- 584 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KANAYAN YARALAR
Savaş büyük bir hızla devam ediyordu. Hergün binlerce insan ölüyordu. Etrafa aynı yağmur yağar gibi kurşun yağıyordu. Gece olmuştu. Yusuf çok yorgun olmasına rağmen gözünü düşman mevzisinden ayırmıyordu. Çokta acıkmıştı ama yanında henüz 15 yaşında var ya da yok olan Abdullah’ı görünce içi parçalandı. Daha çok küçüktü. Onun bu saatte sıcak yatağında uyuyor olması gerekiyordu. Besbelli yorgun ve açtı. Çok dayanamayacağı da kesindi ama yine de gözünü silahından ayırmıyordu. Onu küçük oğlu Kemal’e benzetmişti. Şimdi beş yaşlarında olacaktı. yusuf cepheye gelirken yeni doğmuştu. Doyasıya saramadan ayrılmıştı kuzucuğundan. Karısını Hatice’yi de çok özlemişti. Hatice çok güzeldi. Hatta köyün en güzeliydi. Bir yandan doğan oğlunun sevinci varken içinde bir yandan da Yusuf’un üzüntüsü vardı. Gözyaşları sele dönmüştü. Mektup yazdırıyordu her ay köyün muallimine. yusuf’un birde yaşlı annesi vardı. Babası Kore de şehit olmuştu. Annesi kocasının şehitlik haberini alınca felç geçirmişti. Dönemin şifacılarına götürseler de çare bulunamadı. Tek çare büyük şehirdi. Elde yok avuçta yoktu. Nasıl gideceklerdi büyük şehre. Tek varlıkları bir çift öküzleriydi. Onu da savaş için devlete vermişlerdi. Kan ağlıyordu Yusuf’un içi. Nasıl geçiniyorlardı kimbilir. Bu düşüncelerden ayrılmak istercesine Abdullah ile konuşmaya başladı. Öğrendiğine göre onunda babası yoktu. Bir annesiyle bir ablası vardı. Tek kendinin değil herkesin çıkmazda olduğunu anladı Yusuf. Kısa bir sessizlikten sonra izzet çavuş gelmişti. Hemen selama durdular. Çavuş Abdullah ‘ın elindeki silahı alarak gidip çadırına uyumasını söyledi. Ama Abdullah’ın hiçte niyeti yoktu gitmeye. Çavuşun sesini yükseltmesi üzerine hızlı adımlarla gözden kayboldu. Vakit epey geçmişti. Gün ağırmaktaydı. Güneş gülümsemeye bile başlamıştı. kimbilir neler olacaktı yeni günde.
Abdullah elinde bir parça ekmekle koşarak gelmişti Yusuf’un yanına. Belli ki sabah verdikleri ekmeğin yarısını yemiş yarısını da Yusuf için ayırmıştı. yusuf’un elindeki silahı tutarak ‘’ver abı’’ dedi. yusuf sadece gözlerinin içine bakarak tebessüm etti. Aslında o ekmeği almayacaktı ama çok açtı. Siperin içinde olduğu yere çöktü. Sokakta kalmış çocuk gibi yemeye başladı. Üçüncü ısırığında bitmişti. Allah’a şükretti ve ayağa kalkarak Abdullah’a içten bir sağol dedi. Bu söze karşılık olarakta Abdullah başını salladı. Hava iyiden iyiye ısınıyordu. Askerler yorgun ve uykusuzlardı. Çokta susamışlardı aslında. Güneş tam zirvedeydi. Bu saatte savaş yapılmazdı. Zaten güneş yeterince yakıyordu. Üstüne birde silahlarla savaşmak çok kayıp verilirdi. Bu zamanı değerlendirmek için çavuşun emriyle siperlerden çıkıp dün ölen arkadaşlarını gömeceklerdi. Siperden tam çıktıkları an yaylım ateşi başladı. Yusuf kendini siper nasıl attı bilememişti. Şanslıydı diğerlerine göre. Birçok arkadaşı sipere giremeden şehit olmuştu. Yine oyunlarını oynadılar diye düşündü Yusuf. Daha neler neler