- 904 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
EUROVİSİON ŞARKI YARIŞMASI VE TÜRKÇE
“ Müzik, insanlığın müşterek sesidir.” dense de, başında “ euro” yâni “ europeen (öropeen) “ Avrupalı, Avrupa’ya âit” kelimesi olan bir yarışmanın, ancak, Avrupalı gibi hisseden ve düşünenlerin sesi olduğu âşikârdır. Aslında; bizde, bu sözü söyleyenlerin kendilerinin bile, buna inandıklarını sanmıyorum.
Müzik; milletlerin kültürleriyle ilgilidir ve bunda esas olan da başta dil olmak üzere, o milletin örf ve âdetleridir. “ Öro” müziğinin esasını ise, kilise müziği teşkil eder. Benim kültürümün, kuş ötüşünden, su şırıltısından, kurt uluyuşundan, kuzu melemesinden, at kişnemesinden…hissettiği hakikî ve mecâzî algılayışlarla, başkalarınınki aynı değildir. Kaldı ki, bu hissî ifadenin ötesinde, işin kökünde “dil” mes’elesi bulunmaktadır.
Zâten bu yarışmanın da adı üstündedir. Âit olduğu fizikî ve kültürel mekânı bellidir. Yâni, “ örovizyon” ile yapılmakta olan veya yapılmak istenilen şey, “ elma” ile “armut”un uyuşturulması/ yarıştırılmasıdır. Zîrâ; içinde, “ europeen”ler dışında, İsrail, Bosna-Hersek, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Ukrayna, Rusya, Moldova, Ermenistan ve Türkiye de bulunmaktadır!..Kaldı ki, “ europeen”ler bile kendi aralarında farklıdırlar. Buna rağmen, ortaya müşterek bir “ vision” koyma/çıkarma yâni bir “ güç gösterisi”nde bulunma hedefinde ve gayretindedirler.
Unutulmasın ki; dünyâ, iktisat ile atbaşı yürütülen bir “ dil savaşı” içersindedir. Bir tarafta, iktisâdî abluka, diğer tarafta sür’atli bir “yabancı dil tahakkümü” sürmektedir.
Umûmî bir tarifle; müzik, duygu ve düşüncelerin “ ses” ile ifâde san’atı ise, bu “ ses”, icrâyı, “mânâ” seviyesinde ne ile yapacaktır, ne ile anlaştıracaktır? Bunda, sâdece ses yeterli midir? O hâlde ses; müzikte ilk unsur olmakla birlikte, başlıbaşına değildir. “ Ham ses”, tabiatta duyduğumuz her sestir ki, san’at eseri olabilen sesten ayrıdır. San’at eseri olabilmek için, insanın müdâhalesi gerekir. Bunda da “ kelime” ve “âlet” şarttır. Ses’in “ başlıbaşına” yeterli olamamasını bu bakımdan ifade ettik; “ yalnız başınalık”, sesi , “ müzik olmaya” taşıyamaz.
Hatırlanmalıdır ki; millet olmanın unsurlarında ve şartlarında “ses” yoktur, “ dil” vardır.
Öyleyse; ses’i, müzik olmaya taşıyan ilk ve en mühim unsur “ dil ” dir. Yâni, diyebiliriz ki, dil, müziğin “ şahdamarı”dır.
“ Öropeen diller” ile icrâ edilecek olan müziğin, “ vision ( vizyon)a, yâni, “ görüş’e/ gösterim’e/ gösteriş’e” çıkmasının yarışması, ister istemez, birinci derecede öropeen kültürü temsil etmesi gerekenleri / o kültürün mensuplarını ilgilendirir. Bunu; sayı ile ifade edilebilen ve müşahhas ölçüleri bulunan “ futbol, güreş, voleybol..” gibi s(ı)por müsâbakalarıyla da karıştırmamak gerekir. Denebilir ki; biz, başka sahalarda/dallarda Avrupa ile istişâre yapıyor, alış-verişte bulunuyoruz da, bunda niçin müşterek faaliyette bulunmayalım. Doğrudur. O işler başkadır, bu iş başkadır.
