- 964 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Gözyaşları
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İşte yine geldi o davetsiz misafir. Kara bulutlar gibi üstüme çöktü. Bütün güzellikleri örten o sis yine kapladı etrafımı. Kör kuyular içine düştüm yeniden. Güneş mi parlıyor, çiçekler mi açmış, kuşlar mı cıvıldaşıyor. Hani nerede? Ben göremiyorum. Gece uykularım tükendi. Uyusam da karabasanlar üstüme abanıyor. Bir parmağımı oynatsam uyanacağım ama oynatamıyorum. Çaresizim. Uykudayken ölsem, hiç uyanmasam kurtulur muyum acaba? Bilincim yerinde. Ama hayır mücadele etmeliyim. Ben o karanlık güçten daha güçlüyüm. Sadece bir parmağımı oynatmak bitirir bu işi. Oynatıyorum. Gözlerim açılıyor. Vücudum sırılsıklam. Kalbim korkmuş bir serçe gibi atıyor. Uyumak, tekrar uyumak istiyorum ama yine aynı durumu yaşamak istemiyorum. Pencereme, sabahın ilk ışıkları vuruncaya kadar yatağımın içinde umutsuz oturuyorum. Artık biliyorum işaretlerini. Daha ağırlarını yaşamışlığım var. Eskisi gibi korkutmuyor beni. Seninle yaşamaya alıştım sevgili depresyon. Yine mücadele başlıyor. Mademki geldim bu dünyaya sonuna kadar mücadele edip, görevimi tamamlayıp, defterimi kapattıktan sonra terk edeceğim. Bana yeni bir enerji lazım. Gitmeliyim bir yerlere. Mekan değiştirip, yeni enerjilere ruhumu açmalıyım. İki kardeşimin yaşadığı Cenevre’ye gitmeğe karar veriyorum. Annem aklıma geliyor. O söylemez miydi;
-Avrupa bana iyi geliyor, Bulgaristan’ı geçince bütün hastalıklarımdan kurtuluyorum.
Haydi ver elini Avrupa ben geliyorum. Şimdi orası Noel hazırlıklarını tamamlamıştır. Sokaklar, ağaçlar süslenmiş, etraf ışıl, ışıldır. Temiz giyimli, güler yüzlü insanlar alışveriş yerlerini doldurmuş, yeni yıl umudu ile gökyüzünü coşturmuşlardır. Zaten temmuzda yeğenim evlenecek bu düğün de bana iyi gelecek eminim. Bu karar bile içimi ısıtıyor. Ruhumun umut kapılarını aralıyor. Uçağın penceresinden aşağıyabaktığım zaman, Ankara’yı kaplayan kara bulutların üstünde güneşin bütün haşmetiyle halen parlamakta olduğunu sevinçle görüyorum.
Cenevre havaalanında kardeşlerim beni sevgiyle karşılıyorlar. Belli ki benim üstüme abanan Memleket enerjisi onlara iyi geliyor. Köpeğimiz Fındık ise bir başka seviniyor gelişime. Arabada kucağıma oturup, gözlerimin içine bakıyor. İyi ki geldin, İyi ki geldin der gibi. Birden hafifliyorum. Göğsümün tam ortasına oturmuş taş eski ağırlığında değil artık, ama orada, hissediyorum. Sevinçle Fındık’a bakıyorum. İyi ki geldim Fındık, iyi ki geldim
Ama hiçbir şey pat diye düzelmiyor. Bazı şeyleri beraberinde hep taşıyorsun. Tek çare onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek. Evde tek başıma olduğum bir gün, beraberimde getirdiğim bulut yine üstümde. Mutsuzum. Gözlerimden yaşlar kendiliğinden dökülüyor. Yerde topu ile oynayan Fındık, aniden oynamayı kesip, kucağıma atlıyor, yüzümü yalıyor. Ağlamamı istemiyor. Ne yapacağını şaşırıp, sağa sola koşuşturmaya başlıyor. Çaresiz. Topunu kapıp, tekrar kucağıma atlayıp, topu önüme koyuyor oynayayım diye. Ama yok dur durak dinlemiyor gözyaşları. Fındığın bu hali içime dokunuyor. Onu üzmek istemiyorum. Biliyorum, ağladığım için en az benim kadar üzgün. Bakıyorum yüreğimi kıpırdatan sevgiler arasında hayvan sevgisi birinci sırayı almış. Tasmasını da alıp önüme getirince, artık hiçbir mutsuzluğun Fındık’ı üzmekten daha önemli olmadığını görüp, evimizin yakınında ki parka gidiyorum.
