- 4079 Okunma
- 13 Yorum
- 0 Beğeni
Bir yer var biliyorum: Trabzon
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dünyaca maruf gezgin Evliya Çelebi, Seyahatnâme adlı eserinde Doğu Karadeniz’in en divane şehri Trabzon için şöyle der: bu şehre küçük İstanbul denilse yeridir.İrem bağları gibi müzeyyen bir şehirdir burası.Hamsi balığı pek meşhurdur.Onun için söylenenler ise şöyle: Trabzındır yerümüz
Ahça tutmaz elümüz
Hamsi paluk olmasa
Nic’olurdu halumuz
İnsan nereden başlayacağını bilmez ya bazen.Tam bunu düşündüğüm esnada imdadıma Evliya Çelebi yetişip yukarıdaki kelimeleri ödünç verdi.Artık sonrası gelir deyip dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım Trabzon’un aynadan yansıyan taraflarını.
Malumunuz insan mutemâdiyen okudu mu olmaz, biraz da gezip görmesi gerekir;ama öyle çıkıp gezeyim diye olmayacağına göre,gideceğin yerden bir malumatın olması iktizadır.Böylece daha verimli olmakla birlikte yabancılık da çekmezsiniz o şehirde;çünkü şehir sizi kabul etmezse ne yaparsanız yapın keyif almakta zorluk çekersiniz.
Şehrin bıyıklarını iyi taramanız gerekiyor.
ve asıl önemlisi de bir şeye hemen başlamanız gerektiğini hiçbir vakit unutmamanızdır.
Ama nasıl?
İkibin onikinin altı mayısında Doğu Karadeniz ‘e doğru yelkenleri açarak yola koyulduk.Daha önce de (geçen sene) böyle bir zamanda yola koyulmuştuk; o yüzden o kadar heyecanlı değildik demek geliyor içimden;ama ne yazık ki diyemiyorum;çünkü her zaman heyecan sarar bedenimi böyle durumlarda,ya da böyle gezilerde demek daha doğru olur.Pazar günü öğle saatlerine yakın okulun bahçesinde bizi bekleyen otobüse bindik ve ağzımızda Kâzım Koyuncu’nun Hayde türküsüyle kaldığımız şehri geride bıraktık.
Gittik de gittik…
Güneş gittikçe yavaş yavaş yüzünü asıyordu.Artık mola zamanı gelmişti.Yolculukta muhakkak yapılması gereken mola verip bir bardak demli çay (ben çok açık içerim o ayrı) içmektir.Böyle durumlarda daha bir başka tadı oluyor çayın sanki.Hele sigarayı dudaklarının arasına yerleştirenler için tarif edilemez bir keyiftir.İçmesem de bilirim bu keyfi.O da nasıl oluyor demeyin,oluyor işte.
İzmit,Çorum,Samsun istikametiyle Ordu,Giresun oradan da konaklayacağımız yer olan Trabzon, Çömlekçi’de konaklama yerimize geldik.Artık gerçek gezi bundan sonra başlayacaktı; ama öncesinde biraz dinlenmemiz gerekecekti;yirmi saatten fazla bir süre yolculuk edince haliyle yorgunluk çökmüştü bedenimize.
Bir iki saat başımızı yastığa koyduktan sonra,çanlar çalmaya başladı kalkış için.
Trabzon’un merkezinde bulunan Atatürk Evi (köşk)’ne doğru başladık gezimize.Daha önce başka şehirlerde Atatürk’ün konakladığı evleri görmemize rağmen bu çok farklı geldi bize.Gerek manzarasıyla,gerek mimari zerafetiyle gözlerimizi kamaştırıyordu.Ne zaman konakladığına gelince de, Cumhuriyetin ilanından sonra, Sonbahar Gezisi adıyla Atatürk’ün yaptığı büyük yurt gezisi bilindiği üzere Dumlupınar’dan başlamıştı. Buradan Bursa’ya gelen Atatürk 12 Eylül 1924’te Hamidiye, Kruvazörü ile Mudanya’dan hareket etmiş. İstanbul Boğazından geçerek Karadeniz’e açılmış,15 Eylül1924 sabahı saat 11. 00’ de Trabzon’a gelmişti. Atatürk, Trabzonlular tarafından heyecanla karşılandı.Yanında eşi Latife Hanım ve yakın arkadaşları vardı.