düşünmüştü. Aslında savaşmayı Allah’ın verdiği canı almayı hiç istemiyordu. Ama milleti için savaşmalıydı. Bir yandan düşünüyor bir yandan da ateş ediyordu. Kolunda hafif bir sıyrık vardı. Acısını hissetmiyordu. Siperin dışında gözü bir yaralıya takıldı. Tam seçemiyordu. Kim olduğunu. Belki de düşman askeriydi. Arkadaşları onu kurtarmıyordu. Nasıl dayanıyorlardı aklı ermiyordu. Utanmasa Yusuf kalkıp kurtaracaktı yaralıyı. Zaman hızla geçiyordu. Sanki birisi tutmuş zamanın kolundan hızla çekiyordu. Hava kararmaya yüz tutmuş ateş sesleri de kesilmişti. Askerler sipere bakmışlardı kendilerini. Onlar için hiçte kolay değildi. Tam 8 saattir ellerinde silahla üzerinde duruyorlardı. Ağaç gibi kök salmışlardı. Dinlenmek için büyük fırsattı. Yusuf siperin içinde etrafa bakınırken gözü yaralıları tedavi eden ebeye takılmıştı. Genç ve güzeldi. Savaş başlamadan 1 yıl önce köye gelmişti. Yusuf’un karısını da o doğurtturmuştu. Kemal’i onun elinden almıştı kucaklamak için. Şimdi de cephedeydi. Uzun fistanından yırtığı parçayı bir askerin başına sarıyordu. Yusuf uzun süre izledikten sonra uyuya kalmıştı. Uyandığında saat on civarıydı. Kötü bir rüya görmüştü. Kendini rüyanın etkisinden kurtarmaya çalıştı ama olmadı. Rüyasında oğlu kemal’i görmüştü. O da savaş alanındaydı. Üstünde ipekten bembeyaz bir gömlek vardı. Baba diye bağırıyordu. Yusuf önce tanıyamamış baba demesi üzerine ona doğru koşmaya başlamıştı. Tam sarılacakken kör kurşun gelip kemal’ini vurmuştu. Kana bulanmıştı tertemiz yüzü. Yusuf kendine gelmek istiyordu. Gözlerinde istemsiz olarakta olsa yaş gelmişti. Gözleri boşluğa bakıyordu. Birden yerinden fırladı. Çevresindekiler ne olduğunu anlamamış boş gözlerle arkasında bakıyorlardı. Bir hamleyle siperden çıktı. Sürünerek gündüz gördüğü yaralının yanına gitti. Eline bir şeyler batmıştı ama mühim değildi. Yaralıyı sırtına almasıyla sipere inmesi bir oldu. Ufak tefek bişeydi. Taşıması kolay olmuştu. Arkadaşların yardımıyla indirdiler yaralıyı. Ay ışığı yaralının yüzünü ışıtıyordu. Oda neydi. yusuf’a kal gelmiş baka kalmıştı. Gündüz ki ebe gelmiş nabzına bakmıştı. Yaşıyor dedi. Yusuf duran kalbi tekrar atmaya başladı. Yaralının tek bacağı yoktu. Evet, yaralı Abdullah dı. Kanı durdurmak için elinden geleni yapmıştı. Abdullah’ı yaralıların bulunduğu çadıra götürmüşlerdi. Yusuf uzun süre çadırın önünde bekledi. İyi ya da kötü bir haber bekliyordu. Ebe çavuşla birlikte dışarı çıktı. Çavuş Yusuf’un sırtını sıvazladı. Yusuf teselli edildiğini anlamıştı yere çöktü. Çavuş ‘’üzülme büyük şehre gönderiyoruz’’deyince derinden bir oh çekti. Sabah olunca Abdullah ve iki asker yola koyuldular. Yusuf son kez kucakladı Abdullah’ı kağnıda baygın yatarken. Kağnı yavaş yavaş hareket etmişti. Bir süre sonra gözden kayboldular. Yusuf kendini toplamaya çalışarak ağır ağır sipere doğru yol almaya başlamıştı. Çevresindeki hiç bir şey onu ilgilendirmiyordu. Sipere atladı ve eline silahını aldı. İçinden lanet ediyordu bu savaşı başlatanlara. Yusuf okumamıştı. Ama