Tanrı Masalları
Tanrı Masalları
Tanrı’m, bana masal okur musun?
Bu güne kadar hiç uyumadım da...
Çocuktum, aslında çocukluğumda bile bir adam taşırdım göğsümde. Çocuktum diyorum çünkü yaş itibariyle. Peki hiç yıldızlar yüz yaşındayken yaşlı der mi gökyüzü? Onları kucaklamaz mı artık? Kendini yüz yaşında nasıl kaldırır bir yıldız? Bunu çocukken düşünürdüm, çocuk diyorum çünkü o zamanlar sıfat ibâresiyle. Misketler peşinde koşmadı gözlerim, gözlerim hep sokağının oradaki lambanın sönmesini bekledi. Işıklar söndüğünde odana gelirdim, odana geldiğimi bütün duvarlar bilirdi. Sen uyuyan güzelden çok uyurdun, uyuturdun. Masanın üstündeki kitaplar iyi bilirdi, sabaha kadar okurdum. O boş defteri hep merak ederdin, aslında görmek isteseydin görürdün üstündeki şiirleri. Beni de görmek isteseydin yemin ederim bütün peygamber özelliklerimi gösterirdim bu konuda. Ya da melekler beni severdi o yaşta, dua edebilirdim kıyâmete kadar. Hep çevrende birşeyler olurdu; sana sokulamazdım. Arkamda sakladığım kutsal kitabı sana veremezdim, "al, tanrım sensin" diyemedim hiç. Çünkü hep etrafın dolu olurdu; yıldız, iklim, bulut, palyaço, sigara, eroin. Aslında bütün maddeler seni bana anlatırdı. Uyuştururdun bedenimi, ellerim tutmaz olurdu seni gördüğümde. İçim kan makyajını boşaltırken, palyaço olarak gülümserdim yüzüne. Yorganın altında bulut bekletir gibi ıslatırdım her tarafı. Annem kızardı, annem kızardı beni terk edeceğini bilse. Dumanlı gözyaşları bırakırdım pencerene, içine çek hafif esintilerle diye.
Soğuktu, kutup dudaklarının üstünde buz kütleleri hâlinde seni beklemek. Seni bekledim, beklemenin artık beklemekten çıkıp sabitleşmesi gibi ayaklarım ağlardı çoğu zaman. Dünya hiç olmadığı yönlere bile giderdi, sen gelmezdin. Rıhtıma yaklaşıp elimdeki şişeyi bırakırdım. O zamanlar da düşünürdüm çok şeyi. "Acaba bu gemi kaç kez dünyayı dolaştı ve geri döndü, yaşlı amca bastonunu çok seviyor, o beni bu kadar olsun sevemez mi?" diye. Ölüler bile evime gelirdi, morg açılışlarına giderdim baş konuşmacı olarak. Kâtil sendin. Konuşmalarımda bile hep beni günden güne öldürmeni, her gece tâze tutmanı anlatırdım. "Mumyalıyor mu sen, nasıl ölüyken yine ölüyorsun ve tâze kalıyorsun?" derlerdi. Hayır, gözleriyle ateş ediyor, kalbimin dikişlerini zar zor tutturmuşken yırtıyor. Dokularım ibadet ederken kopuyor, damarlarımı jiletlerle şakalaşırken kesiyordum. Gökkuşağının çıktığı geceler nereden bilebilirdin ağladığımı. İmdat çağrılarını martılar yapmazdı, ben o buzdolabında gizlenip beni yemeni beklerdim. Ellerini tereyağ niyetine bıçakla olsa bile sürmeni üzerime, ne çok isterdim. Bayramlıkların olup üstünde gezmeyi, aslında gezmek değil, üstüne yakışmayı. Üstünde durabilip tenini usulca öpebilmeyi. Habersiz olacaktı, ama vallahi kötü bir niyetim olmazdı. Kirlensem de sorun olmazdı, kendi kendimi yıktığım her gece yıkanırdım. Saçlarını ören anneni kıskanırdım. Sihirbaz olma hayâlim sonucunda bütün numaraları bilirdim. Bir el çabukluğuyla hemen toka olurdum. Saçlarının arasında takılı dururdum. Tutardım seni, hiçbir gezegeni tanrının böyle havada tutamayacağı şekilde, güçlükte. Seni korkutacak her canlıyı öldürürdüm, kelebekleri dâhil. Sonbahar ayrılıkları anlatırdı. Bölünürdüm, dökülürdüm kucak kucağa geldiğin her insana uzaktan bakarken. Erirdim, asitli kaçamaklarında spermlerin erittiği düşleri gördükçe. Yeni Türkü’den şarkılar söylerdim kulağına, Cem Adrian’dan Yağmur şarkısını çığlıklarla okurdum. Kulağın benimle dans ederdi. Ama hoşnut etmezdi çünkü kulakların o an sana aitliğini yitirirdi. Yine seninle dans edememiş olurdum, vals şehirden kalkıp giderdi. Tango son şarkıyla intihar ederdi. Herkes ağlardı hâlime, sen çıplak tebessümler ederken yol şeritlerine.
Kalabalıktım, aslında hâlâ insanlar beni çok seviyor gezegenimde. Hâlâ çok övgü aldığım oluyor, kahretsin sen beni attığın çöp kadar bile sevmezken. Küfür ederdim, insanları dışımda bırakarak kendi kendimi dışlardım hakikaten. Onlar da üzülürlerdi, "aramıza katıl, kutu kutu pense oynayalım" derdi cinler. Ben penselerle seni içimden sökmeye çalışırdım. Doğa kucağını açar "çimenlere otur iç içebildiğin kadar" derdi. Bütün çiçekleri kopartırdım, bütün güller sevinirdi. Papatyalar fal sâyesinde prim yapardı, "Seviyorum, o sevmiyor... Seviyorum, o hiç sevmiyor!" derdim. Yine de hep bir umutla bütün çiçekleri soldururdum "seviyor" çıkabilsin diye. Onlar hiç mi hiç sorun etmezlerdi, keşke sen beni sorun edebilsen diye matematik kitabında durur beklerdim. Çözmeni isterdim beni, bulmacaların üstünde kaybolmak da. Bilinmeyen bir kelime oldun, Payanda gibi. Kimse bilmedi, değerini korudum gözlerinin. Diyemiyorum, çünkü gözlerin bütün dağlara değdi, bütün yolculuklara, bütün canlılara. Hücrelerim hücrelerin için görev alırdı, yaşam fonksiyonlarım hep çökerdi. Sözlüklerde yokluğunun tanımını şöyle değiştirdim; "O’nsuzluğu en iyi ben bilirim, Yokluğu; yokluğumdur!" çevirisiyle beslerdim kanlı kelimeleri. Bütün dinlere tanrıça olarak geçerdin. Geceleri bütün siyah sayıklamalarımda ruhu canlanan, beni korkutan, gözlerimi ıslattıran. Kendinden çoktan aforoz etmiş bir tanrıça, zamanla değişen kitap... Kendini saklayan bir tanrıça, hiç yüzüme bile bakmayan...
Tanrı’m, bana o olup, dokunur musun?
Bu güne kadar hiç ürpermedim de...
Payanda