13
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2186
Okunma

Sema ENCİ’ye...
Bir bilgenin uyurken açık kalmış ağzından sızan laflardı her şey. Kelimeler sonsuz, söylemler sınırsız. Yan yana dizsem yine kendime varan bir yol olacaktı her biri. Bin yılda bir adım atacaktı içimdeki kadın. Beğendiğime basıp, beğenmediğimde susacaktım. Virgüllerde bekleyecekti beni en sevgililerim. Ünlemler, akşamüstü çıkagelen pala bıyıklı abim. Ondan saklayacaktım en çok bağlaçlarımı. Fakat, ben konuşma baloncukları saldıkça yüreğimden, suya düşen pişmaniyelere döndü cümleler. Eridiler…
Susamadım ki…
Bir urganın saçaklı ucunda sallanan cisimlerdi her şey. Eğilip urganın sarktığı uçurumdan, gözlerimin renginde çimenler toplayacak, kendime benzeyen ve birbirleriyle beslenen organizmalar biriktirecektim avuçlarımda. -Adem atam, ablalarımı ağabeylerime bölüştürdüğünden beri birbirini yiyen insanlığa adadım soy ağacımı.- Gözlerim değdikçe yeşillerine, gürültüyle döküldüler derin uçurumlardan yukarı. Tanrım, hiçbir şey bizim değil şu naylon kağıda sarılı dünyada! Düştüler…
Tutamadım ki…
Toprak bir yolun sonsuzca eve açıldığı patikalardı her şey…Aşina zillere basacaktı titrek parmaklarım ve kapılar açılacaktı. Çiçekli basma önlüklü kadınların gölgelerinde, baldırı çıplak çocukluğum seğirtecekti buharlı bir öğle vakti. Biri taşlı bir avluda, günlerden kıymalı sarma saracaktı. Biri yufka serecekti kendi közlü yüreğine. On bir ay Ramazanı bekleyecekti biri. Avlusu çimen tutmuş bir evin kadını bayramda gelecekti ve biri beni sallayacaktı kıyamete dek. Dayıma benzer bir adam eğri taşlar fırlattı bir evin penceresine. Biri kızdı kükredi. Güneşli bir günde Tanrım! Güneşli bir günde heyelan öptü patikalarımı. Coğrafya kitabımın kapağı yırtıldı. Yol müfredattan kaldırıldı. Patikalar kurtarılamadı. Yittiler..
Gidemedim ki…
Halının altına gizlenmiş, küflü ve güveli bir kitabın arasında, müebbet yatan ayıraçlardı her şey…Başkasına aitmiş gibi okuduğum, ama aslında beni anlatan sayfaların münasip kısımlarına yerleştirecektim her birini. Kitap bittiğinde, güvenli yerlere yerleştirdiğim ayıraçları takip ede ede kendime dönecektim. Roman uzayıp gitti. Korktum. Bir masalın yosunlu kurnasına sığındım. -Tanrım, unutmuş değildim ben seni.- Hansel ve Gretel ormandan döndüler, benim ayıraçlarımı yiye yiye evlerine gittiler. Kitabın finalinde, et obur çiçekler topluyordu Kırmızı Başlıklı Kız. Yazarın adının üzerinde -tam da E’nin üzerinde- karnı kelimelerle dolu bir kurt yatıyordu. Başka bir masalın kurbağası gerilip kurnaya atladı, su romanın kara boşluğuna sıçradı. Aşikar oldum. İkisi bir olup beni ciltten aşağı ittiler.
Dönemedim ki…
Bir adamın kemerine kement atıp intihar eden anahtarlıktaki anahtarlardı her şey…Yeşilçam filmi gibi son nefesine yetişecektim anahtarlığın. O ölse de tebasını kurtaracak, her biriyle ışıltılı kapılar açacaktım. Bir kilit nura vurulmuştu, bir kilit dile, bir kilit berekete, bir kilit mevsimlere Tanrım! Sen bunu görüyor ve sonsuz sabrınla vaat ettiğin günü bekliyordun. Hâlâ adamın kemerinde asılı olan anahtarlıktan çıkardıkça anahtarları, yamulup kambur birer soru işaretine döndüler. Sorular hiçbir kapıyı açmadılar. Annemden yadigar bir mırıltıyla yüklendikçe bileklerime, sorular, buzdan sarkıtlar gibi sulu sepken kırıldılar. Kırılan her sorunun ardından, gıcırtıyla bir kez daha kilitlendi kapılar.
Açamadım ki…
Dünyanın kenarlarına oyalanmış dağlardı her şey. Süphandan, Tanrı Dağına zıplayacak; “Tanrı şahit ki, insanım” diyecektim. Sonra sonsuz secdemden selam verip, bir avuç mesafesi kadar uzaklıktaki Ay’ın camlarını silecektim. – Ay Dede aslında ölmüştür kimseye sezdirmeden. Tanrı acılarının kefareti olarak bir türbe “ol”durmuştur ona semada. Ne güzel seyrediyordu oradan toruncuklarını fakat; buhranlı bir anında yaktı onu türbedarı. Ondan hep islidir ışığı.- Camlar parlayınca, öyle bir şavk düşecekti ki ‘herkesin mahallesinin’ orta yerine, artık güneşe kadar yürümeyecekti az gelişmiş topraklarda kanayan cılız ayaklar. Her gece leyleksiz bir bacadan seslenecekti Ay uykudakilere: “Mehlika size yeter.” Daha Süphan’dan ayağımı uzatmadan hapşırdı insana alerjisi olan Tanrı Dağı. Kasılıp kalan sıra dağlar hızar dişi tepeler doğurdular. Tepeler, ayakkabımın -dilekten ince- köselesini ısırdılar.
Kaçamadım ki…
Bir imamın “Nasıl bilirdiniz” sorusu kadar uzun sanrılardı her şey. Düşümde cenazemde gördüğüm herkesi öpecek, onlardan “iyi bilirdikler” niyaz edecektim. Fakat, yakışıklı bir hayat geçti musallanın önünden. Dudaklarında hızlı notalı bir marş. Ruhum gizlendiği kulak arkamdan çıkıp ardına düştü o marşın. Yeniden rüyamın başladığı yere gelene kadar, cenazemdekiler öldüler. Beni iyi bilecek kimse kalmadı geriye. Niyazım muhatapsızdı artık son nefeste.
Bilemedim ki…
Biri cami avlusuna beyaz bir su kabı koydu kargalar için. Kumrular, şadırvanın köpüklü sularında serinlenirken, kargaları tekmelemesin diye cemaat. Tanrım, karganın da, kumru kadar sahibi değil misin?
-Bu bir düştür anne…Gel , hayra yor bu gece…
...ENGİNDENİZ...