- 668 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DAĞLAR BABİLE GELSİN
BABİL
Zap Nehri olanca çılgınlığıyla akıyordu. Geçit vermez dağların arasından. Ancak ben yol bulup geçerim diye yankılanıyordu çağıltıları. İlkbaharda havaların ısınmasıyla eriyen dağlardaki kar suları dik yamaçlardan şelaleler oluşturarak Zap Vadisi’ne akıyordu. Dağların arasından acelesi var gibi akan Zap Nehri Mezopotamya Ovası’na varınca yavaşlar, sevgi dolu bir hal alır ve sanki sevdiğine kavuşmuş bir aşık gibi usulca kendini Dicle Nehri’nin kollarına bırakır.
Dağlık arazinin ve bu toprakların yabancısıydılar. Bilselerdi buraların ilkbaharda bu kadar serin olduğunu, üzerine daha kalın kıyafetler giyerlerdi. Pamuktan dokunmuş, boyundan geçirilip dizlerine kadar sarkan kıyafetlerinin üzerine hançerlerini astıkları kemer takmışlardı. Mezopatamya Ovası’na bahar çoktan gelmiş, havalar oldukça sıcaktı. Babil’den çıkalı on günden fazla olmuştu üstelik. Ama kuzeyde bulunan dağlarda hava serindi. “Kamp kuruyoruz” dedi liderleri Adudev. Hava kararmak üzereydi. Zap Nehri’ni yukarıdan gören uçurumun kenarından ilerlemek oldukça zorlaşmıştı. Her an adamlarından birinin ayağı kayıp uçurumdan aşağıya Zap Nehri’ne düşebilirdi. Kamp kurulacak kadar geniş bir arazi yoktu. Üçer dörder bir araya geldiler, kayaları kendilerine siper yaparak oturdular.
Adudev, iki uzun sopaya bağlanmış sandıkları yere indirmeye hazırlanan kölelere; “yavaş indirin sandıklara zarar gelirse sizi nehre atarım” diye bağırdı. Köleler sandıkları yavaşça yere bıraktılar. Bırakır bırakmaz da sandıkların kenarına kıvrıldılar. O kadar yorgundularki uçurumun kenarında, sadece oturacak kadar yerdeki rahatsız edici kayalara aldırmadan iki büklüm uyudular. Günün ilk ışıkları yüksek dağları aydınlatmaya başlasa da, gece boyunca titreyen kamptakileri ısıtmaya yetmiyordu. Torbalarında taşıdıkları, kuru mısır ve buğday tanelerini ağızlarına atarak kıtır kıtır çiğnediler. Sabah kahvaltıları, öğle ve akşam yemekleri buydu günlerdir. Hepsi Babil Ülkesi’nin en seçilmiş savaşçılarıydı. Dayanıklıydılar. Kuzeye, dağların arasındaki Medes Ülkesi’ne gidiyorlardı. Görevleri çok önemliydi. Babil’in geleceği bu göreve bağlıydı. Babil yıllardır Asurlular’a vergi veriyordu. Asur askerleri, Mezopatamya’nın en bereketli şehrinin sokaklarında cirit atıyorlardı. Babil esaretten kurtulmalıydı. Kurtulıuş kuzeydeki Medes ülkesiyle Babil arasında kurulacak ittifaka bağlıydı.
Adudev, savaşçıları toparladı. Köleler uzun sopalara bağlı sandıkları dörder kişi sırtlarına aldılar. Zap Nehri boyunca uçurumun kenarından ilerlemeye hazırlanırken Adudev aniden kölelerin ve askerlerin bağrışmalarıyla geriye doğru koştu. “Yetişin, halatları atın” çığlıkları nehrin karşı kayalıklarından yankılanarak uğultu halini alıyordu. Kölenin biri sandığın soplarına zincirlenirken birdenbire uçuruma koşup kendini Zap’ın azgın sularına atmıştı. Halatlar, ipler gelinceye kadar azgın sularda bir dalıp bir çıkarak gözden kayboldu. Adudev: “Babil’e bizden önce varır” dedi. Kölenin yerine savaşçılardan biri geçti, yola çıktılar. Zap Nehri kenarından ayrılarak meşe ormanlarına girdiler. Burada yürümek Zap Nehri kenarında yürümekten daha kolaydı. Sabahın erken vaktinde kuşların cıvıltıları çeşit çeşit çiçek kokuları, savaşçılara huzur vermişti. Gün boyu seyrek meşe ağaçları ve binbir çeşit çiçeklerle bezenmiş engebeli arazide ilerlediler.