Öğleden sonra da, kendileri için dayanıp döşenen Soğuksu’daki köşke giderek dinlendiler.
Biz de dinlenmek istedik; ancak o kadar kolay değildi öyle burada dinlenmek.
Müze olarak düzenlendiği için haliyle doğal karşıladık;fakat yine de içten içe ah keşke dinlenseydik dediğimizi hatırlıyorum.Sadece seyrettik.Bizde dışarı fırlattık kendimizi ve dışarıda yağmur damlalarının altında kendimizi sisli havaya bıraktık.Oksijeni çeke çeke,iç organlarımızı ödüllendirdik ve en sonunda da bembeyaz bir güvercin gibi tepede geride bırakıyorduk yavaş adımlarla köşkü.
Dönüp bakamıyor ve ayrılmak istemiyorduk. Bir sonraki demleneceğimiz yer,şehir merkezi Kahraman Maraş Caddesi’ydi.Hani, süper Final’in son haftasında oynanan Trabzon-Beşiktaş maçı öncesi Trabzon taraftarının gösteri yaptığı cadde.Aramızda Fenerbahçeli arkadaşlar da yok değildi.Bir ara sarı-lacivert formalarıyla oraya çıkmayı bile düşündüler.
Sizce, o saatlerde böyle bir şeye müsaade edebilir miydik? Maazallah haberlere çıkmamız içten bile değildi.Biz gittiğimizde sadece kokuları kalmıştı havai fişeklerin,haliyle bize de solumak kalmıştı.Bir Beşiktaşlı olarak bunu hazmetmek zordu;ancak spor,dostluk ve kardeşliktir anlayışıyla baktık o gün.
Bir şeyi fark ettim burada,İstanbul İstiklal caddesini aratmıyordu.Her şey aynıydı.Farklı olan insanlar,bir de diyaloglardı.Bununla birlikte, acemi gözlerle etrafa bakan bizleri unutmayalım.
Güneş, tepenin ardına küçük adımlarla kaçıyordu bizden.Yarına hazırlık yapmak için konaklama yerimize yorgun adımlarla geçiş yaptık.Nasıl,ne zaman uyuduğumuzu anlamadan bir bakmışız ki sabah.Kahvaltıda mis gibi tere yağı,Trabzon helvası ve çay olunca kahvaltı yapmak da kaçınılmaz oluyor.Diğer şeyleri saymıyorum bile,bizim için önemli olan bu saydıklarımdı çünkü. Karnımızı doyurduktan sonra,Sümela Manastırı’na doğru hareket ettik.Trabzon’un Maçka ilçesinin Altındere Köyü sınırları içinde,Altındere
Vadisi’ne hakim Karadağ’ın eteklerinde sarp kayalık üzerine kurulmuş olan Sümela Manastırı,halk arasında ‘’Meryem Ana’’adı ile anılır.Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte bulunan yapı,bu konumuyla manastırın şehir dışında,ormanlarda,mağara ve su kenarlarında kurulma geleneğini sürdürmüştür. 300 metre çıkmak o kadar kolay değildi. Kalori yakmak için bir bir;ama göze alabilecek miydik? Serde erkeklik var,gel de hayır de bakalım.Biraz da tarih aşkıyla yanıp tutuştuğumuzdan mıdır ne, hemen hareket ettik. Unutmadan,Hırıstıyan inancına göre oraya çıkan hacı olunduğunu da eklemek gerekir. Biz tabi sanatsal ve mistik açıdan döndük yüzümüzü.