Avrupa da hemen herkes bir hayvan besler. Çoğunlukla köpek. Buralarda dünya güzeli bir çocukla çık, kimse yüzüne bakmaz. Ama bir köpeğin varsa, arkadaş edinmen çok kolaydır. Hemen yanaşır, adını yaşını, cinsini sormağa başlarlar. Bakmışsınız ki kaşla göz arasında arkadaş olmuşsunuz. Belkıs’la da ben böyle tanıştım. Bizim Fındık, onun köpeğini pek sevdi. Köpekler de arkadaşlarını veya eşlerini seçerler. Onların da şimdiki deyimle ‘’kimyalarının’’ uyması lazım. Bunların kimyaları öğlesine uydu ki, birbirlerini görmedikleri zaman sızlanmaya başlıyorlardı. Belkıs ismi bana ‘’ Saba Melikesi Belkıs’’ ı çağrıştırdı. Habeş olabileceğini düşündüm ama kendisi Hintliydi.
Genç yaşta evlenmiş, bir erkek evlat sahibi olmuştu. Fakirlik ve ‘’Kast’’ sistemi onları da gurbet ellere atmıştı. Kocası ile birlikte, Birleşmiş Milletlerde iyi bir iş buluncaya kadar her türlü işi yapmış, hatta tuvalet bile temizlemişlerdi. Tek istekleri oğullarına iyi bir eğitim vermekti. Avrupa da eğer deri rengin biraz karaysa yeterli saygıyı görebilmen için Avrupalılardan daha fazla çalışmak, daha iyi eğitim almak zorundasın. Onlar da tuvalet temizledikleri günler dahil, yemediler, içmediler oğullarını hep özel okullarda okuttular. Onun doktor olmasını istiyorlardı. Avrupa da ki temel eğitimini bitirince, Amerika’nın en ünlü Üniversitesinin Tıp Fakültesine göndermişler, artık son senelerinin geçmesini bekliyorlardı. Daha pahalı olan Tıp tahsili için karı kocanın yoğun çalışması devam ediyordu. Doğulu kadın, batılılardan farklıdır. Onların çocukları oldu mu, kendileri ve çevreleri bitmiştir. Dünya artık sadece çocukları etrafında dönmektedir. Ankara’da iken ‘’Sinek kadar kocam olsun, başımda olsun’’ isimli bir oyun izlemiştim. O oyunda çocukları ile evli kadınlar adlı bir tema da işlenmişti. Evet, Doğulu kadının çocuğu olunca birinci sırayı çocuğuna verir, hele bir de erkekse. Artık onların kocaları da yoktur. Belkıs da böyleydi. O’nu tanıdıkça, şunu çok iyi gördüm. Gözyaşlarının ırkı, milliyeti, dini, rengi yoktu. Hepsi, aynı acıyla, aynı şiddetle ve aynı kanlı gözlerden yeryüzüne dökülüyordu.
Belkıs eğitimli bir kadındı. İngilizce ve Fransızcayı mükemmel konuşuyor, ana dili dışında Hindistan da konuşulan birkaç dil daha biliyordu. Ayrıca Doğu Bilgeliğine özgü Yogayla da iç içe yaşıyordu. Alternatif Tıp ile ilgili bilgilerini ise paraya bile dönüştürüyordu. Bütün bu çabalar oğlunun bir gün doktor olabilmesi içindi. İsmi nedeniyle yeniden yanılmış, Müslüman olabileceğini düşünürken Budist olduğunu öğrenmiştim. Budizm ve Doğu Bilgeliği hakkında yeterince bilgim vardı. Ankara’da bir Felsefe Okulunda bu konuda eğitim almıştım.
-Tekrar doğuşa inanıyor musun? diye sordum.
-İnanmıyorum, tekrar doğuş olduğunu biliyorum, dedi. Aksi halde Tanrının adaletine saygısızlık olur. Her ruh dünyada ki her türlü hali yaşayıp, deneyimlemeden bu dünyada ki görevini bitiremez. Bütün halleri yaşamak ise tek hayatta mümkün değildir.