Ertesi gün güneşin etrafı iyice ısıttığı bir vakit, tepelerden gelen, Zap Nehri’ne dökülen ince bir su kenarında mola verdiklerinde bir grup Medes savaşçısı etraflarını kuşattı. Hemen kılıçlar çekildi, savaş düzeni alındı, Adudev birden öne fırlayarak Medes savaşçılarıyla Medes dilinde konuştu. İki grup da meseleyi anlamıştı. Adudev, Medes ülkesinde doğmuştu. Babası kervanlarda mihmandarlık yapardı. Mezopotamya’dan Çin’e kadar bütün ülkeleri bilir, yıldızlara bakarak kervanlara yol gösterirdi. Adudev de babasına özenerek gökteki yıldızları öğrenmiş çok iyi bir yön bulucuydu. O dönemlerde Mezopotamya’da astronomi ilerlemiş, yıldızları incelemek için zigguratlar inşa ediliyordu. Adudev yıldızları daha iyi öğrenmek ve tanrısına ulaşmak için Babil’e gitmiş, zigguratlarda yıldızlar üzerine çalışmalar yapmaya başlamıştı. Kısa sürede sarayın da güvenini kazanmıştı. Onu bu göreve de Medes dilini bildiği ve iyi bir yön bulucu olduğu için seçmişlerdi. Medes savaşçılarıyla Babil savaşçıları birlikte yola çıktılar. Bir süre sonra bölgeye hakim bir tepenin üzerinde kurulu kaleye vardılar. Burası Medes ülkesi başkantonlarından Ekbatana idi. Kalenin büyük kapısından içeriye girdiler. Babil savaşçıları için çok değişik bir şehirdi. Binalar taştan yapılmıştı. Sokaklarda yerlere büyük taşlar döşenmişti. Hiç çamur yoktu. İnsanların üzerinde yünden yapılmış kalın kıyafetler vardı. Başlarını dağların rengarenk çiçeklerine benzeyen kumaşlarla örtmüşlerdi. Babil savaşçıları halkın meraklı bakışları arasında sokaktan geçerek çevresi dışarıdakilere göre daha ince surlarla çevrili yüksekçe bir binanın bahçesine alındılar. Adudev’i iyi giyimli biri binanın içine aldı. İçeride bir odaya götürdü. “Zatı şahanelerinin huzuruna çıkacaksın hazırlan” dedi.
İçeride ellerinde bakırdan yapılmış ibrikler bulunan adamlar Adudev’in el, yüz ve ayak kısımlarının yıkanmasına yardım ettiler. Ona kıyafetler verdiler. Adudev kıyafetleri özenle giydi “hazırım” dedi.
Kılıcını,hançerini odada bıraktı. Boş bir koridrodan geçtiler. Arka tarafta ağaçlar ve çiçeklerle donatılmış, cenneti andıran bir bahçeye çıktılar. Şırıl şırıl akan suların yanından geçtikten sonra manzarası çevredeki dağları, tepeleri, vadileri, yaylaları gören bir kameriyeye geldiler. Adudev, Zatı şahaneleri’ni diz çökerek selamladı. Yüksekçe bir sedirin üzerinde oturan zatı şahaneleri “otur” diye yerdeki minderi gösterdi. Adudev oturdu; “Ülkemiz bir süredir Asurlular’ın elinde esaret altında yaşamaktadır. Kralımız Naboplashar sizinle ittifak kurmak istemektedir. Sizin ordularınıza Mezopotamya’da yol göstereceğiz. Ovada savaş teknikleri hakkında destek vereceğiz. Size ovanın bereketini sunacağız. Düşmanımız ortaktır” Zatı Şahaneleri elini çenesine götürdü, sakalını sıvazladı; “Kralınız kuzeye yönelmeyecek, kuzeyden toprak almayacak, güçlerimiz birleşecek, Asur’u yeneceğiz.”
