- 733 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Mazbut Mahalle 1/4
Yine Yılbaşı Gecesi. Sıradan geçmesini istemediğim ama kanal değiştirerek televizyon karşısında uyuklatan sıradan gecelerden hiç farkı olmayan bir gece. Haftalar önce televizyon kanalları reklama başlamış, bizim kanalı izleyin diye ama, aynı şarkılar, aynı zeka düzeyi düşük espriler, aynı sanatçılar. İlgi çekici, uykumu açacak bir şey yok. Merak ediyorum, bizler çocukken, televizyon yokken, yılbaşı gecelerini nasıl geçirirdik Beynimde tazeliğini yitirmeden sakladığım eski anılarımın arasına dalıyorum. Bu yolculuk güzel geliyor bana. Televizyonu kapatıp, eskilere, sekiz yaşıma ve sonrasına dönüp, çocukluk mahalleme, komşu evinde mahalle çocukları ile beraber kutladığımız yılbaşı gecesine bodoslama dalıyorum.
Haftalar önce iş bölümü yapıp hazırlığa başlamışız. Kimimiz kramfon kağıdını kesip kedi merdivenleri yapmışız odayı süslemek için, kimimiz babamızı tembihleyip, çalıştığı yerde kullanılan delgeçlerin içindeki konfetileri toplatmışız, kimimiz kartonlara ‘’Amiral Battı’’ çizip hazır etmişiz. Oyunlar hayal edip, bilmeceler ezberlemişiz. O gece oynanacak her oyun, elimizin ve hayal dünyamızın eseri. Hiç biri tek başına köşeye çekilip, arkadaşsız sanal dünyalarda oynanan oyun değil. Hepimiz aktif olarak oyuna katılıyoruz. Başımıza taktığımız şeytan şapkalarını bile kartondan yapıp, üstünü renkli elişi kâğıdı ile kaplıyoruz. Bir heyecan, bir telaş. Kızlı oğlanlı. Hiç ayırım yok. Büyükler bir odada biz başka odada toplanıyoruz. Öyle, kola, enerji içeceği, üçü bir arada gibi
İçecekler de yok. Annelerimiz limonata yapmış, gazoz yapmış. Portakal, mandalina, elma baş meyvelerimiz. Kuru yemişler çanakları doldurmuş. Pestiller, dut kuruları, kayısı kuruları başka çanaklarda. Bir kaseyi ise iğde doldurmuş. Şimdiki çocuklar iğde yemişler midir acaba? Hiç sanmıyorum. İğde baş eğlenceliğimiz. Bilmecelerin bile konusu;
Dışı kadifeciler,
Ortası pamukçular,
Altı oduncular.
Bilin bakalım nedir?
İğde, iğde.
Kızıl kavuniçi kabuğunu soyarsın, beyaz, sıkıştırılmış unsu bir kısım çıkar, onu ağzına atar, dibindeki ince uzun tahtaya erişinceye kadar emersin. Hafif bir tadı vardır. Dilinde anlatılması zor bir burukluk yaratır.
Peki, şimdiki çocuklar (kavut) leblebi unu yemişler midir? Yine hiç sanmıyorum. Kavut yemekte başlı başına bir eğlence kaynağıdır. Verirsin arkadaşının ağzına bir kaşık kavut, kapat ağzını, şimdi de ‘’Yusuf’’ de, diye talimat verirsin. O, Yusuf dediği zaman bütün kavut dışarıya fışkırır. Kahkahaların bini bir para. Hiçbir ‘’Talk Show’’cu bizi bu kadar güldüremez.
Ya keçiboynuzu, zorlu tahtamsı tarafını geçtikten sonra balına ulaşırsın. O güzelim tat diline yayılır. Bazıları öyle ballıdır ki, tahta kısmını yemek hiçte zor gelmez.
