kararlarımla olayı değerlendirebiliyorsam o zaman aklım, mantığım iradem iş başında demektir. Yani özgürüm demektir. Aksine olay veya olaylar beni içine alıyor, aklımı, mantığımı, irademi kullandırmaz hale getirmişse o zaman bireysel özgürlüğümden söz edemem.
Özgürlük kaybı sadece, yönetimlerin, yasaların, zorbaların insan üzerindeki baskıcı tutumları değildir. Seni şöyle yönetmek istiyoruz diyen yöneticiler. Bizi kıskıvrak yakalayan yasalar. Çeşitli güçleriyle tepemize binerek bize istemediğimizi yaptıran zorbalar. Elbette bedensel özgürlüklerimizi alıp giderler. Ancak bu tür özgürlük kaybı, içimizde var olan özgürlük anlayışına, aklımıza, mantığımıza, irademize egemen olamaz. Güçler çatışmasında onlar bizden güçlü olduğu için üzerimize egemenlik kurmuşlardır sadece.
Benim burada söylemek istediğim özgürlük kaybı daha çok insanın içinden gelen kayıptır.
Yetişme tarzımızın dışında düşünememek. Eğitilmiş, öğretilmişliğin dışında düşünememek, yaşayamamak. Kendi kararlarımızı verirken, yanlış olduğunu bildiğimiz halde, güya inançlarımıza, geleneklerimize, öğretilenlere karşı karar verememek. Toplumsal, siyasal baskı içinde yaşamak özgürlük kaybından başka nedir ki?
Bu konularda birçok uygulamaları örnek olarak verebiliriz.
Toplumdaki “böyle gelmiş böyle gider” anlayışının üzerimizde bıraktığı gittikçe karabasanlaşan anlayış,
Sanki doğru düşünen bir ben varım. Baksana toplumun gıkı çıkmıyor. Herkes üç maymunu oynarken, ben niye kendimi ateşe atayım ki? Anlayışı,
Ülkemizin çoğunluğunun dini İslam’dır. Herhangi birinin, din adına uygulamaların bazılarını yanlış olduğunu söyleyecekken üzerinde duyacağı baskılardan dolayı söyleyememe anlayışı,
Veya inançları din dışı. Yaşamı din dışı olduğu halde. Toplumda dinsiz görülmemek, sayılmamak için, göstermelikte olsa, “elhamdülillah bende Müslüman’ım” deme ihtiyacı, zorunluluğu,
Ülkemizin resmi ideolojisi Kemalizm’dir. Toplumda oluşan dogma, asla Atatürk ve Kemalizm tartışılamaz. Eğer insan olarak kişilerin dogmalaştırılmaması gerektiğine inanıyorsak, bu genel ifadenin kişisel belirlemesinde Atatürk hariç herkesten söz ederken, Atatürk’ten söz edememek. Kemalizm’in yanlışı da olabileceğini düşünerek, hatta bazı yanlışlarından söz ederken toplumsal tepkileri düşünerek vazgeçme anlayışı,
Toplumda genel kabul gören, rüşvet, iltimas, adam kayırma, siyasi çıkar sağlama gibi olayların üzerine gidildiğinde başını derde sokabileceği anlayışı,
Kısaca, bir insan olarak, hür aklımız, mantığımız, düşünüşümüz ve irademizle yanlış gördüğümüz bir şey hakkında, söz söyleyememe duygusu özgürlük kaybından başka bir şey değildir.
Eğer bu durum, düşüncelerimiz, söylemlerimiz daha ortaya çıkmadan bizim duygularımızı esir etmişse. Davranışlarımızı korkular nedeniyle engellemişse. O zaman kesin bir şekilde içyapımızda bireysel özgürlük kaybından söz etmemiz gerekir.
Doğruları söyleyerek, toplumla, yasalarla, katılaşan dogmalaşan anlayışlarla karşı karşıya gelmek suretiyle, bedensel olarak özgürlüğümüzün güçle elimizden alınması da elbette özgürlük kaybıdır.
Ancak en etkili özgürlük kaybı, insanın temel değerlerini yerle bir eden, kişiliğiyle oynayan kendi içindeki özgürlük kaybıdır. Kendi kendine koyduğu çekinceler nedeniyle insan kendi çekincelerinin, korkularının kölesi olarak özgürlüğünü kaybetmiştir.
Eğer bir ülkede, şunları şu şekilde düşünemezsiniz diye sıraladığımız varsa. Şunlardan söz edemezsiniz diye sıraladığımız varsa. Veya şunları asla yapamazsınız diye sıraladıklarımız varsa.
Ve bu sıraladıklarımız gerçekten, insanlara ihanet, ülkeye ihanet, düşüncelere ihanet kavramlarıyla denkleştirilemeyecekse. Yani bir insan ülkesinin, insanların, toplumun, ailesinin, kendisinin lehine düşünürken bana göre bunlar doğru, şunlar yanlış derken, yanlış diyeceklerinden söyleyemeyecekleri varsa özgürlükler kayıp demektir.