Rivayete göre; Doğu Roma İmparatoru I. Thedosius zamanında (375-395) Atina’dan gelen
Barnabas ve Sophranios isimli iki rahip tarafından kurulmuş olan manastır,6.yüzyılda imparatorJustinianus’un manastırın genişletilmesini istemesi üzerine generallerinden Belisarios tarafından onarılmıştır.Manastır’ın şimdiki durumuyla varlığını 13.yüzyıldan itibaren sürdürdüğü bilinmektedir.Trabzon Komnenosları Prensliğinden III.Alekxios (1349-1390) zamanında manastırın önemi artmış ve fermanlarla gelir sağlanmıştır.
Fatih Sultan Mehmet 1461’de Trabzon’u ele geçirdiğinde de devam etti bu gelenek (Osmanlı devletinde vakıf arazileri bu işi görürdü daha çok.Bu arazilerin gelirleri kişiler ya da devlet tarafından camii,medrese,şifahane,imarethane,kervansaray gibi din,bilim ve hayır kurumlarının ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ayrılmış topraklardı).
Dar ve uzun bir merdivenle manastırın ana girişine ulaşılmaktadır.Giriş kapısının yanında muhafız odaları bulunmaktadır.Buradan da iç avluya uzun bir merdivenle inilmektedir. Sol tarafımızda manastırın esasını teşkil eden bölüm bulanmaktadır.İçi Hz.İsa,Hz. Meryem ve havarileri temsil eden fresklerle süslenilmiştir. Bu fresklerin çoğunun üzerinde de biz yurdum insanların isimleri,aşkları yer almaktadır. Buradan anlayacağımız manastır bilahare muhafaza altına alınmış olduğudur.
Fakat yine de bu amatör çiziklerin manastırın mimarisine gölge düşürmediğine şahit
olduk.Manastıra çıkarken altında deli divane akan Altındere deresini ve eşsiz ormanları
izleyerek gözlerimizi dinlendirdik.Öyle bir susamıştık ki,manastıra girmeden hemen sol taraftaki çeşmeden su içip yine ödüllendirdik kendimizi.Başka bir yerde içebilir miyiz böyle bir suyu,diye sual etmek bile istemiyorum.Ab-ı hayat dedikleri bu olsa gerek (teşbihte hata olmazmış).Suyumuzu da kana kana içtikten sonra,kırık adımlarla aşağı inmeye başladık.
Bir sonraki uğrak yerimiz,yine tarihi bir mekân olan Cephanelikti. Trabzon il merkezinde, Boztepe’nin yamacında Yeni Cuma Mahallesi’nin güneyindeki bu yapı Fatih Kulesi veya İren Kulesi isimleri ile tanınmaktadır Yapının kitabesi olmadığından yapım tarihi ve yapılış nedeni kesinlik kazanamamıştır Bununla birlikte İtalyan asıllı Tarsicio Succi da Veric adlı bir araştırmacı Trabzon İmparatoriçesi İren’e (1340–1341) tarafından toplantı yeri olarak yapıldığını kaydetmiştir
Eserin mimari özellikleri de şöyle: kesme taştan yaklaşık 25–40 m çapında, 25 m yüksekliğinde iç içe geçmiş kalın duvarlı iki bölümden meydana gelmiştir Kulenin iç bölümü dört, dış bölümü ise üç katlıdır Her iki kule de yuvarlak kemerli on üçer pencere ile aydınlatılmıştır Kulenin bütünü koruma duvarları içerisine alınmıştır Tabi şuan cephanelik olarak değil de çok lüks bir restaurant olarak hizmet vermektedir. Ama vaktim yok o kadar diyenler,mutlaka bir salep içmeden ayrılmamalılar.
Tarihi soluyarak salebinizi yudumlamak unutulmaz bir an olabilir sizin için. Yetmez diyenler için,dışarı çıkıp manzaranın da keyfini çıkarabilir.Böyle bir şeye değer değil mi?
Daha ne olsun?