‘’kaça kaç’’ oyunu ile başlarız işe. Önce kâgıda birer santim aralıklarla
‘’noktalar’’ yerleştiririz. Elimizle kapatarak bir rakam yazar,
Kaça kaç? Diye sorarız. Eğer karşımızdaki bilirse, iki nokta arasını çizgiyle birleştiririz. Kim çok bilmiş ise, çizgileri birleştirerek bir ev sahibi olur ve isminin baş harfini kondurur evin içine. Bu oyunu, akıllıca oynamak lazımdır
Öyle bir yere çizgi çekeceksin ki, karşındaki ev alamasın. Aksi taktirde yaptığın bir hata, 7-8 evin birden kapatılmasına neden olur
Sonra ‘’fırdöndü’’ oynamaya başlarız. Bakır bir tabak içinde döndürülür. Bu işi, en iyi döndürene bırakırız. Baş ve işaret parmağıyla öyle bir döndürür ki, önce dönmüyor zannedersin. Uyutur ‘’fırdöndü’’yü. Döner, döner, sonra yalpalamağa başlar ve sarsıla sarsıla bir tarafına düşer. İşte o düştüğü kısım, senin tuttuğun kısım ise kazanırsın .Çok önceden biriktirmişizdir ortası delik 2,5 kuruşları. İpe dizili boynumuzda asılıdır. Bilmeceler, masallar, Dağ, Nehir, Şehir oyunları, ‘’Sessiz Sinemalar’’ arkası arkasına gelir. En son oyunumuz ‘’tombala’’ dır. Büyükler de katılır bu oyuna. Birinci çinko, ikinci çinko, tombala. Bir curcunadır gider. Bakarız gece yarısını çoktan geçmiş, hiçbirimizin uykusu gelmemiş, karnına kaş göz yaptığımız bir çocuk fırlar ortaya, hepimiz onunla çiftetelli oynarız. Sabaha karşı yataklarımıza girdiğimizde, gelecek sene ne yenilikler yapabiliriz, hangi yeni oyunlar icat edebiliriz düşünceleriyle, mutlu mutlu uykuya dalarız. Bize dayatılan eğlenceyi seyretmeyiz, Biz kendi eğlencemizi yaratırız
Mahallemiz çok mazbuttur. Ankara’nın orta halli ailelerinin yaşadığı, daha çok memur ağırlıklı bir mahalledir. Evlerin çoğunluğu, tek veya iki katlı eski Ankara evleridir. Bazıları ise bir avlu içine dizilmiş tek odalardan meydana gelmiştir. Daha çok kalabalık aileler oturur bu evlerde. Tuvaletler ise hep dışarıdadır.
Mahallede herkes, herkesi tanır, herkes herkesle komşudur. Kimse, kimse için kötülük düşünmez, kim aç kim hasta bilinir. Yardımlaşma harikadır. Kimsenin oğluna, kızına karısına yan gözle bakılmaz, Çocuk tacizciliği diye bir olgu ise duyulmamıştır. Kapılar bir mandalla kapatılır ve hırsızlık akla hayale gelmez. Zaten kimsenin de öyle çalınacak kayda değer şeyleri de yoktur. Günlük yaşanır, kazanılan para ile ancak aile döner. Evlerin içi ve kapı önleri tertemizdir. Çocukların ömrü sokaklarda geçer, kim çocuğuna üzeri kırmızıbiberle süslenmiş yoğurtlu ekmek vermişse, bütün çocuklara da verir
.
Her ailenin bir de lakabı vardır. Lastikciler, İstanbullular, Dondurmacılar, Malatyalılar, Koca Gö…..lü Muazzez hanım, Sıska Müzeyyen, Arnavutlar, Bostancılar, Benzinciler , gibi.
Mahallede, dertler de sevinçler de birlikte yaşanır. Milli Bayramlarda Bayraklar asılır, Dini Bayramlarda şekerler, kurban etleri paylaşılır. Radyolu evlerde ise gece oturmaları.
Mahallemiz, tutucu değildi, ama dindardı. Kadınların çoğunluğu
başları örtülü, namazında niyazındaydılar. Annem ise, memurluk yapan, öyle örtüye, eşarba rağbet etmeyen, envelop etekli, topuklu pabuçlu, frapan küpeler takan, permalı saçlarının bir kısmını ay gibi çevirip, kaşının üstüne düşüren, renkli giyimi seven bir kadındı. Bense onun arkadaşlarımın anneleri gibi siyah, kahverengi ve lacivert elbiseler giymesini, gösterişsiz olmasını isterdim. Ama mahalleli onu hiç yadırgamaz, saygıda kusur etmezlerdi. Annem onlar için
dört kız çocuğu büyüten, bilgili, saygıdeğer bir kadındı. Aynı zamanda mahallenin akıl hocası idi. Kimine iş bulur, kimine hastanede yardımcı olur, kiminin çocuğunun ise okula yazılmasına aracılık ederdi.