Her insan yanlışlardan uzak değildir. Her düşünce yanlışlardan uzak değildir. Bazı insanların, düşüncelerin genel kabulü onların yanlışlardan arınmış olduğunu göstermez. Eğer yanlışsız insandan söz ediyorsak o zaman onu kutsallaştırıyor, Tanrı yerine koyuyoruz demektir. Hâlbuki hiçbir insanın bir başka insanı Tanrı yerine koyma yetkisi bulunmamaktadır. Kaldı ki, Tanrı yerine konulacak insan veya insanlarda bunu kabul etmemektedirler.
Ancak bazı insanlar vardır ki, güçsüzdürler. Kendi görüşlerini, kendi kimliklerini yetersiz görürler. Böyle bir durumda toplumda genel kabul gören bazı değerleri, kraldan fazla kralcı olarak dogmalaştırırlar. Bunu yapmalarının nedeni, mevki, makam, siyasi, toplumsal, psikolojik çıkar sağlamaktır.
Bir ara toplumda bazı insanlarla din hakkında konuşuyordum. Konuşanlar kendi inançları, bildikleri hakkında hiçbir şey söylemiyorlardı. Sürekli, filancaya, falancaya göre, geçmişte yaşayan ilim adamlarının, din bilginlerinin görüşlerinden söz ediyorlardı. Onlara şöyle dedim.
- Kardeşim beni dinle. İslam dini için ne diyorsun? Benim dinim demiyor musun?
- Evet. Dedi.
- Öyleyse bırak başkalarının söylediklerini. Sen inandığın din için ne diyorsun? Onu söylesene.
Sustu. Niçin susmuştu? Başkalarının söylediklerini bıraktığı anda, inandığı din adına söyleyebilecek hiçbir şeyi yoktu? Zira inancını filanca itikat imamının görüşlerine göre. Amellerini de falanca mezhep imamının görüşlerine göre yapmaktaydı. Bütün bilgilerini falancalara, filancalara göre bilmekteydi. Aradan falan ve filancaları kaldırdığınızda, dini adına hiçbir şeyi yoktu. Allah’ın dini diye bildiği dinden, Allah şöyle diyor diye bir şey nakledemiyordu. Resulüne uyduğunu söylediği dinden, resul şöyle dedi, şöyle yaptı diyemiyordu. Kendi aklı, mantığı ve iradesiyle, niçin dine inandığını, Müslüman olmakla ne olduğunu? Nasıl bir insan olduğunu bilmiyordu.
Sebebi gayet basitti. Özgür değildi. Geçmişin kölesi olmuştu. Efendileri geçmişin sözcülüğünü yapıyordu. Kendi adına söyleyebileceği, aklıyla, mantığıyla, iradesiyle özgün ve özgür olarak ortaya koyabileceği herhangi bir şeyi yoktu. O inançları adına sadece başkalarını taklit eden bir zavallıydı. Hani başkalarından insan çok şey öğrenebilir. Ancak başkalarından çok şey öğrenmesi insanı öğrendiklerine köle yapmamalıydı. Kabullerini aklına, mantığına, iradesine götürerek, doğrular üzerinde olmalıydı. Bildiği, öğrendiği bir çok bilginin içinden, kendi özgür iradesiyle en güzelini seçebilmeliydi. Ama öyle değildi. O hasbelkader birine tabi olmuş. Öylece dinini yaşayıp gidiyordu. Tabi olduğu kişinin kölesiydi artık. Sanki Allah ona aklı, mantığı, iradesini boşuna vermişti. Sanki onda bu özellikler lüzumsuzdu. O insan, aklını, mantığını, iradesini dünya işleri için sonuna kadar kullanırken, inandığı dini için kullanmıyordu. Zira dinde geçmişin kölesi, dünyevi işlerde efendiydi.
Aynı şekilde biriyse siyasi konularda görüşüyorduk. Karşımdaki kişi sürekli, Atatürk’ten, inkılâplarından, ilkelerinden söz ediyordu. O’na şöyle dedim.
— Arkadaşım şimdi Atatürk’ü rahatsız etme. Bir an için ilkeleri ve inkılâplarını da bir kenara bırak. Bana insan olarak, kendin için, ülkemiz için, toplumumuz için neler düşündüğünü söyle. Hedeflerini söyle. Toplumsal sorunları sırala. Sıraladığın sorunlara çözümlerini söyle. Yaşadığımız çağda bir sürü sorun var. Onlar için görüşlerini, çözümlerini sıralara.
Durdu kaldı. Başladı karşı olduğu parti aleyhine atıp tutmaya. Tekrar söze başladım.
- Arkadaşım bırak başka partilerin yaptığını. Senden rica ediyorum. Herhangi birine dayanmadan, başkalarına çatmadan, insan, toplum, ülkemiz hakkında ne düşünüyorsun. Sorunları neler? Çözümleri neler? Gel onlardan söz edelim.
- İşte anlatıyorum ya… Dedi.