İlki, 29 Mayıs 1956 târihinde İsviçre’nin Lugano şehrinde yapılan bu yarışma, temelde, Avrupa ülkelerinin “kültürel” kaynaşmasını esas almaktadır. Yâni, “eurovision”, Avrupa’nın “kültürel güçbirliği”dir. Eskiden, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve şimdilerde “ Avrupa Birliği” (AB) diye adlandırılan topluluğun, kültüre âit yapılanmasıdır.
Umûmî olarak, her yarışmaya baktığımızda görürüz ki; bu, yarışmanın önünde ve arkasında sunulmakta olan “ siyâsî şov”dur. Şov, diyorum çünki , bu kelimenin yerine başka bir kelime oturtamıyorum. Biz, bu yarışmaya “ sekiz” defa anadilimiz Türkçe ile değil de, “ İngilizce” ile katılmışız. Son üç seneden beri de, üst üste yine “İngilizce”yle katılıyoruz. Bunun, ne cezbediciliği var ki,âdeta alışkanlık hâlinde İngilizce’ye talib olduk?
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 63. Maddesi aynen şöyledir: “ Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.”
Yine, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi’nde : ” Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” İfadesi yer almaktadır.
Peki; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Madde’sinde yer alan “ Türkçe”, 63. Madde’de zikredilen “ kültür varlıkları ve değerleri ”nden değil midir ki, onun önüne başka bir dili “ varlık” ve “ değer” olarak çıkarma cür’eti gösterilmektedir?
Türkçe, bizim, birinci derecede “ tarih” ve “kültür” , “ varlık” ve “değer”imiz değil midir ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına, onun yerine “ başka bir lisan” ikame edilmektedir?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “ Türkler, bir milyon Ermeni, 30.000 Kürt kesti” diyerek bu millete iftira atan Orhan Pamuk için: “ Orhan Pamuk, Türkçe yazdığı için Nobel Edebiyat ödülüne lâyık görüldü. Bir bakıma Türkçeye verildi bu ödül.” (Bknz: Zaman Gazetesi, 27 Mayıs 2008, sy. 20) derken, mes’ul ve selâhiyetli bulunduğu, uymakla yükümlü olduğu Anayasa’nın hükümlerinin “ eurovision” hakkında, “İngilizce”yi hâvî olduğunu mu düşünüyordu?
Bizim, varlık şartımız olan unsurlardan, ilgisiz kaldığımız çok zayıf iki noktamız vardır ki, bunlara yeterince ihtimam göstermiyoruz. “ Gösteremiyoruz” değil, göstermiyoruz! Bunların biri “târihimiz”, diğeri de “dilimiz”dir. İyi bilinmelidir ki; bunlar olmayınca, din de iyi anlaşılmıyor, edebiyât da, ictimâîyat da, ilim de, mûsıkî de kendini gösteremiyor.
İlk defa, 1975 yılında “Eurovision Şarkı Yarışması”na, Semiha Yankı’nın “ Seninle Bir Dakika”sıyla katıldık. Derece alamadık. Ne kazandık? Ve, ne kaybettik?
Ve; 2003’te, Sertap Erener’in, Türkçe’ye (Her şeyi yaparım) diye tercüme edilen ” Every Way That I Can” adlı İngilizce şarkısıyla katıldık. Eurovision birincisi olduk. Demek ki,” bu ödül “ İngilizce’ye verildi! “ Çalkala şekerim!” diye tempo tutanlar, bunu, Türk mûsıkîsine hizmet için mi yaptılar? Türk mûsıkîsi, Türkçe ve Türk kültürü ne kazandı? Ve; topyekûn olarak ne kazandık?
2009’da da Türkçesi’ne “ Düm Tek Tek” denilen, Hadise’in söylediği “ Stir Me Up” adlı İngilizce şarkıyla katıldık. Dördüncü olduk. Ne kazandık? Bilhassa, bu dilin mensupları olarak İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından taltif mi edildik,madalya mı aldık? Edilsek ne olurdu, alsak ne olurdu? Nemiz yükselirdi, söyler misiniz?
2011’deki Yüksek Sadakat’ın “ Live İt Up”unun netîcesi ortada!