Bizim için dakikalar bile çok önemli olduğu için,zamanımızı en iyi nasıl değerlendirebiliriz
telaşıyla, Akçaabat’taki Sera Gölü’ne doğru yola çıktık. Trabzon’un Akçaabat ilçesi sınırları içerisinde bulunan bir heyelan set gölüdür.
Göl, Yıldızlı ve Derecik belediyelerinin arasında yer alan Derecik Vadisi’nde oluşmuştur.
Sera Gölü Akçaabat’ın önemli bir turistik varlığıdır. Trabzon ile Akçaabat arasında, Trabzon’ a 10 km. mesafede, Yıldızlı beldesi sınırları içinde yer alır. Uzunluğu 4 km. genişliği ortalama 150 m. olup en derin yeri 55 m’ dir. Denize dökülen Sera deresi vadisinin sahile 3 km mesafede, bir yer kayması sonucu önünün kapanmasıyla oluşmuştur. Rivayet edilir ki, yöredeki insanların gözleri önünde birkaç gün içinde ortaya çıkmasıdır. Böyle bir şey mümkün olabilir mi diye insan soruyor kendine ister istemez. Yine de neden olmasın,hiçbir şey imkansız değildir deyip dalıyor hayallere.
Bu gölün manzarası da bambaşkadır doğrusu.Kartpostaldan fırlamış gibi bir görünümü mevcut.Yeşillikler içinde bir göl,gölün etrafında da ahşaptan evler... çevresinde basılabilecek toprak arayan biri için, böyle bir manzaranın için düş kurmak tarifi namümkün bir duygu olsa gerek diye düşünüyorum.Yüzünü göle çevirip bağırmak istiyor böyle durumlarda insan.Ayrıca bir bardak çay içmeden buradan ayrılmak sadece bana değil hiçbirimize yakışmazdı.Tabi daha önceki mekânlarda çaya ağırlık verdiğimiz için bazılarımız Türk kahvesine saldırdı; fakat siz, siz olun çaydan vazgeçmeyin;çünkü çayın yerini hiçbir içeceğin dolduramayacağını o an yine anladık. Bir pişmanlık sardı daha sonra bizi, ancak bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır deyip avuttuk kendimizi çocuksu kelimelerle(fala bakan olmadı mı? Sizce?).
Saatlerimize baktığımızda da hayli bir zaman geçtiğini fark ettik.
Gölün yüzeyindeki ördeklere el sallaya sallaya yavaş adımlarımıza sığınarak ayrıldık oradan.Karnımız da epeyce acıkmıştı,Akçaabat’a kadar gelmişken,köfte yemeden gitmek yakışmazdı bize. Sonra ne derler? Sahilde, denizin ayakları dibinde Cemil Usta’nın mekânına giderek siparişleri verdik hiç zaman kaybetmeden.Köfteler gelene kadar Karadeniz’in hırçın dalgalarının sinsice kıyıya vurup kaçışlarına bıraktık hormonlu gözlerimizi.Alışkın olmadığı için bizim gözlerimiz bu dalgalara,biraz yoruyor onları haliyle. Dalgaların vurdumduymazlığına dalarken bir de baktık ki köfteler gelmeye başlamış bile.Masalar donatılmış,biz muhacirleri bekliyorlar.Aç olunca bir başka bakıyorsun köftelere nedense.Her tabakta dört tane doyurucu köfte bulunmakla birlikte,kırmızı bulgur pilavı,salata ve bir diğer farkı da bu mekânın istemeden baklava’nın servis edilmesidir.
Doyurucu bir menü,mâkul bir fiyatla eş değer olunca tadından geçilmez oluyor.