- Ne anlatıyorsun? Bana anlattığın iki şey. Birincisi Atatürk ve ilkeleriyle inkılâplarından söz ediyorsun. Ben bunları ilköğretimde, lisede ve üniversitede okudum zaten. Artısı gazetelerde ilgili partiler sürekli söz ediyorlar. Neredeyse duymaktan gına geldim. Ama senden ülkemizin sorunları ve çözümlerini duyamadım.
- Anladım sen Atatürk’e ve inkılâplarına karşısın. Dedi. Susturdum.
- Bana bak. Konuyu saptırma. Adam gibi soru soruyorum. Adam gibi cevap ver. Aklında, muhakemende, iradende, ülkemizin sorunları ve çözümleri hakkında söyleyeceğin bir şey varsa konuş. Değilse sus. Demagojilerle işim yok benim.
Kendi kendine konuşarak ayrıldı. Göstereceğiz size. Gericiler diyerek gitti. Arkasından güldüm. Güldüm. Güldüm. Niçin mi? Söyleyecek bir şeyi yoktu ki…
İnsanın kendi nam ve hesabına söyleyecek bir şeyi olmaması. Hangi inançta, düşüncede olursa olsun, başkalarına göre düşünmesi ve söylemesi özgürlük kaybı olarak ortaya çıkıyor.
Olayı psikolojik, toplumsal ve siyasi boyutlarıyla değerlendirdiğimizde, eğer insanları kendi namlarına konuşacak derecede yetiştirmiyor. Onlara bu özgürlüğü ve özerkliği vermiyorsak, o zaman özgür insandan, özgür düşünceden söz etmemiz yanlış olacaktır.
Onun için ısrarla konunun şurasında durmak istiyorum. Nereden kaynaklanırsa kaynaklansın iki konu. Birincisi, kendi adımıza konuşacak şekilde, bilgilenmemiş, iradeleşmemiş isek. İkincisi, toplumda düşünmeye ve konuşmaya kalktığımızda, bizi engelleyen düşünceler, tepkiler varsa, bizde bunları düşünerek korkuyor isek. Bireysel özgürlüğümüz kayıp demektir.
Toplum dediğimiz zaman, insanların oluşturduğu birlik akla gelir. Özgür bir toplum anlayışı, toplumu oluşturan insanların düşüncelerini özgürce ifade edebildiği toplum olsa gerektir. Elbette toplumsal bütünlük, insanların özgürce ifadelerinin her birinin toplumda geçerliliğini sağlamayacaktır. İnsanlar düşüncelerini özgürce ifade edecekler, çeşitli usul ve esaslar içinde, toplum bunlardan en güzelini, doğrusunu seçmeye çalışacaktır.
Eğer böyle olmuyor da, bazı düşünceler toplumda egemen görülerek, güçle bütün insanlara kabul ettiriliyorsa. İnsanlar gücün karşısında korkularından, doğru yanlış gerçekten ne düşündüklerini söyleyemiyorlarsa özgürlüklerden söz edemeyiz.
Belki de ülkemizin içinde bulunduğu en önemli açmazlardan biri budur. Ülkemizin tartışılmaz değerleri vardır. Bunlar din, ırksal etnik mezhebi kökenler, üzerinde bulunduğu düzen ve ilkeleridir. Ne yazık ki, ülkemizde yaşayan insanlar kendi özgür akıl, mantık, düşünüş ve iradeleriyle ulaştıkları sonuçları, oluşturulan dogmatik anlayışlar nedeniyle rahatça ifadelendiremez.
Çoğu insan düşüncelerini ifadelendirmek için yola çıktığında hemen etrafına bakar. Söyleyeceklerim yanlış anlaşılabilir mi? Söyleyeceklerime tepkiler gelecek mi?
İnsanda oluşan bu çekinceler toplumsal, siyasi, kültürel baskıların bir unsurudur. Eğer bir toplumda, toplumsal, siyasi ve kültürel baskılar varsa o zaman hangi özgürlükten söz edebilirsiniz? Böyle bir ortamda insanlar ikiyüzlü olmaya itilirler. Ortama göre konuşmak. Söylenecekleri söylememek. Çekincelerle söylenecekleri gözden geçirerek süzmek davranışı öne çıkar. Her türlü toplumsal, siyasi ve kültürel baskı, ikiyüzlü insanlar oluşturmaya başlar. Rahat olmayan. Özgür olmayan her insan ikiyüzlü davranmak zorunda kalır. Sonuçta bu türlü düşünüş ve yaşam toplumda kemikleşir. Artık ikiyüzlülük toplumsal, siyasi, kültürel bağışıklık kazanır. Hiç kimse dürüst olmak istemez noktasına gelir. Ancak sözlerde, ideallerde dürüstlük bulunur. Eyleme, hayata geçmesi ise artık baharlara kalmıştır. Zira dürüst olmak, bilinenlere karşı düşünceleriniz varsa söylemektir. Bu da başınızı belaya sokar.
Başımız belaya girmesin diye söylemekten, yapmaktan vazgeçtiğimiz her konuda özgürlük kayıptadır. Orada müthiş bir baskı vardır. Baskılar ise, özgün, özgür insan olma düşlerinin karabasanıdır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.