Birden bir gece uyku ve uyanıklık arası sırt üstü yatarken, kendimi yukarıdan seyrettiğimi hatırladım. Yatakta yatan yine bendim. Ama yatan bir Afrikalı zenci idi. Öğle Kral, Prens filan da değildi. İri yarı, dev dudaklı, çirkin bir adamdı. Aynı hal ertesi akşam da tekrarlandı. Bu defa yatakta yatan ise sarışın Avrupalı bir erkekti. Birden seramik çalışmalarımdaki objelerimin, neden Mısır ve Afrika temalı olduğunu merak etmeye başladım. Bunları Belkıs ile paylaşınca, sadece bilgece gülümsedi. İslam
Dini Tekrar Doğuşu reddediyordu ama, bazı ayetlerde sanki bazı işaretler varmış gibi gelmişti bana. Her nasılsa artık fazla kafa yormak istemedim. İnşallah benim bütün görevlerim bitmiştir diye temenni ettim. Zira bir daha bu dünyaya gelmek istemiyordum.
Belkıs Birleşmiş Milletlerde çalışırken birçok ülkeden insanla tanışmıştı. Her Ülkenin bir yemeğini ve bir hikayesini anlatan yemek kitabı yazma hazırlıkları içerisindeydi. Hayli zengin bir arşiv oluşturmuştu. Benden de bir hikaye ve yemek tarifi istedi.
Hikâyem Mevlana’dan idi;
Doğu Ülkelerin birinde bir Hakan yaşamaktadır. Bu Hakan Adaleti ve Bilgeliği ile ünlüdür. Zaman zaman bazı oyunları ile halkını denemektedir. Bir gün Vezirinin eline Dünyanın en Değerli ve Eşi bulunmaz Elmas taşını tutuşturur. Ve,
-Kuyumcular çarşısına git ve bu Elmas’ın ortasına bir delik açtır, der. Emir emirdir. Tabii ki Vezir yola koyulur. Ancak hiçbir kuyumcu bu elmasa delik açmak istemez.
-Aman Vezir efendi bu kadar değerli elmasa delik açılmaz, biz bunu yapamayız derler.Vezir durumu Hakana bildirse de Hakan kararlıdır, delik açılacaktır. Vezir tekrar kuyumcular çarşısına gider, ancak o gün Cuma vaktidir ve Bütün kuyumcu ustaları dükkanlarını çıraklarına bırakıp namaza gitmişlerdir. Bir dükkana girer ve çırağa;
-Oğlum, şu elmasa bir delik aç der.
Çırak elması alır ‘’cırt’’ diye deliği açar verir vezirin eline.
Elinde ortası delinmiş Dünyanın en değerli Elması ile dönen Vezire ise Hakan şöyle der;
-Allah hiçbir değerli şeyi ve kimseyi, değer bilmez ve cahil eline düşürmesin, onların verebileceği zararı başka kimse veremez.
Yemeğim ise ‘’Terbiyeli Sulu Köfte’’ idi.
Belkıs’ı o gün evimizde misafir edip, yemeği birlikte pişirdik.
Önce ince çekilmiş yağsız dana kıyma aldık, içine biraz pirinç, rende soğan, maydanoz, tuz ve karabiber koyup, küçük misketler halinde yuvarladık. Kaynamakta olan suya atıp, piştikten sonra, yumurta ve limon karışımı ile terbiyeleyip, kırmızıbiberli tereyağı ile renklendirip, taze nane ile aromalandırdıktan sonra, biraz da kocasına ayırıp, afiyetle yedik
O gün Belkıs Elinde birkaç fotoğraf albümü ile geldi. İçinde oğlunun doğumundan itibaren çekilmiş fotoğrafları vardı. Gözleri pırıl pırıl, her birini tek tek gösteriyordu. Boylu Poslu Kara Yağız tam bir Hint delikanlısı idi. Bana Genç kızlığımda seyrettiğim meşhur ‘’Avare’’ filmindeki Raj Kaporu hatırlattı. O zamanlar o Film çok meşhur olmuş, şarkısı aylarca dudaklarımızı şenlendirmişti. Hepimiz, salonumuzdaki Divanın üstünde, bazen ağlayarak, bazen kahkahalarla gülerek resimlerimizi ve anılarımızı paylaştık. Biz artık o divanın üstünde, tek Irk, tek Din ve tek Millettik