Türk kültürü mü şahlandı? Türk mûsıkîsinin başı göklere mi erdi? Aksine; insanımızda, bir burukluk, bir p(i)sikolojik usanmışlık, çöküntü ve gariplik hâsıl oldu. Aşağılık hissine kapılanların haddi-hesabı yok! Bunun yanında, umursamazlık, demek ki böyle de olurmuş tarzında düşüncelere dalmalar başladı.
Velhâsıl: Başkalaşarak, değişmeye zemin hazırlandı. Ne yazık ki, bu başkalaşmak, gelişmek mânâsında değil ; başkası gibi olma gayretine büründü. “ Başkası” gibi konuşmak, “ başkası” gibi hissetmek, “başkası” gibi giyinmek, “ başkası” gibi raks etmek, “başkası” gibi düşünmek, “ numûne” teşkil etti.
Biz; kendimizi, dışımızda aramaya çalıştık.Yanlış aynaya baktırıldık ve baktırılıyoruz. Adını bir takım ecnebice ve uydurmaca kelimelerle söylediler: Globalleşme dediler, küreselleşme dediler…Dünyâ küçüldü, insanlar birbirine yaklaştı/yaklaşıyor/yaklaşmalıdırlar dediler, fakat, görüldü ki, ne küçülen dünya var, ne yaklaşan insanlar. Merhamet azaldıkça azaldı, vahşet arttıkça arttı! Asâlet, zarâfet, aşk ve haz dolu Türk mûsıkîsinin yerini, âdeta kendisiyle boğuşan, hiçbir değeri değerlerimizle bağdaşmayan ses ve tavırlar aldı.
Yüce Rabb’imiz Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “ Bir kavim, kendini değiştirip bozuncaya kadar, Allah, şüphesiz, onun (hâlini) değiştirip bozmaz.” ( Er-Râd, 11).
Lisanıyla, lisanındaki “ zarf”ın inceliği ve “ mazrûf”undaki mânâ enginliğiyle, âhenk ve üslûp samimiyetiyle, kılık-kıyafetiyle, tavır ve edâsındaki zarâfet, asâlet ve kibarlıkla… “ Türk kültürünü” ortaya koymayan bu yarışma(lar) , bizden alıp götürdüklerinden başka bize ne vermiştir?
2012 yılında da, Eurovision Şarkı Yarışması’na, yine İngilizce bir şarkıyla katılıyormuşuz. Ne diyebilirim ki! Türkçesi “ Sen de Beni Sev” imiş! Yâni; “Love Me Back” !
Şarkıcımız, basına yaptığı açıklamada şunları söylüyor: “ Şarkı bizden çok fazla izler taşıyor. Şarkının nakarat bölümü nihavent makamında. 10 kişiye derdimizi anlatmak yerine imkanımız varken 100 bin kişiye derdimizi anlatalım. Kendi ezgimizden, kendi müziğimizden kopmadan İngilizce sözler yazdık.”
“ Şarkı bizden çok fazla izler taşıyor ”, ne demektir? Kimden “ izler” taşıyacaktı ? Bunca masrafa karşılık, evet, bunca masrafa karşılık kimden “ izler” taşıyacaktı, söyler misiniz?
Sonra; “ 10 kişiye derdimizi anlatmak yerine...100bin kişiye derdimizi anlatalım.” Vahlanmak neye yarar ki? Peki; sormazlar mı adama: Kendini zi anlatabilecek seviyede “ anadiliniz” yok mudur? Farzedelim ki ,yoktur. O hâlde,” müstemleke zihniyeti”yle mi hareket edeceğiz? Boyun mu bükeceğiz? Kaldı ki, bu lisan yâni Türkçe, şu anda, zor şartlar yaşamasına rağmen, dünyanın en çok konuşulan dillerinden biri değil midir? Üçyüz milyon insanın konuştuğu kaç tane dil vardır dünyada?
Peki; yazdıkları “İngilizce sözler” ile hangi “derdimizi” anlattıklarını bilmek ister misiniz?