Allah’ım çok şükür sana ki bugün de doyduk, diye şükrettikten sonra hemen konaklama yerimize doğru yol aldık;ama çaylarımızı yudumlayıp midemizi şımarttığımızı söylememizin herhangi bir sakıncası yoktur sanırım. Yarım saat sonra bir de baktık ki oradayız,Hemen duşlara girip yorgunluğu üzerimizden attıktan ve kısa bir uyku çektikten sonra,Kalkınma mahallesi,farabi caddesi üzerinde bulunan Yörük çadırında canlı müzik dinlemek için yerlerimizi aldık. İsteklerimizi tek tek vermeye başladık.Hemen yanı başımda yer aldığı için,benim yazmama gerek kalmadı.İsteklerimi sözlü olarak sunuyordum kendisine. Tabii sözlü olarak mütemadiyen istekte bulunduğum için,diğer dinleyicilerin isteklerini dinleme fırsatı bulamıyorduk.Abarttığımı anlamış olacağım ki,biraz kenara çekilip meydanı diğerlerine bıraktım.Bilahare içimizde kendi sesine son derece güvenen arkadaşlar olduğu için,Karaoke türkülerini çığırdılar.Biz de dinledik en acemi kulaklarımızla.
Her şey Senin uğruna katlanmak neyin borcu peki?
Artık demir alma vakti gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan,diyerek uykuya bıraktık kendimizi...
Sabah yolumuz uzundu ve bir sonraki durağımız da Uzungöl’dü. Uzungöl resmi belgeler ışığında incelendiğinde 1683 yılına kadar dayandırıldığını görüyoruz. Tarihi bir bölge olmakla birlikte kültürel ve doğa güzelliği açısından da son derece önemli bir yer olarak karşımıza çıkıyor.Uzungöl,Trabzon’a 99 km ve Çaykara ilçesine 19 km uzaklıkta, deniz seviyesinden 1090 m yükseklikte bulunur ve bununla birlikte dik yamaçları ve muhteşem güzellikte orman örtüsü ile sık ormanların ihtişamını önümüze sermektedir. Gölün nasıl oluştuğunu anlatan araştırma kaynaklarına baktığımızda: vadinin ortasında bulunan ve yamaçlardan düşen kayaların Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla oluşmuş göl, “Uzungöl” olarak bilinir ve çevreye aynı ad verilmiştir. Özellikle yakınındaki “Şerah” köyünün yöreye uygun tarzda yapılmış eski ahşap evler, doğanın güzelliğini tamamlar özelliktedir. Oraya gidip de masal dünyası içinde yaşadığını düşünmeyen yoktur diye düşünüyorum.En nihayetinde ben öyle düşündüm bir an.Sera gölü için sarf ettiğim cümleler burası için kifayetsiz kalır.O yüzden anlatmak yerine gözlerimi kapıyorum.Bir gün yolunuz düşer de göle doğru bakıp hayal kurmaya başladığınızda ne demek istediğimi işte o an daha iyi anlayacaksınız.Yemyeşil ormanlar içinde daha sizi girişte beyaz gerdanlığıyla selamlayan Uzungöl camisi de görülmeye değer muhakkak (istemeseniz de göreceksiniz). Belki ilk baktığınızda caminin çok eski bir tarihe dayandığını düşünebilirsiniz (biz öyle düşündük); fakat hiç de öyle olmadığını sonra anlıyorsunuz;çünkü camii 2002’de inşa edilmiş.Bu kısa sürede ortama uyum sağlaması ve gölle ayrılmaz bir ikili oluşturması akıllarıma bir çok şeyi getirdi.
Hiçbir şey tesadüf değildir.
Gezdiniz,gölü, manzarayı doyasıya izlediniz ve sonrasında karnınızın acıktığını mı anladınız?O zaman hiç merak etmeyin,yeni tutulmuş taptaze tere yağlı alabalıklar hemen yanı başınızda sizi bekliyor. Daha önce yemiş olabilirsiniz;ama buradan alacağınız tadı daha önce hiçbir yerde göremeyebilirsiniz. O kadar ki dimağınızdaki tat dışında her şeyi unutturuyor size bu balıklar. Uzungölü görmeden sakın ha sakın dar-ı bekâya göç etmeyin.O kadar kıskandık ki oradaki insanları…Hepsi de cana yakın.Hele ki çocuklar.Okul kıyafetleriyle okulun bahçesindeki 19 Mayıs etkinlikleri için hazırlıkları görmeye değerdi.