Ertesi gün köpekleri kısa gezdirip, mimarisini çok beğendiğimiz, Rus Ortodoks Kilisesini gezmeye karar verdik. Fındıkla sevgilisi, daha kavuşma heyecanını tatmadan, kafaları arkada, karınları üstünde sürüne sürüne evlere dönmek zorunda kaldılar. O muhteşem yapının, görkemli kapısından içeri girince, bizi, buz gibi taş bir zemin ve ahşap kürsüler karşıladı. Dışarısının Soğuk havasından sonra, içeride sıcaklık bulamadığım için, ürperdim. Camilerin o huzur verici mütevazı ılıklığı yoktu. Yüksek tavanında, İsa Peygamber ve Meryem Anayı birlikte gösteren cennet bahçeleri resmedilmişti. Pencereler şahane vitraylarla bezenmiş, duvarlar Azizlerin tabloları ve İkonalarla donatılmıştı. Bir köşede ise kapısı kadife perde ile kapatılmış kafesli ‘’Günah Çıkarma’’ odası vardı. İbadet için gelenlerin, Aziz fotoğrafları ve İkonalar önünde Diz çöküp, adeta tapındıklarını gördüm. Ayinde ise, o kadar çok İsa Peygamberden ve Meryem Anadan bahsediliyordu ki Tanrının bu arada unutulup gittiğini düşünmeye başladım. Belkıs da pek etkilenmiş gibi görünmüyordu. Dışarı çıkınca az ileride gölde yüzen kuğuların, parkta ki ulu çınar ağaçlarının ve kar altından başlarını çıkarmış çiçeklerin görüntüsü, çok şükür ki benim gönlümdeki Tanrının varlığının kanıtıydı.
Isınmak için bir kahveye girdik. Sıcak hava ve kahve kokusu bize çok iyi geldi. Ve birden Türk Kahvesini özlediğimi fark ettim. Yaz ve Kış en büyük zevkim, penceremin önünde sabah kahvesini yudumlamamdır. Elbette Türk Kahvesi içerim. Başka hiçbir kahveye benzemez. Belli bir ağırlığı vardır. İçinde, geçmiş, gelecek ve hayal dünyasını barındırır. Ayaklı şık fincanında üstündeki köpüğü, hem göze hem buruna, hem damağa, hem de ruh dünyanıza seslenir. Köpük üstünde oluşmuş hava baloncuğunu patlatarak başlarsınız içmeye. Artık rahatsınızdır. Bütün kem gözler etkisiz hale getirilmiştir. Dilinizdeki o özel kahve tadını hissede hissede biten fincan, size hayal dünyasının kapılarını açar. Üç vakte kadar kuş ağzından güzel bir haber alacaksınızdır. Bütün yollar açılmış, güzel kısmetler sizi beklemektedir. Hanenize gün doğmuş, sıkıntılar bir kenara itilmiştir. Yani kahveyi içip, bir kenara atmamışsınızdır. Türk kahvesi daha bir iki saat sizi oyalamaya devam eder. Hem dilinizde hem kalbinizde iz bırakır. Başka hangi ülkenin kahvesinin bir fincanının kırk yıl hatırı vardır. Aslında hepimiz Türk Kahvesinin kıymetini bilmeliyiz.
Kilise ve Dinler hakkında koyu bir sohbetten sonra, Belkıs oğlundan yeni gelen mektubu çıkardı. İçinde Amerikalı bir kızla çekilmiş fotoğrafı vardı. Kızın gözlerine aşkla bakıyordu. Çok sevdiği belli idi. Kızda ise ‘’ben senden üstünüm’’ duşumu vardı yoksa benim önyargımıydı bilemedim. Ama Belkıs’ın gözlerinde ki ‘’keşke Hintli bir kız olsaydı’’ isteği hiç tereddüt edilmeyecek kadar açıktı. Bitirme sınavlarını bir sömestr ertelemişti. Anlaşılan kızla beraberliği eğitimini biraz etkilemişti. Belkıs’ın gözlerinden bir hüzün bulutu geldi geçti.
-Ama sakın telaşlanma anneciğim, okulu bitirip, Doktor olacağım. Ve bir yaş gününde posta kutunda benim diplomamı bulacaksın. Sana söz veriyorum diye yazmıştı.
Oğlu için endişe ediyordu. İkiz kulelerin yıkılmasından sonra Amerikalılar, özellikle Doğulu yabancılara şüpheyle bakıyor, onları potansiyel tehlike olarak görüyorlardı Bir an önce mezun olmasını ve İsviçre de doktorluk yapmasını istiyordu.