Adudev’i çok memnun eden bu sözler ittifak anlamına geliyordu.
***
Bu bahar Babil’e başka gelmişti. Babil artık özgürdü. Zalim Asur savaşçıları Babil sokaklarında dolaşamıyordu. Asur devleti yıkılmış, Babil özgür kalmıştı. Babil halkı tanrılarına şükranlarını sunuyorlardı. Topraklarından bereket fışkırıyor, tanrı Marduk onları ödüllendiriyordu. İttifak başarılı olmuştu. Asur savaşçıları Babil’den kovulmuştu. Bu ititifak hem Medes ülkesine hem de Babil’e büyük kazanç sağlamıştı.
Babil’in aksine Semiramis huzursuzdu. İttifak gereği Medes ülkesinin kralı Salmaneser’in kızı Semiramis, Babil kralı Naboplashar’ın oğlu Nabukadnezar’la evlendirilmişti. Semiramis boğulacakmış gibi oluyordu, içi daralıyordu, sanki üzerinde tonlarca yük varmış gibi hissediyordu.Dicle Nehri kenarında kurulu bu şehir onu sıkıyordu.Dayanılmaz bir sıcağı vardı.Hava esmiyor,kuşlar uçmuyor,sular şırıl şırıl askmıyordu.Dicle Nehri durgun,sakin,hiç acelesi yokmuş gibi yavaş yavaş akıyordu.Buradaki ağaçların gölgesi de sıcaktı.Çevreye baklıdığında her yer dümdüzdü.çok kısa bir mesafe görülebiliyordu.
Özlemişti Ekbatana’yı; şırıl şırıl akan dereleri,yemyeşil vadileri,baharda açan çiçekleri,cıvıldayan kuşları serin esen rüzgarları…Doğup büyüdüğü evi, bahçelerini,yemeklerini özlemişti.
Babil sıcaktı,nadiren rüzgar eserdi;o da çölden sıcak ve kumlu.Çağıldayarak akan dereleri yoktu.Dicle Nehri vardı o da sessiz sakin akardı.Babil’de dağlar,vadiler yoktu.Her yer gözlabildiğine düzdü.
Nabukadnezar,Semiramis’i çok sevmişti.Onun gelmesiyle Babil’e hayat gelmişti.Özgürlük gelmişti,bereket gelmişti.Onun böyle sıkılması,üzülmesi,sararıp solması Nabukadnezar’ı çok üzüyordu.
Semiramis,sabahın ilk ışıklarıyla pencereleri açtı.İçeriye serin bir dağ havası girmesini umuyordu.Ancak umduğunu bulamadı.Güneşin tepelerin üzerinden doğuşunu görürüm diye düşündü.Güneş bir sis bulutunun arkasından belli belirsiz görülüyordu.Hayal kırıklığına uğradı.Yatağına döndü,hiç yataktan çıkmak istyemiyordu.Bazen günlerce yatakta kalıyordu.Rengi günden güne değişmiş,pembe yanakları sararıp solmuştu.Nabukadnezar’ın “Dağ çiçeğim” diye sevdiği kraliçesi günden güne çölün kumları gibi sararıp soluyordu.
Nabukadnezar bu duruma üzülüyor çareler arıyordu.Her gün tanrılara dua ediyordu.Hekimbaşını çağırdı. “Ulu bilge,kraliçem günden güne sararıp soluyor,yüzünde açan gülücükler artık açmıyor.Bana huzur veren teni artık kırçiçeği kokmuyor”Hekimbaşı; “Hünkarım; kraliçemiz dağlarda büyüyen bir ceylan,ceylanın derdi dağlarda açan çiçek.”Nabukadnezar; “Durma o zaman gönder hekimlerini getirin bütün dağ çiçeklerini.”