Sonradan, kırk yaşıma geldiğimde ve halende, rengarenk giysiler giymeye devam ettiğimi görünce, anneme büyük haksızlık yaptığımı pişmanlıkla hatırlarım.
Ramazanda mahalle daha da ağırbaşlı olurdu. Her evde oruç tutulur. iftarlar açılır, gece sahurda her evin ışıkları yanar, mevlitler okunur, iftar yemek davetleri verilir, herkes birbirini gözetirdi. Kimsenin evi yemeksiz bırakılmaz, aşureler kazan kazan dağıtılırdı. Biz çocuklar için ise yeni bir eğlence başlamış olurdu. Diğer çocuklarla beraber akşam pidesini alır, tepelik bir yerde ramazan topunun patlamasını beklerdik.
Ha topum ha güm deyiver,
Sıcakta mamaları ham deyiver.
Diye hep bir ağızdan bağırır, top patlar patlamaz da evlere koşuştururduk.
Bayram ise, eğlencenin doruğu idi. Annemle ablam sabahlara kadar uyumaz, bize rengarenk basmalardan elbise dikerlerdi. Elbiseler her sene hep aynı olurdu. Robalı, karpuz kollu, önü farbalalı. Yeni ayakkabılarla beraber, muhakkak birde cüzdan satın aldırırdık. Çünkü bütün mahalle büyüklerinin eli öpülecek, ve cüzdanlar dolacaktı. Üç gün bayramlaşılır, herkes, herkesi ziyaret ederdi.
Öyle mazbut bir mahalle idi ki, ne büyükler arasında, ne de çocuklar arasında kavga bile hatırlamıyorum. Sabah kapılar açılır, erkekler işe, çocuklar okula gider, hanımlar ev işlerine koyulurdu. Akşam ise kapılar kapanır, perdeler örtülür, pencerelerden dışarıya loş bir ışık sızardı. Biz çocuklar sobanın yanında , tahta çantalarımız üzerinde ödevlerimizi yapar, sobanın üstündeki kaynayan çaydanlığın melodisini dinlerdik. Sobanın üstünde ise her zaman portakal kabuğu yakılırdı. O zamanlar portakal kabuğu en doğal oda spreyimizdi.
Büyüdükçe, o evlerde başka hayatların da yaşanmakta olduğunu hissetmeye başladım. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. O mazbut evlerin içinde, sadece kendilerinin bildiği, başka şeyler yaşanıyordu. Mazbut aileler evlerine giriyor, kapılar kapanıyor, ve başka hayatların kapılarını açıyorlardı. Bu yeni kapıların ardındaki hayat da öyle mazbutça yaşanıyordu ki seneler sonra ancak, her kapı ardındaki sırları keşfedebildik.
KOCA G…….LÜ MUAZZEZ HANIM TEYZE
İkisi kız, ikisi erkek dört yetişkin çocuğu olan tonton bir kadındı. O zamanlar bize çok yaşlı görünürdü ama sanırım yaşı 45-50 arasında bir şeydi. Özellikle belden aşağı kısmı o kadar şişmandı ki, mahallede ki lakabını bileğinin hakkıyla almıştı. Duldu. Kocası ölmüş müydü, yoksa ayrılmışlar mıydı bilemiyorum. Neşeli, misafir canlısı, dünya tatlısı bir kadındı. Attı mı kahkahayı, bütün mahalleliyi, evlerinin içinde bile güldürürdü. Çocukları ise iyi yetiştirilmişlerdi. Kızları ablalarımın arkadaşıydı. Oğlanlar ise yakışıklı ve terbiyeli idiler. Mahalledeki
hiçbir kıza ve kadına yan gözle bakmaz, hatta onları kollarlardı. Aileye dayıları bakıyordu. Annelerinin ağabeyi olan İhsan amca, sanırım bir bürokrattı. Daima takım elbise giyer, kravatsız dolaşmazdı. Az konuşur, herkese nazik davranırdı. Evlerine oturmaya gittiğimizde ise hoş geldin der, kadınları yalnız bırakıp, başka odaya geçerdi. Zaten haftanın 3-4 günü evde olur, diğer zamanları ise iş seyahatinde geçerdi. Çocuklar,
-Dayım yine teftişe gitti, derlerdi.