Yeğenimin düğünü yaklaştığından, hazırlıklar nedeniyle, birkaç ay Belkıs’la beraberliğimiz kısa köpek gezdirmelerinden öteye geçmedi. Köpekler için mutlaka vakit ayırıyorduk. Aksi takdirde, her iki köpek de pencere önlerinde ağlayarak birbirlerinin yolunu gözlüyorlardı. Çarşı, pazar, dikiş derken düğün günü geldi çattı. Bir İsviçreli ile evlenecek olan yeğenim, çok güzel bir gelin oldu. Önce Belediye Binasında, sonra Kilisede evlendi. Papaz hem İncil’den hem de Kuran’dan ayetler okudu. Türkçe olarak hazırladığı birkaç duayı da aralarına sıkıştırdı ve her iki din de de Tanrı evliliğinizi kutlasın diyerek seremoniyi bitirdi. Belkıs, gündüz kokteyle, gece ise düğün yemeğine davetliydi. Eşi ile beraber geldiler. Batılılar gibi giyinmişti. Çok zarifti. Hafif kırlaşmış saçlarını arkaya güzel bir tokayla toplamıştı. Yüzünde Doğulu dinginliği vardı. Ama onun oğlu için hayal ettiği düğün bu düğün değildi. O Hint Müziği eşliğinde, rengarenk giysileri içinde kına dövmeli, baygın bakışlı Hintli kızların, yağız Hint delikanlıları karşısında, dans ettiği, oğlunun ‘’Raca’’ lar gibi giyindiği ve günlerce sürecek bir düğün hayal ediyordu. Ve bu düğünde Amerikalı gelini bir türlü bir yere yerleştiremiyordu
Düğün sonrası eskisi gibi yine gezmelerimiz ve sohbetlerimiz başlamıştı. Göl kenarında yürümek için evine uğradığımda kapıyı kocası açtı. Kendisi salonda dua ediyordu. Oğlu bitirme sınavlarının başladığını bildirmişti. Yerel giysilerini giymiş, etrafına kırmızı mumlar yakmıştı. Salona hoş bir ‘’sandal ağacı’’ tütsü kokusu yayılmıştı. Tam bir trans halinde idi. Bütün dualarını oğlu için yaptığına emindim. Duası bittiğinde ise yüzünde huzurun ışıklarını gördüm. Giysilerini değiştirmeden çıplak ayaklarına geçirdiği sandaletle, yanımda yerini almıştı bile. Parkın çiçekli yollarında yürürken ayakları dikkatimi çekti, avuçları gibi ayaklarının altı açık renk, üstleri ise karaydı. Parmakları ise uzun ve kıvrıktı. Birer kartal pençesi gibiydiler. Birden yanımda, alt tarafı kartal, üst tarafı yerel giysiler içinde Hint Mitolojisinden fırlamış bir tanrıça yürüyor zannettim. Parkın dışındaki Kilisenin önünden geçerken, Pazar ayinine gitmekte olan insanlara rastladık.
-Haydi gel, dedim. Duanın fazlası olmaz. Burada da bir mum yakalım. Cuma günü de seni Türk Camisine götüreceğim orada da dua edersin.
Bir Protestan Kilisesi idi. Diğer Kilise gibi şaşaalı değildi ama daha huzur vericiydi. İkimizde kendi dilimizden dualarımızı ederek mumlarımızı yaktık. Kiliseyi, temiz giyimli, çocukları ile gelmiş, güler yüzlü aileler doldurmuştu. Org müziği eşliğinde, ilahiler söylüyorlardı. Birden içimi bir sıkıntı sardı, Gözümün önüne daha yeni Ankara Metrosunda şahit olduğum bir durum geldi. Evime gitmek üzere Metroya inmiştim. Ve o günün Cuma ve namaz vakti olduğu tamamen aklımdan çıkmıştı. Baktım ki bütün koridorları, karton kutulardan bozma seccadeleri üstünde, ayakkabıları baş uçlarında, çoğunluğu koyu renk giysiler içindeki erkeklerin, bütün metroyu kaplayan yüksek volümlü hoparlör eşliğinde namazı beklediklerini gördüm. Bana,
-Senin bu saatte buralarda ne işin var be kadın? Der gibi kızgın kızgın bakıyorlardı.