o haliyle bile yapılanların yanlış olduğunu anlıyordu. O kadar medreseler bitirenler gençliğin eline silah verip savaşa gönderiyorlardı. Sadece savaşmak değil ya ölmek ya da öldürmek öldürmek için. Hangi baba göz yumardı buna. Hangi annenin yüreği sızlamazdı. Uzun bir zaman geçmişti. Her gün aynı şeyler sürüyordu. Elde ne mermi nede yiyecek kalmıştı. Tek kalan yürekte acı ve özlemdi. İki tarafta birbirlerine üstünlük sağlayamıyorlardı. Bir de salgın hastalık belası çıkmıştı başlarına. Yusuf’ta bu hastalığa yakalananlar arasındaydı. Kendinden geçmişti. Arada bir gözünü aralıyor karşısında ebeyi görüyordu. Ateşi bir türlü inmemişti. Elde imkân yoktu. Her şey Yusuf’un kendisine kalmıştı. Yaşamakta ölmekte onun elindeydi. Yusuf rüyasında o siperden bu sipere koşuyordu. Sonunda da bağımsız oluyordu. Kaç gün geçti bilinmez Yusuf kendine gelmeye başlamıştı. Elde ki imkânlara göre Yusuf’ un iyileşmesi büyük bir mucizeydi. Kısa sürede ayağa kalkmıştı. Eski sağlığına kavuşmuştu. Hatta hastalık sayesinde dinlenmişti. Bir canavardı adeta. Önüne geleni parçalayabilirdi. Siper döndü. o hasta olduğu zaman arkadaşları top ateşine tabi tutulmuş, siperlerin siperlik yanı kalmamıştı. Herkeste küçükte olsa bir yara mutlaka vardı. ağır ağır yeniliyorlardı. Kimse de ne ümit ne de dayanacak güç kalmamıştı. Hele Yusuf ‘ta beş yılın birikmiş özlemi vardı. Oğlunu karısını nasıl da özlemişti. Oğlunu bağrına basmak istiyordu. Silahı kemal’i bağrına basar gibi sardı. Ama farkındaydı demir yığınını sardığının. Kendini teselli etmeye çalışıyordu. İçinde büyük bir kin birikmişti ama düşmanı da Allah’ın yaratıp hepsinin birer insan olduğunu düşününce sakinleşti. Bir sesle irkildi gelen asteğmen yanoş tu. yanoş aslında fransızdı. Düşmanın Avrupa ya yamyam diye tanıttığı Türklerin yamyam olmadığını görünce Türk olmuştu. Aslında savaşın başladığı sıralarda 3 askerle gizlice birliğe girmeye çalışırken vurulmuş, onu izzet çavuş kurtarmıştı. İyileştikten sonra serbest bıraksalar da gitmemiş izzet çavuşu kardeşi bilmişti. İlk başta tedbiri elden bırakmamak için kimse güvenmemişti. Yaptıklarıyla kısa süre de kendini kanıtlamıştı. Şimdi de savaş hakkın da bilgi verecekti. Ara ara yapardı bunu. İlk yardım dersleri verdiği de olmuştu. türkçeyi çat pat konuşabiliyordu. Şimdi de yarım yamalak Türkçesiyle konuşmaya başlamıştı. Söylediğine göre erzağımız tükenmş, askerlerimiz yaralı ve bitkin hatta elimizde mermi bile kalmamış. Bu sözler üzerine askerlerden biri şu sözleri söyledi ‘’yiyecek ekmeğimiz yoksa bizde yemeyiz. Yaralıysak ölürüz. Bitkinsek çaresi var dinleniriz. Mermimiz bitti diye süngümüzde kırıldı değil ya. Bu vatan bizimdir kimse elimizden alamaz’’ dedi. Herkes birden alkışlamaya başladı. İzzet çavuş duygulanmış, gözyaşları yüzünü yıkamıştı. Yanoş’un da başı yere düşmüştü. kısık bir sesle zaten öyle yapacağız dedi. Belki de içinden annesi, babası, başkanı, komutanı bildiği kişilere doğup büyüdüğü yerlere küfür ediyordu. yanoş ‘’ iki gün sonra hazır olun’’ dedi ve hızla uzaklaştı. Kimse Yanoş’un sözlerine yorum yapmadı. Sanki ortada ölü varmış gibi bir sessizlik kapladı ortalığı. Zaman namludan çıkmış kurşun gibi hızla ilerliyordu. Yusuf son bir mektup yazdırdı. Mektubun da şunlar yazılıydı
