- 964 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DUA
DUA
Bundan otuz-otuz beş sene evveliydi. Sıcak bir Mardin akşamında dostlarla beraber damda okey oynuyorduk. Gençtik. Güçlüydük. İki kamyon taşı bir çırpıda indirirdik ocağa. Patronun gözdesiydik de. Gözlerimizde “gözde”lerimizin gözleri görünürdü. O zamanlardan bir akşam işte. Ben, Rıdo, Mehmet ve İsmet... Dinamit patlatır gibi vururduk taşları. Bir de ellerimizde cigaralarımız olurdu. Kirliydi sakallarımız, geleceğim gibi..! Tabii ben bilemiyordum o zamanlar!
Bundan yirmi- yirmi beş sene evveliydi. Rüzgar Niğde’de sert eserdi. Öğleden sonraları şehir kararırdı, şimşekler çakardı, yağmur boşanırdı. Caddelerden ırmaklar akardı, gözümden ırmaklar... Rıdo’yu kaybetmiştik bir namus belası uğruna. Mert adamdı Allah şahit. Sultan’ın uğruna tek kurşun şıkmış da üç kurşun yemiş böğrüne. Niğde’de ekmeğime koşarken duymuştum öldüğünü...
İsmet evlendi. Zengin oldu. Cebi doldu dolmasına da gönlü boşaldı. Delikanlılığından ziyade kansızlığı kaldı ondan bize. Alnında çalışmaktan boncuk boncuk ter birikirdi, gözünde de hırs! Sattı bizi bir namert uğruna, bir de boynu kırık üç-beş kağıt parçasına... Mardin’e yolum düştüğünde -Allah’a dua ederdim oraya gitmemek için- bazen denk gelirdik. Denk gelirdik gelmesine de o zaman o şehir bize dar gelirdi. Bir selam çakardım o meymenetsiz suratına! Hatırına da değil ha, selam Allah’ın selamı..!
Mehmet, o İsmet denen adinin amcaoğluydu; ama onun gibi gevşek değildi. Sağlamdı, cesurdu. O da benim gibi ekmek derdine bırakmıştı memleketini. Çaya, fındığa gitmişti. O taraflardan da birini bulmuştu. Evlenmişti. Mutluydu, mutlu olmalıydı zaten; hakkıydı.
Bundan on sene evveliydi. İstanbul’a taşınmıştım, arkadaşım tavsiye etmişti. Küçük bir balkonu vardı evimin. Her akşamüstü orada otururdum. Dama benzemiyordu balkonum; ne üzerinde dinamit patlatabileceğim bir masam vardı ne de okey oynayabileceğim dostlarım... Orada saatlerce otururdum. Kaybolan düşlerimi arardım güneşin seyrelen ışıklarını seyrederek. Eskisi gibi kirli sakal da bırakmazdım, yakışmıyordu artık. Yaşlanmıştım. Yirmi metre ötedeki inşaatta bir işçi sürekli “Bir teselli ver...” diye haykırıyordu. Bir sevdiği olmalıydı onu duyabileceği bir mesafede..! Ben de tekrar ederdim o işçinin yüreğinden damlayan sözleri gökyüzü kızıllaşırken: “Bir teselli ver...”
Bundan iki sene evveliydi. Unutamadığım “gözde”min yanına gitmeye karar vermiştim. Komşularla helalleştim. En çok da Gülsüm Ana’nın kapısından ayrılmakta zorlandım. Nasıl da ağlıyordu o cennetlik ana..! Bu fasıldan sonra bavulumu hazırlamak için evime girdim. Saatlerce evden çıkmadım, çıkamadım! Gülsüm Ana’nın evimi gözlediğini tahmin ediyordum, beni evladı gibi severdi. Birden onun sesini duydum. Apartmanı kapının önüne dizmişti. Kapıyı kırarak evime girdiler. “Gözde”min resmi önünde beni gördüler. Beni boş verin de “gözde”m ne kadar da tatlı görünüyordu. Kahve gözleri, minicik elleri, bir de boynuma düşmüş saçları...
Ertesi gün sûretimi karanlığa teslim etmişlerdi. İstanbul’a Niğde yağıyordu sanki Gülsüm Ana’nın gözlerinden. Kapanmıştı artık gözlerim. “Gözde”mi aramıyordum, göremiyordum ve artık bana sadece herhangi bir çift göz yeterdi zambaklarımın başında. Tek bir şeye ihtiyacım vardı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.