-Ben metro ile evime gideceğim, her mahallede en az iki tane kıymetli halılarla döşenmiş Camiler varken, senin bu koridorlarda ne işin var? Diye sormaya cesaretim yoktu. Aralarından, yüzlerine bakmadan, zikzaklar çizerek geçip, kendimi dışarıya zor attım.
Sonraki günler Belkıs’a parkta pek rastlamaz oldum. Köpeğini gezdirirken oturduğu bank boştu. Bilgisiyle, hoş görüsüyle, olgunluğuyla parkın havasını olumlu etkiliyordu. Hem ben, hem de Fındık eksikliğini hissetmeye başlamıştık. Önceleri, eşiyle birkaç günlüğüne Dağ’a gitmiştir diye düşünürken, yokluğu haftayı geçince, merak etmeye başladım. Hem yolculuğa çıksa bana söylerdi. Telefonlarıma da cevap vermiyordu. Dayanamayıp, Apartman görevlisine sormaya gittim. Bana, Amerika’da ki oğlunun öldüğünü, kendisinin de Hindistan’a gittiğini söyledi. Bu konuda başkaca bilgisi de yoktu. Kapı önünde dondum kaldım. Ne olmuştu, nasıl olmuştu. Daha yeni mektubunu birlikte okumuş, resimlerine bakmıştık. Resimlerin birinde bembeyaz dişleri ile öyle güzel gülüyordu, öyle hayat doluydu ki, ölümü ona yakıştıramadım. İnşallah bir yanlışlık vardır diye umarak eve döndüm.
Bir ay Fındıkla parkta mahzun mahzun dolaştık. Artık buraların ikimiz içinde tadı tuzu kalmamıştı. Yeniden, Dünyanın yaşanılması çok zor bir yer olduğunu düşünmeye ve burada olmamın nedenlerini sorgulamaya başladım. Yüreğimin üstüne o kaya yine oturmuştu. Artık Fındık’ta da beni eğlendirecek güç yoktu. Parkın dört köşesini kokluyor, mutsuzluk içinde gelip, ayağımın dibine oturuyordu. Bu durum, onu tekrar köpeğiyle parkta görünceye kadar devam etti.
Onları önce Fındık fark etti, koşarken aniden durdu ve dikkatle karşıya bakmaya başladı. Başka zaman olsa çılgın gibi koşardı. Ama bu defa öyle yapmadı. Yanımda ağır ağır yürüdü, Belkıs’ın köpeğini hafiften kokladı ve yanına adeta çöktü.
Bir ayda insan bu kadar mı değişebilirdi. Mahalli giysileri içindeydi ve saçları bembeyaz olmuştu. Gözleri küçülmüş, altları daha da kararmıştı. Kendisine sarıldım. Gözyaşları içinde, öne arkaya sallanarak bana her şeyi anlattı. Büyük acılarda, bu öne arkaya sallanmanın da, gözyaşları gibi Dini, ırkı, milliyeti yok Nedendir bilinmez, Eskimoludan, Kızıl derilisine, Zencisinden, Çinlisine, Avrupalıdan Amerikalısına kadar, herkes, büyük acılar yaşarken öne ve arkaya sallanır.
Oğlu sınavlarını bitirdikten sonra, annesini aramış, müjdeyi ona vermişti.
-Rahat et, anne artık doktorum ve diplomam sana bu seneki doğum gününde hediyem olsun.
Akşam ise, kutlama yemeği için, nışanlısını almak üzere yola çıktığında, kuytu bir köşede, birkaç zenci sokak serserisi tarafından, cebindeki yüz dolar için bıçaklanarak öldürülmüştü.
Polis için bu adi bir vakaydı. Hele bir de deri rengi koyu bir yabancıysa. Failler hiçbir zaman bulunamadı. Ya da yeterice aranmadı. Kimsenin de derdi değildi. Zira Amerikalılar o dönem, topraklarında petrol olan, geri kalmış Arap Ülkelerinin Halklarını özgürleştirmekle meşguldü.