İşte: “ Ooo, hey hey!/ -Bebeğim, bugün sen de beni sev,/-Batırıp gemilerimi/-Yelken açma uzaklara/-Oo,oo,oo!/-Bebeğim beni geri çevirme./-Sen bana bütün aşkını ver./- Ben giderim uzaklara./-Ben yalnızbir denizciyim./- İçerek geçer gecelerim./-Gemim umuttandır benim./-Arar durur senin denizlerini./-Hadi sen de atla gemime./-Ayaklarını yerden keseyim./-Sen de beni seviyorsun bebeğim./-Bana yalan söyleme./- Sen de beni, seni sevdiğim kadar sev ve söyle: “NA NA NA”/-Oo,oo,oo!/-Biraz Rock n’Roll’a ihtiyacımız var./-Ruhumu ezme bebeğim./-Ve beni düşürme./- Oo, hey, hey!/-Bebeğim, bugün sen de beni sev./-Batırıp gemilerimi./- Yelken açma uzaklara./-Hadi sen de atla gemime./-Ayaklarını yerden keseyim./-Sen de beni seviyorsun bebeğim./-Bana yalan söyleme/-Sen de beni, seni sevdiğim kadar sev ve söyle: “NA NA NA”/-Korsanlar, açık denizler, tehlikeler, toplar ve iksirler/- Bir denizcinin tutkusu okyanusları fetheder./-Benimle söyleyin çocuklarım/-Nanananana.”
Ey azîz Müslüman Türk Milleti! Elektrik faturalarınızda, her ödemede sizden tahsil edilen TRT payının nerelere gittiğini, “10 kişi” yerine “ 100 bin kişi”ye derdimizin nasıl anlatıldığını gördünüz mü? Ben, maalesef, ne size, ne “ çocuklarım”a, ne de herhangi bir kişiye “ Nanananana!” diyemeyeceğim! Buna, benim, hiçbir şeyim müsâit ve râzı değildir.
Bu sözlerde, bizden hangi “ izler” vardır, hele bir düşününüz! “ Korsan” yâni “ deniz haydudu/ deniz eşkıyâsı, hangi kültürün malıdır?
Ammâ; şunun da bilinmesini isterim ki, gözümüzün içine baka baka, “ İçerek geçer gecelerim” diyerek, paramızı olur olmaz yerlere harcayanları ve harcatanları da, kamuya hatırlatmayı vicdânî bir mes’uliyet ve vazîfe telâkki ediyorum.
M. Hâlistin KUKUL
YORUMLAR
"Dili dilime, dini dinime..." Milletin ta'rifinin bu şekilde yapıldığı anlardan günümüze gelinene dek, epey zaman geçmiştir. Maalesef, geçen zaman bizi biz yapan pek çok değerimizi yıpratmış, hatta tarûmâr etmiştir.Yıpranmadan dil ve din anlayışımız da bol bol nasibini almıştır. Dün gittiğim konferansta konuşmacı, Yahya Kemâl'in şiirlerini de tercüme etmek durumunda kaldı. Zira, biz, yani dinleyiciler anlamaktan âcizdik. İki- üç yaşlarındaykın "hârika", "mükemmel", "harikûlâde" kelimelerini kullanan oğlum on üç yaşında ve bu kelimeleri dağarcığında bulmak mümkün değil. Halbuki, yaşıtlarına göre kıyaslanamayacak kadar çok okuyan bir çocuk.
Biz misafir diyoruz, kitap konukseverlikten bahsediyor, biz ev diyoruz, kitapta konut geçiyor. Korkarım ki, yakında bırakın şair ve yazar atalarını, anne- babalarıyla dahi anlaşacakları kelime kalmayacak.
Dil ortak, dert ortak...
Selâm ile.
Ulusal bilincin tam olarak yerleşmediği toplumlarda yazık ki, dil bilincinin gelişmiş olmasını beklemek sadece bir hayaldir.
Gerçekçi bir analiz yapıldığında şöylece çevrenizdeki ürünlerin adına, iş yerlerinin adına, tv'lerde kullanılan dile ve işin en vahimi alfabemizi nasıl seslendirdiğimize bakınız.Her şey ortadadır.
Kısaltmaları bile pek çok insan okurken Türkçe seslendirmiyor.
Dil konusunda yetersiz insanların kendilerini ifade etmek için bir altkültür ürünü olan argo ve küfrü seçmeleri bundan biraz daha ileriye gidip beden dilinı (şiddeti) kullanmalarının kaçınılmaz olduğu asla unutulmamalıdır.