Şimdi ise Ayasofya müzesine doğru yol alma zamanı;çünkü epey zaman tükettik zaten burada.İstemesek de gerçek değişmeyecekti. Günümüzde müze olarak kullanılmakta olan Trabzon Ayasofya Kilisesi,Trabzon İmparatorluğu krallarından 1.Manuel Komnenos zamanında (1238-1263) inşa edilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethini takiben yapı, camiye çevrilmiş ve vakıf eser olmuştur. Ayasofya, yüzyıllar boyunca şehri ziyarete gelen seyyah ve araştırmacıların ilgisini çekmiştir
Ayasofya’nın süslemelerinin önemli bölümünü meydana getiren fresklerde İncil’den alınmış konular canlandırılmıştır. Pencere aralarında on iki havari tasvir edilmiştir. Sümela Manastırı’nda olduğu gibi Hz.İsa’nın doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi, kıyamet günü gibi sahneler betimlenmiştir.Denize bakan duruşuyla bütün ilgileri üzerine toplamayı başarabilmiştir kilise.
I.Dünya Savaşı yıllarında Ruslar tarafından işgal edilen Ayasofya,askeri karargah,hastane,depo ve savaştan sonra yine cami olarak kullanılmıştır.1958-1962 yılları arasında Edinburgh Üniversitesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü işbirliğiyle,1964 yılında müzeye çevrilmiştir. Kilisenin bahçesindeki eski bir top aracının gölgesinde varlığımızdan bihaber kaplumbağanın sanatsal yürüyüşüne öylece bakmak insana ait bir şey olsa gerek.
Trabzon’a uğrayıp da Of’u es geçmek,ne bize, ne de zamana yakışırdı.Of…tek heceli bir şehir,ama bir o kadar da çok heceli bir şarkı gibi bakar insana.Sadece merkezinde yürüme fırsatı bulabildik,yine insanların yüzündeki o içtenlik yüzlerinde yansıyordu. Hiç yabancılık çekmedik desek abartmış olmam.
Bayburtlu ile Oflu hikâyesini hatırlamadık değil burada ve haliyle yüzümüzde de acemi bir tebessüm.
Daha sonra Araklı’ya el sallayarak ,merkeze doğru yol aldık,yine her şeyi geride bırakarak.
Bu sefer bir tek şeyi geride bırakamadık.
O da…
Deste Deste papatyalar!
Buraya kadar anlattıklarım, gördüğüm devasa aynanın yakamozlarıydı.
O Ayna’yı da size bırakıyorum.
Mayıs 2012
Hamiş: sonraki durağımız: Rize
YORUMLAR
bir gezi yazısı olarak son derece güzel bir anlatım olmuş...
ayrıca gezilen tarihi yerler ile ilgili sunulan bilgiler son derece yerli yerinde...
tebriklerimi sunuyorum....
emeğe saygılar...
Harun Aktaş
Emeğe saygı duyana saygılar...
Çok teşekkür ederim
Geçen yıl bu zamanlarda Karadeniz'e sekiz günlük bir tur yapmıştık ailece; kültür turuydu iğne deliğine dahi girdik desem yeridir.Heryer yeşillik hem yorgunluğundan hem yeşilliğinden bayıldım zaman zaman.
Ayıptır söylemesi ben çiçek hırsızıyım da nerede görsem dayanamam çalarım; kimisi tutar kimisi tutmaz ama pet şişelere doldurur getiririm.
Her yer harikaydı ama biz insanlar birçok yeri tahrip ederek ve kirleterek bırakıyoruz ne yazık ki!
En çok bunlara üzüldüm güzelliklerin yanında.
Gezmeyenler için seyahat -nâme olmuş yazı
Tebrikle
Sevgiyle kalın
Harun Aktaş
Çok teşekkür ederim,
çiçek gibi umutlarla kalınız...