Cenazeyi ülkesine götürmüş, Ganj nehrinde yıkayıp, Lotus Çiçekleri ile süsleyerek, yine Ganj kıyısında yakmışlardı. Lotus ‘’Nilüfer’’ Çiçeği, Budist inancına göre kutsal bir çiçektir. Dört Elementi simgeler. Kökleri Toprak, Sapları Su, Yaprakları Hava, Çiçekleri ise Ateştir. Bedeni yakmak ise yine inançlarına göre, ruhun daha çabuk serbest kalıp, diğer Aleme kolaylıkla gidebilmesi içindir. İnançları ile Ana yüreği çatışma içindeydi. Oğlunun ruhunu özgürleştiren ateş, onun bağrını dağlıyordu. Tekrar Doğuş ise onu artık hiç teselli etmiyordu. O bu Dünyada ki tek Oğlunu kaybetmişti. Başka Dünyalar ve başka oğullar onu hiç ilgilendirmiyordu. Büyük acıların yaşandığı dönemin, inançların sorgulandığı dönem olduğunu biliyordum. Zamanla ya inançlara tekrar sıkıca sarılacak, ya da tümüyle terk edecekti.
Yine parkta buluşuyor, yine köpekleri gezdiriyorduk. Ama ne bizim, ne de köpeklerin eski tadı vardı. Sohbetlerimiz sıradanlaşmıştı. O ağır matem havası tepemizde asılı duruyordu. O günden sonra hep yerel giysilerini giydi ve bir daha asla Batılı gibi giyinmedi
Bir gün beni evine davet etti.
-Özel bir gün, sadece sen ve eşim olacak, gelirsen sevinirim, dedi.
Gittim. Yine salonunu kırmızı mumlarla doldurmuş, tütsüler yakmıştı. Hint tanrıçası gibi başı dimdik, mumların arasında oturuyordu. Yavaşça içeri girip, bir kenara iliştim. Duaları bitinceye kadar sessizce bekledim. Bugün onun oğlu olmadan geçireceği ilk yaş günü idi. Kocası birazdan gelecek, oğlunun anılarıyla günü geçirecektik. Oğlunun sevdiği Hint yemekleri yapmıştı. Fotoğrafları ise evin dört bir tarafında asılıydı. Nasıl davranacağımı bilmez bir vaziyette iken, eşi biraz evvel posta kutusundan aldığı bir zarfla içeri girdi. O esmer yüzü adeta ölü beyazıydı. Zarfı yavaşça karısının kucağına koydu. Belkıs bir eşine, bir de zarfa baktı. Yavaşça açtı. İşte kucağında, oğlunun; ‘’yaş gününde posta kutusunda hediyem olarak diplomamı bulacaksın’’ dediği Tıp Doktoru Diploması duruyordu. Belli ki Üniversite, diplomayı ailesinin adresine yollamıştı. Ama nasıl oldu da Belkıs’ın yaş gününde posta kutusuna düştü anlayamadım. Artık bazı şeyleri anlamaya çalışmaktan vazgeçmiştim. Bütün tüylerim havada Belkıs’a bakakaldım. Yine arkaya öne sallanarak ağlamaya başladı. Yaşlar, mum ışığında adeta kırmızılaşmış olarak oğlunun diplomadaki fotoğrafına akıyordu. O küçücük yaş torbalarına bu kadar gözyaşı nasıl sığmıştı. Onun için bu an Dünyanın durduğu ve Dünya da ki bütün dinlerin Tanrılarının ise sustuğu andı.
YORUMLAR
Efendim bugun sizin bu güzel yazılarınızı peş peşe okuma fırsatım oldu gercekten çok duygulandım siz nerelerdeydiniz bunca zamandır iki geldiniz gönül bahcemde bir ferahlık oluştu bu güzel yazılarınızla sevgilerimle bogazın kıyısından
Ayten Tekin
Edebiyat defterine hoş geldiniz, yazınız beni derinden etkiledi.Yaşanmış bir konusu olduğunu hissettim.
Rabbim hiç bir anneye evlat acısı göstermesin.
Büyük acı, kaleminiz, duyguları çok etkili aktarıyor.Güne gelmesi çok güzel, bir çok arkadaşımız paylaşabilir.Selam ve saygılarımla, tekrar tebrikler.
Ayten Tekin
Öncelikle aramıza hoş geldiniz. Siteye üye olduğunuz gün yazınızın günün seçkisi olması, gelecek için beklentilerimizi yükseltiyor. Gerek hikayenin konusu, gerekse ilmek ilmek işlenişi çok güzel. Hintli kadının acısı benim de sol yanımı acıttı.
Dediğiniz gibi, acının dini, dili, milliyeti yok. Hele evlat acısının...
Bundan sonra yazılarınızı takip edeceğim ve bir şeyler öğrenmeye çalışacağım.