BÜLBÜL OLDUK BU AŞKA
Bazen kendimizi o kadar yalnız hissederiz ki... Saklanan samanın geleceği zaman gibi bekleriz, saklanan duygularımızın gün yüzüne çıkacağı anı. O kadar saklarız ki bazen duygularımızı, biz bile sakladığımız yerleri unutur, hissizleşiriz. Saklanan hislerimiz artık bize bir doktor yazısı gibi okunaksız gelmeye başlar. Ve zamanla hissizliğimize bile o kadar hissizleşiriz ki hayatın tekdüzeliğine bırakırız kendimizi. Kalbimizin attığına tek delil hala yaşıyor olmamızdır. Yaşamak denirse buna…
Sonra birisi gelir hayatımıza. Yalnızlığımızın kalın surlarından içeri süzülür ansızın. Sakladığımız hislerimiz, kavalcısını bulan fareler gibi boy gösterir. Okuyamadığımız duygularımızı okuyabilen bir eczacı edasıyla bize “biz” olmayı öğretir yeniden birisi. Onu gördüğümüz an kalbimiz her attığında kaburgalarımıza çarpar sanki. Duygularımızı define titizliğiyle çıkaran bu esrarengiz avcıya veririz, kalbimizin attığına dair olan tek delilimizi de.
Hayat, tekdüzelik kozasını yırtan bir kelebek heyecanındadır.
Her şey böyle tozpembeyken unuttuğumuz küçük bir ayrıntı ilerde hayallerimizi umulmayan taş gibi kafamıza fırlatır ve yarar tüm sevincimizi.
Hayatımıza gelen birisi gönül konağımızın ferdi olmaya gelmemiştir. O sadece bir Tanrı misafiridir. Fakat biz onu bazen o kadar severiz ki hiç gitmeyecek sanırız. Hatta beynimizde bu Tanrı misafirini tanrılaştırma gafilliğine bile düşeriz bir an.
Vakti gelir, birisi gider…
Ama geldiği gibi boş değildir gidişi. Bize kazandırdığını sandığımız her şeyi alır yanına. Ve bu yüzden kızamayız aslında. Bize sonsuza kadar kalacağını beyan etmemişti ki! Hatta ansızın gelişinden belliydi, yine ansızın gideceği…
O, yürüdüğü yolda yalnız kalmamak için yol üstündeki tüm konaklara uğramıştı. Hadi itiraf edelim; biz, o konaklara girip çıktığını da görmüştük. Yine de bakmaya cesaret edilemeyen yaraya sürülen bir merhem gibiydi gelişi ve o yarayı daha derin bir biçimde parçalar gibiydi gidişi…
Bavulunu aldı bir gün eline ve ben gidiyorum dedi birisi. Bir bohçanın içinde sarılmış şekilde uzattık ömrümüzü ve al dedik “yolluk hazırladım sana aç gitme diye, ye de öyle git.”
Ardından su gibi gitsin su gibi gelsin diye gözyaşları döktük yollara. Akrep yelkovanı soktu, zaman durdu. Biz de duygularımızı anılarımızla beraber konağımızın bahçesine gömdük. Bu sefer de dikenli gül filizlendi gömülen yerlerden. Sökmeye çalıştıkça yaralandık, yaralandıkça sökmeye çalıştık. Baktık kurtuluş yok; serçeydik biz aslında, ağladık; bülbül olduk bu aşka.
GİZEM GÜL VE SİNEM GÜL