Öncelikle yazının iddialı bir duruşu olduğunu söylemek gerek.
Bir gezi yazısında olması gereken okuyucuya sunulmuş. Sadece tarihî, coğrafî bilgiler verilmemiş aynı zamanda yazarın bilgi birikimiyle gözlemlediklerini hisleriyle harmanlayıp estetik bir biçimde sanatsal anlatışı başarılı.
Gezi yazılarının okuyucuya merak uyandırması ve gezip görülen yerleri yazının bitiminde görme isteği oluşturması o yazının başarısına işaret eder ki; bu yazının bitimine kadar ilgiyi bölmeksizin okutması açısından merak uyandırdığı muhakkak.
Yazıda, sadece geziye hazırlık kısmının kısa tutulduğunu düşündüm okurken. Hazırlık aşaması ve yirmi saatlik yolculuk esnasında ilginç küçük de olsa bir durum, bir olay anlatılabilinirdi.
Ve şehre ilk varış anı da oldukça heyecansız geldi bana. Daha çoşkulu bir giriş bekledim okuyucu olarak. Yirmi saatlik yolculuktan sonra dahi olsa şehre varış anı heyecan verici olmalı idi kanımca.
Bunların dışında okuyucuyu yazı sonuna kadar meraklı kavuşturması, tarihi bilgisi, sorgulamaları, kendince yorumları ile eğlendirici olduğu kadar bilgilendirici güzel bir gezi yazısı olmuş.
///
Güne gelişinizi tebrik ederim.
Harun Aktaş
Girişi bilerek kısa tutmaya çalıştım.Yoksa çok şey vardı anlatılacak,üzerinde durulması gereken.Sanırım en çok oraya giderken ki heyecandı bizi mutlu eden.
Yazının sıkmaması sizi mutlu etti.Böyle yazılar ifade ettiğiniz üzere bir başka olmalı,okuru kaçırmamalı.
Bunu başarabildiysem de ne mutlu bana.
Teşekkür ederim
Hanimiş yağlısı, Yemedim demeyin. Ne güzel anlatmışsınız :) her seferinde giderim hep aynı duyguyu çekerim içime. Şimdi gitmeden yaşadım tüm bu duyguları. Biliyorsunuz tatil yapacağınız yerleri. bende kararlıyım bir sıkıntılı sürecimiz var bitsin doğu gezisi sunacağım kendimize.
Okuyana solumanın güzelliğini sunmuşsunuz.Tebrikler.
bir çok yere gittim fakat
Karadenize o kadar çok davet edilmeme rağmen henüz olmadı maalesef
Rize'ye sizden önce gitmeyi umud ediyorum
hayalen gezindik biraz
güzel
tebrikler
Nilgün Akçay
Mehtap Yıldız
sen bana çkolatadan bahset, parktan bisikletten bahset gecenin bu saatinde,sonra Rize"den bana koku getir de...
hımm ama düşünebilirm az biraz...avuçlayabilirsem eğer söz olsun(:
Mehtap Yıldız
şunu söylemek istiyorum;
nesirde de çok başarılı olmanız mutlu ediyor bizi Şairim.
ve tüm arkadaşları.
umarım Mevlam muvaffak eyler inş.
bu ara da Kandiliniz kutlu olsun dilerim
hasbel kader ilk tebriğim oldu buda...
çok saygı
Harun Aktaş
Her içsel kelime sahici bir teşekkür doğurur.
Benim şehrimi gezdin .Bilseydim selam yollardım zigana'daki sislere ,peki ganita'da oturup çay içtiniz mi,ya da güzel bir koyda, gerçi o güzelim koylarda kalmadı ama vardı araklı ve holefter kıyılarında veya uzungöle giderken ne güzeldir ,şehrin içlerine doğru gitmek ,o yeşillik içinde yol almak .Ve maçka sütlacı yediniz mi her çeşidinden ,sümela'dan baktınız mı taa aşağılara o derin yemyeşilin tüm tonlarına....yazacak ne çok şey var...
ne güzel anlatmışsın ,ne güzel..