YÜREĞİMİN KANAYAN YARALARI
Beni merak etmeyin ben çok iyiyim. Tek derdim tek tasam sizlersiniz. Oğlum, kemal’im burnum da tütüyor hala yüzü gözlerimin önünde. Melek gibi yavrum benim. Anam bana o kadar emek verdin ki sana hakkımı nasıl öderim. Eğer hayırlısıyla eve dönersem seni büyük şehre götürüp, iyileştireceğim. Benim al yazmalı gül yüzlü karım, bütün yük senin üstünde biliyorum. Seni böyle yüzüstü bıraktığım için bana gücenmeyesin. Kim ister ki hayat arkadaşını yarı yolda bırakmak. Ölürsem de vatanım için öleceğim çok mu? Bu gece tanın ağarmasıyla birlikte yola çıkacağız. O zaman ne ana ne baba ne de evlat olacak. Bütün varlığımız o anda süngülerimiz olacak. Eğer olurda geri dönemezsem benimle gurur duyun oğlumun başı eğilmesin. Hakkınızı helal edin. Sizi ilk önce Allah’a sonra kendinize emanet ediyorum. Anamın ellerinden sizin de gözlerinizden öperim. Sağlıcakla kalın.
Bütün mektuplar toplanıp ulak yola çıkmıştı. Mektup iki güne kadar ellerine ulaşırdı. Yusuf sonunun geldiğini biliyordu. Ölümden korktuğu yoktu. Tek düşüncesi ailesiydi. Ölümüne dakikalar kalmıştı, bunu hissedebiliyordu. Albay rıza herkesi ortada toplatmıştı. İki dakika sonra da kendisi geldi. Konuşma yapacaktı ama yapamadı. Sadece hakkınızı helal edin diyebildi. yanoş’un öncülüğünde ilerlemeye başlandı. Düşman mevzisine az kalmıştı ki ateş başladı. Ateşten kurtulanlar siper iniyor, düşmanı öldürüyorlardı. Yusuf aslan kesilmişti. Önüne geleni deviriyor, kimse Yusuf’u tutamıyordu. Yusuf bir an duraksadı. Karşısındaki askere baktı. Gözleri dünyanın en güzel gözleriydi. Bir kez daha görmüştü bu gözleri. Bundan yaklaşık 7 yıl önceydi. Yusuf köyünde gezerken arkadaşlarının birini dövdüğünü görmüştü. Zaman rastlamıştı bu gözlere. Yusuf hemen adamı kurtarmış, eve götürmüştü. Adı David mesleği gazetecilikmiş. o günden sonra Yusuf ile David kardeş olmuş, çok güzel günler geçirmişlerdi. Ama her şeyin bir sonu olduğu gibi güzel günlerinde sonu gelmişti. David Amerika’ ya dönmüştü. Bir daha birbirlerinden haber alamamışlardı. Şimdi karşı karşıyaydılar. Yusuf ya ölecekti ya da öldürecekti. Yusuf ‘a göre saniyeler yerinde sayıyordu. Yusuf bu düşüncelere dalmışken david süngüsünü Yusuf’un karnına saplayıverdi. yusuf ne olduğunu anlayamamış yere yığılmıştı. Yarasından çok yüreği acıyordu. David uzaklaşırken arkasından gelen Yanoş David’i öldürmüştü. David Yusuf ‘un yakınlarına düşmüş Yusuf un sesini duyunca yaptığını anlamış ölen bir askerin süngüsünü alarak karnına saplayıp oracıkta ölüvermişti. yusuf uykuyla uyanıklık arasında bir yerdeydi.aradan 1 saatte yakın geçmişti.kapalı gözlerini askerlerin kazandık naralarıyla araladı..araladığı anda karşısında oğlunu görmüştü.tam kavuşacakları sırada şimdi de Yusuf yan çizmiş ve ölmüştü…
13.01.2010