Hekimbaşı, kraliçenin dedinin dağ havası,dağlarda açan çiçekler,şırıldayarak akan sular,doğup büyüdüğü topraklar olduğunu anlamıştı ama kralın emriydi.Kraliçe dağlara kırlara,şırıl şırıl akan sulara değil; onlar kraliçeye gelecekti çaresiz.Dağlardan sular,kırçiçekleri getirildi,kraliçenin odasına kondu.Semiramis bu çiçekleri sevdi,yüzünde gülücükler açtı.Hepsini teker teker kokladı,sulardan içti,bir süre sonra getirilen bu çiçekler de tıpkı Semiramis gibi sararıp soldu.
Nabukadnezar,hekimbaşını yiner çağırdı,kraliçenim derdine çare bulmasını istedi.Hekimbaşı; “Kraliçemiz bir ceylan,ceylan ister dağlarda açan çiçekler; şırıl şırıl akan sular,adamlarımı saldım,getirdiler fayda etmedi,Hahamlarıma söyledim,dua ettiler,lakin kraliçenin geldiğiülkenin tanrısı başka,onların dinadamlarını çağıralım.yapsın o da kraliçemize dua”
Medes ülkesi tanrısı Ahura Mazda idi.Zerdüştlük dinine inanılırdı.Dinin temelinde iyiylik ve kötülüğün savaşı vardı.Her insan iyilik için savaşmalıydı.Medes ülkesine elçiler salındı.Zerdüşt imam getirildi,Semiramis’e Zerdüşt imam dini telkinler verdi.Ana en çok memleketini,dağları,kırları,çiçekleri,akan suları anlattı.Semiramis çok sevindi.Özlemi biraz olsun dindi.Zerdüşt imam Nabukadnezar’ın huzuruna vardı. “Babil’in ve bereketli ovanın hükümdarı,Semiramis dağlarda doğmuş,dağlarda büyümüş,o dağlara,kırlara,şırıl şırıl şırıl akan sulara özlem duymaktadır.Ne tanrınız Marduk, ne tanrımız Ahura Mazda buna çare olabilir.
Nabukadnezar,ülkenin ileri elenlerini bilge adamlarını topladı.hepsi aynı fikirdeydi.Kraliçeyi Medes ülkesine geri göndermek.Babil ve bereketli ovanın hükümdarı nasıl olur da kraliçeyi geri gönderirdi.Bütün Mezopotamya’da prestij kaybıydı bu.Hem “Dağ çiçeğim”,diye sevdiği kraliçesinden nasıl ayrı yaşardı.Sonunda kararını verdi.Karliçe dağlara,kırlara gitmeyecek,onlar Babil’e gelecekti.Bu nasıl olurdu.Bir dağ nasıl gelirdi dümdüz ovanın ortasına,üstelik kırları ve sularıyla.
Kuzeyde Urartular’ın başkenti Tuşpa’ya,batıda Yahuda krallığının başkenti Kudüs’e elçiler gönderildi.Ülkelerin en seçkin duvar ustaları istendi,Babil’den,Tuşpa’dan,Medes’ten ustalar geldi,Yahuda Krallığı’ndan gelmedi.Yahuda krallığı Süleyman Mabedi’nden büyük mabet yaparlar diye usta göndermedi.Nabukadnezar ustaları topladı; “Bir dağ istiyorum sizden,üzerinde kırları,ağaçları,suları olacak.Öyle bir dağ olacak ki rüzgarı hiç dinmeyecek”dedi.Ustalar araştırdılar,çizimler yaptılarimaketler yaptılar,Naabukadnezar’ın huzuruna çıktılar.Ustalar anlatmaya başladı: “Yüksek bir kula yapacağız,kule bir dağ gibi görülecek,kuleye tıpkı bir sarmaşığın ağaca dolandığı gibi eğik düzlem oluşturulacak,hiçmerdiven olmayacak,bu eğik düzlemden yukarıya doğru dolana dolana çıkılacak.Üzerine ağaçlar,çiçekler ekilecek,Dicle’den su getirilecek,bu sular hem ağaçları ve çiçekleri sulayacak hem de derelerden aşağıya akacak.Kraliçemiz de kendisini tıpkı memleketinde gibi hissedecek” dedi.