Evleri tek katlı ve bahçe içinde idi. Bahçenin bir köşesinde ise küçük bir çardak vardı. Ev tertemiz, çocuklar ise daima bakımlı idiler. Dayı olmadığı zaman, tek düze bir yaşamları vardı. Komşuluğa gidilir, komşular gelir, dikiş, nakış derken günlerini hoşça geçirirlerdi. Ama dayı gelince ev kurulmuş yay gibi olurdu. Bahçe sulanır, çiçekler vazoya yerleştirilir, çardağın masasına tertemiz örtü yayılır, halı yastıklar itinayla yerleştirilirdi. Ailece Dayıyı dış kapıda karşılar, kızlar, oğlanlar dayıcığım, dayıcığım diye etrafında pervane olurlardı. Dayının çantası, ceketi alınır, bahçedeki küçük havuzlu çeşmede elini yüzünü yıkayan dayıya, bembeyaz yüz havlusu bizzat kız kardeşi tarafından verilirdi. Çardaktaki minderlere kendini rehavet içinde bırakan dayıya ise güzel bir çanakta cacık ve bir kadeh rakı gelirdi. Sigarasını saran dayı, ise günün yorgunluğunu atar, sonra Muazzez teyzenin hazırladığı, lezzetli akşam yemeğini yemek üzere içeri geçerdi. Üç veya dört gün Dayı bu izzet ve ikramı görür, sonra tekrar teftiş için giderdi. İşte o zaman Muazzez teyze yine konu komşuya döner, çocukları ile mazbut yaşantısını sürdürür, herkesten hürmet görürdü.
Senelerce bu hayat böyle sürdü gitti, ta ki hepimize mazbut evin içinde ki diğer kapı açılıncaya kadar.
Duyduk ki, meğer İhsan Amca, Muazzez teyzenin ağabeyi, çocukların dayısı değilmiş. İkili hayat süren, çoluk çocuk sahibi, evli bir adam imiş. Olmadığı zamanlar nikahlı karısı da onu teftişte sanırmış. En az 15 sene sürdürülen bu mazbut beraberlik, nikahlı eşin de kocasını teftiş etme merakı sonunda mahallemize hiç yakışmayacak bir şekilde gürültülü olarak son buldu. Bir günde ev boşaltıldı ve mahalleyi terk ettiler. Sonradan biz de o mahalleden taşındık. Muazzez teyze ve çocukları ne oldu bilmiyorum
DONDURMACILAR
Kastamonulu bir aile idi. Karı-Koca, bir de evlatlık kızları, Behice. Bütün kış mazbut evlerinde sessizce yaşar, Yaz gelince ise hareketlenirlerdi. Yaz mevsiminin başlarında Kastamonu’ dan 10-15 tane genç delikanlı gelir, evde yapılan dondurmaları satarlardı. Evin direği anne idi. Babayı ise hep halı sedir üstünde uyurken hatırlıyorum. Hasta, başı ağrıyor, üşütmüş derlerdi. Hep uyurdu. Arada gözlerini açar, kan çanağı gözlerle etrafına çipil, çipil, bakar, tekrar uykuya geçerdi. Kışın yine diğer komşularımız gibi, namazında niyazında yaşayan anne, misafir kabulünde diğerleri gibi cömert değildi. Hep hasta ve uyuyan kocası yüzünden ise, komşular da onlara pek gitmek istemezlerdi. O ev yaz evi idi. Ve dondurmalarla beraber mahalleye canlılık getirirlerdi. Kastamonu’dan gelen gençler evin arkasında ki ardiyede yer yataklarında yatar, sabah gün doğmadan bahçeye dondurma yapmaya çıkarlardı. Akşam ise görev Behice’nindi. Koca bir bakır kazanda kilolarca süt odun ateşinde kaynatılır, sonra da kepçe ile havalandırılarak soğutulurdu. Biz de severdik bu işi. Okul tatil olduğu için, yapacak şey bulamaz, Behicenin yanında alırdık soluğu. Otururduk kazanın başına elimizde kepçe, fıkralar anlatarak, espriler yaparak gecenin geç saatlerine kadar, sütü havalandırırdık. Kastamonu’da bu işe ‘’süt savurmak’’ derlerdi.