Harun Aktaş
Yazacak o kadar çok şey vardı ki...
Sadece yansımaları kaleme aldım.Aynayı orada bıraktım.
Gezmek,solumak gerek o havayı.Anlatmak kifayet etmez.
Ömrümün geçtiği yer Trabzon. Başkaları anlatınca bir tuhaf oluyor insan. Çünkü kabuğu görür anlatır genelde herkes. İçi biz biliriz ve anlatılanlara hiç benzemez. Onlar gelip geçecektir çünkü. Kalanların derdidir zorlukları ağrıları küskünlükleri...
Göçmen kuş bakışıyla anlattığınız Trabzon size minnettar. Belki de en güzel Trabzon yazılarından biri olmuştur bu çalışma.
Bu tür gezi yazılarını çok ama çok önemsiyorum. Artık yaz geldiğine göre, yedikları içitikleri kendilerine kalsın, gördüklerini anlatsın arkadaşlar.
Günün yazısı olarak görmeyi umut ediyorum.
Saygılar.
Harun Aktaş
Yazdıklarım abartı süzgecinden geçilerek yazılmıştır.Mübalağa sanatını kullanmama ihtiyaç kalmadı hani.Ne gördüysem, ne hissettiysem o.Hatta yazdıklarım sadece aynanın yakamozları diye belirttim sonunda.
Ve şehir merkezi de yavaş yavaş gelişiyor,geçen sene daha bir arkadan izliyordu çevre şehirleri çünkü.Yeni bir şehir projesi var,bu sene sonun başlanacak.
Her şey çok güzel olacak anlayacağınız.
Ve
İnsanlar da çok cana yakın gerçekten.Konuşmak,tanımak yetti...
Teşekkür ederim düşünceleriniz için...
Karadenizli olarak yaşadığım doğayı ve o doğada uyum sağlayan insan yapısı çok iyi bilirim… Sırtınızda ağırlığınız kadar yük dağda düz ovada yürü gibi tepeden aşağıya yürürsünüz. O yük sırtınızda iken eğip oluklardan akan suyu kana kana içersiniz. Sonra belinizi doğrultup bütün terinizi alacak doğayla kucaklaşır gözleriniz…
Sonraki durağınız memleketimde buluşmak üzere.
Saygılarımla.
Harun Aktaş
Bir yabancı değil de oradan biri gibi anlamaktı gayemiz.
Teşekkürler
Keyifli bir gezi tanıtım yazısı olmuş Harun. Benim de Ayder ve Uzungöl maceram olmuştu seminer için çıktığım bir seyahatte. Ancak görmek istediğim diğer yerleri göremeden dönmüştüm de aklım kalmıştı.
Mutlaka tamamlayacağım bu geziyi. Yazını ise kesinlikle hatırlayacağımdan eminim.
Ve yazıya başlarken Trabzon'u bir erkeğe benzetmen dikkatimi çekti.
"Şehrin bıyıklarını iyi taramanız gerekiyor,bunu unutmamak gerekir."
Savrulan saçlarından ya da gerdanından ve hatta ince belinden değil de bıyıklarından bahsettin. Düşündüm. Gezememiştim Trabzon'u ama demekki güçlü bir duruşu vardı. Feminenlikten uzak erkeksi. Ki bıyıklarını taramak gereğini söylemiştin. Belki de karadeniz'in o zor coğrafyası karşısında böylesine dik durabilişindendir bu benzetme, kimbilir. Ama çok hoştu. Ve de hak verilir türden.
Gören gözlerine ve yazan ellerine sağlık kardeşim.
Harun Aktaş
Mutlaka tamamlayacağım demişsin ya,sakın unutma.
Artık sen de yazar,biz de kıyaslarız,ne dersin?
Düşüncelerin için siyah-beyaz bir kelebek armağan ediyorum...