Çalışmalar başladı.Mezopotamya Ovası’nda çalışan binlerce köle Babil’e getirildi,yüzlerce kerpiç ocakları açıldı,Babil’in çevresinde hummalı bir çalışma başladı.Babil’de yeterli taş yoktu,binalar kerpiçten yapılırdı.Kule de kerpiçten yapılacaktı.Kerpiçocaklarında o zamana kadar görülmemiş büyüklükte kerpiçler dökülüyor,kerpiçlere bozulmasın diye saman katılıyor ve fırınlanıyordu.Kule Dicle Naehri kenarına yapılacaktı.Önce kulanin yapılacağı yere kadar su kanalı açıldı,bu kanal yapılacak dağın su ihtiyacını karşılayacaktı.Kerpiçler getirilmeye başlandı,kule kısa zamanda yükseldi.Kule yükseldikçe Nabukadnezar sabırsızlanıyordu.Semiramis günden güne daha da bunalıp sıkılıyor, sararıp soluyordu.
Nabukadnezar; Yanıyor kerpiç ocakları
Yeşerecek bağlara inat,
Yükseliyor kulenin burçları
Sararan ovaya inat
Semiramis; Ben ülkene huzur vermeye geldim,
Ovanın cesur yiğidini sevdim,
Aşkımız için dikeceğin kule,
İki cihanda hep söylene.
Nabukadnezar’ın sabırsızlığı kadar halkın da huzuru kaçıyordu. Tarlalarda çalışması gereken köleler kule inşaatında çalışıyor, hasat edilmesi gereken ürünler hasat edilemiyordu. Halk kuleyi sevmemişti. Kule Babil’e uğursuzluk getirmişti. Semiramis’in getirdiği barış ve huzur günleri çabuk sona ermişti. Nabukadnezar halka: “ güneş ve ay tanrılarına daha yakın olacağız, tanrılarımız bize kule tamamlandığında huzur ve mutluluk verecek, bizleri ödüllendirecek.” dese de, halk kölelerin alınmasıyla bereket tanrısı Marduk’un küstürüldüğüne inanmaya başlamıştı. Kule binlerce kölenin çalışmasıyla kısa sürede bitirildi. Sıra üzerine ekilecek ağaçlara, çiçeklere ve akacak sulara gelmişti. Kuleye çıkan yolun kenarlarına bir ağacın rahat yetişebileceği kadar havuzlar yapıldı. Bu havuzların su geçirmez olması gerekiyordu. kuzey topraklarında bulunan karaçamur getirildi. Karaçamur bu havuzlarda yakıldı. Havuzlar su geçiremez hale getirildi. Ovanın en verimli toprakları getirilerek havuzlara dolduruldu. Doldurulan havuzlara ülkenin en güzel ağaçları getirilerek dikildi, Her yerde asma bahçeleri oluşturuldu. Şırıl Şırıl suların akması için küçük dereler oluşturuldu. Bu dereler de su geçirmez hale getirildi. İnşa edilen bu dağın en yukarısına bir çıkrık kondu. Çıkrığa kovalar asıldı, Dicle’den gelen kanala kovalar salındı, köleler çıkrığı çevirdikçe kovalardaki su havuza boşaldı. Havuzdan akan sular, derelerde şırıldadı.
Nabukadnezar ,halkın gönlünü almak için köleleri tekrar tarlalara gönderdi, bereket tanrısı Marduk’u da en yüce tanrı derecesine yükseltti.
Babil’de o güne kadar görülmemiş bir tören yapıldı, kurbanlar kesildi, tanrılara dualar edildi. Semiramis’i kuleye getirdiler. Semiramis yemyeşil cenneti andıran bu kuleye hayran oldu. Sararan solan yüzü allandı, güller açtı. Tıpkı memleketi gibi üzerinde ağaçlar, çiçekler ve şırıl şırıl akan dereler vardı. Semiramis dağlara değil, dağlar ona gelmişti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.