Behice cahil bir köy kızı idi. Ama espri yeteneği süperdi. Bize bir ‘’tavuklu’’ fıkra anlatır, ve öyle güldürürdü ki o fıkrayı her gece anlattırırdık. Fıkranın hatırladığım tek yeri, sonları idi. Adamın biri bir tavuğun boynunu tutup, boğacak kadar sıkmış, tavuk;
-Vırak, vırak diye bağırırken, adam da;
-Yok bırakmam, dermiş.
Ve böyle bağrışlar arasında tavuk ölmüş gitmiş.
Bu vıraklama faslında Behice öyle kıkır, kıkır, gülerdi ki biz de makaraları bırakırdık.
Soğutulmuş süt, sabah gün doğmadan silindir biçimindeki madeni kaplara pay edilir, tuz ve buz karışımı fıçılar içine yerleştirilirdi. Her bir delikanlı bir fıçının başına oturur, döndüre, döndüre, karıştıra, karıştıra, sütü dondurma haline getirirlerdi. Dondurma hazır olunca, şekli değiştirilmiş üstü tenteli rengarenk çocuk arabalarına yerleştirilir, Ankara sokaklarına dağılırlardı. İster inanın ister inanmayın ama bu gençlerin de mahalledeki insanları taciz ettiği duyulmamıştır
Dondurmacıların akşam dönüşü ise tam bir şölendi. Muhakkak, bir ikisi dondurma tam bitmeden döner, kalan dondurma bütün mahalleye dağıtılırdı. Biz çocuklar Behicenin yanında yerimizi alır, payımızı beklerdik .Baba her zamanki gibi serin kerevetinde uyurken anne hesapları alır, bozuk paraları tasnif eder, çalışanların gündeliklerini verir, kalan para ile içeriye girer, yarım saat çıkmazdı. ‘’Dondurmacıların evine hırsız girmiş’’ diye de bir şey de hiç duymadık
Dondurmacıların bu hayatı senelerce böyle sürdü gitti, ta ki hepimize mazbut evin içinde ki diğer kapı açılıncaya kadar.
Bir sabah erken saatlerde gürültü ve bağrışlar ile uyandık. Hepimiz geceliklerle, çıplak ayak sokağa fırladığımızda, dondurmacıların evinin etrafı polislerce sarılmıştı. Aynı filmlerdeki gibi, bir sürü polis, ellerinde silahlar, kapıları kırıp, işçileri etkisiz hale getiriyorlardı. Anne ve Behice bir kenarda ağlıyor, Baba ise, ne olduğunu anlayamadan kanlı gözlerle etrafa şaşkın, şaşkın bakıyordu.
Sonradan anlaşıldı ki, evde uyuşturucu saklanıyor, dondurmacılar ise, dondurmanın yanında bazılarına uyuşturucu da satıyorlardı .Hep uyuyan baba ise, meğer her gün ‘’Afyon’’ yutup, mazbut evinin başka alemlerdeki kapısını açıyordu.
Ev mühürlendi. Hepsini tutukladılar. Polislerin sürüklediği Behice ise korkmuş gözlerle bize bakarken, bana;
-Vırak. Vırak,
-Yok bırakmam fıkrasını acı acı hatırlatmıştı
YORUMLAR
Ayten hanım,
Hiçbir yazınızı paylaşmaktan korkmayın. Bizler profesyonel yazrlar değiliz. Sadece yüreğimizden süzülenlerin başka gönüllerde nasıl anlamlandığını görmek isteyen, okumayı ve yazmayı seven bir kitleyiz. Zaman içerisinde sizinde sürekli takip ettiğiniz yazarlar ve sizi takip eden yazar arkadaşlarınız olacak. Anlatımınız çok güzel. Bizi mahrum etmeyin...
Ayten Tekin
Teşekkürler. Korka korka koydum bu hikayeyi, kimse ilgilenmez diye düşündüm. Göz yaşları kadar okur çekmediyse de yine de okuyan var. İyi haftalar.