AKORTSUZ TINILAR
Her yolculuk öncesi farkında olmadan telaşlanırım. Şunu aldım mı, bunu da koysa mıydım derken, valizi tıka basa doldurur, sonra gereksiz diyerek bir kısmını çıkarırım. Adana yolculuğu öncesi yine aynı ciddiyetle bir hafta öncesinden hazırlanmaya başladım. Düğünde giyeceklerim, sokak kıyafetim, ayakkabı, terlik… İşte valiz taşmaya başladı bile. Bütün bu hazırlıkları yaparken, bir yandan da geride bıraktıklarımı düşünüyordum. Bensiz nasıl kalacaklar, yemeklerini yiyecekler mi, uykuda üstleri açılırsa, hastalanırlarsa, ya başlarına bir hal gelirse! Gaz sızıntısı, ocağın açık unutulması, kapı kilidi, elektrik kontağı, su basması, yangın… Vesveselerle boğuşur dururum hep, şimdi olduğu gibi. Kapıdan çıkıncaya kadar aklıma gelen her türlü uyarıyı tekrarlayıp, ailemin tepkisini alacağımı bildiğim halde içimden geçenleri yine bir çırpıda sıraladım. Anında tepki geldi tabi ki. “Biz çocuk muyuz?”
On dört kişilik grubumuzla Adana’ya gitmek üzere otobüsteki yerlerimizi aldık. Tam şoför mahallinin arkasında ve cam kenarında oturmanın avantajıyla yolculuğun tadını çıkardığımı söyleyebilirim. Yanımdaki koltukta, arkadaşım Hatice oturuyordu. Karşımızda Nigar ve Hamdiye. Oldukça neşeli bir dörtlü oluşturmuştuk. Yol boyu hiç susmadık. Yıllardır birbirimizi görmemişiz gibi dünyayı alıp satıyorduk. Gelin annesi olan arkadaşım Gülsen, arka sıralarda oturuyordu. Biraz kaynana olmanın ağırlığı, biraz da kızından ayrılıp, onu uzak bir yere gelin vermenin sıkıntısıyla ortama ayak uyduramamıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde her birinin göz kapakları uykuya yenik düşünce, hayallerimle baş başa kaldım. Adana hakkında fazla bilgim yoktu. Kitaplardan, televizyon haberlerinden duyduğum küçücük bilgi dağarcığı ile bilmediğim bir yere gitmenin sıkıntısını yaşamadım desem yalan olur. Keşke ansiklopedileri biraz daha karıştırsaydım diye kızdım kendi kendime. Daracık dünyamda ilkel bir şehir kurgulamaya çalıştım. Saatler ilerledikçe gecenin ışıkları azalıyordu. Kimi uçsuz bucaksız, bozkır olduğunu tahmin ettiğim sessizlik, kimi küçük yerleşim birimleri arasından geceyi omuzlamış, bükümsüz, dümdüz bir yolda hızla yolculuğumuzu sürdürürken; arada yükselen çocuk ağlamaları ve horlama sesleriyle dudaklarıma sıkışan dizeler, küserek sonsuzlukta kayboluyordu. Yıldızlardan, gökyüzünün gülümseyen gözlerinden medet umar gibi karanlığa dalar gibi yüreğimden yükselen iç çekişmelerle düşlerimi salıyor, dönmemekte ısrar ettiklerini görünce; unutup, yeni dizelerle avunuyordum. Gece uzundu. Yüreğim bungun. Evdekileri düşündüm sonra. Vicdanımı rahatlatmak için çoktan uyumuş olduklarında karar kıldım.
Sabahın ilk ışıkları görünmeye başlamıştı ki mola için anons verildi. Hamdiye sitemle, “Yine hiç uyumamışsın,” dedi. Gülümsedim. Evet, hiç uyumamıştım. Gözünden hiçbir şey kaçmıyordu canım arkadaşımın. Yarım saatlik mola sırasında, lokantanın önünü iki kez turlayıp kahvaltımızı da yaptıktan sonra beş dakikalık zaman artırma rekoru kırdık. Masalardan yükselen çatal kaşık sesleri, yağlı yemek kokuları midemi bulandırdı. Bu yüzden, kalan beş dakikayı dışarıda dolaşarak geçirdik. Hareketimizden on beş dakika sonra yine sessizlik çöktü otobüsün duvarlarına. Herkes uyuyordu. Bir de horlama sesleri olmasa, gecenin tek sahibi ben olacaktım. Şoförü saymazsak tabi… Otobüsün hostesi dâhil, herkes uyuyordu. Neyse ki çocuklar uyanmadı. Sol karşı tarafımda; sevimli bir dev gibi yer yer yükselerek uzanan, hayranlıkla seyrettiğim dağların Toroslar olduğunu tahmin ettim. Fısıltılı bir sesle şoföre sordum, yanılmamıştım. Pürüzsüz, kahverengi koca bir devdi adeta. Etrafına topladığı yakınlarıyla kıvrım kıvrım kıvrılmış, uyandırılmayı bekleyen, bir köşede sessizce duran pembe bir bulutun çağrısıyla, gözlerini açacak gibi kırpıştırıyordu.
Bir süre sonra horlamalar, kulakları sağır eden karma bir müziğin feryatları gibi yeniden yükseldi. Ay’ın hayaleti bulutların arasında süründüğü sırada, tepelerin arkasından Güneş’in aheste çıkışını izliyordum. Hiç bu kadar yakından görmemiştim gün doğumunu. Muhteşem bir manzara ile karşı karşıyaydım. “Keşke burada mola verseydik,” dedim kendi kendime. Önce kızıl bir çizgiyle başlayıp sonra giderek kavisleşen, tepeleri esir eden renk ordusu, karanlığı silip süpürmüştü. Toroslar da uyanmıştı artık. Eteklerindeki küçük karaltıların, ordular halinde ilerleyen keçi sürüsü olduğu, yaklaştıkça daha çok belirginleşmiş, tepeler dümdüz bir ova gibi görünüyordu. Biraz sonra dik kayalıklar ve yine kitaplardan adını duyduğum Gülek’ten geçişimizin heyecanını yaşadım.
Adana’ya vardığımızda hepimiz yorgunluktan çökmüş gibiydik. Damadın yakınları, birkaç araba ile otogarda bizi karşıladılar. Otelde odalarımız ayrılmış ve hatta kimlerle kalacağımız bile planlanmıştı. Hamdiye, ben ve Nigar aynı odayı paylaştık. Onlarla kaldığım için çok sevindim. Üstümüzü değiştirip kahvaltı yapmak üzere restauranta indik. Neşeli bir kahvaltı sonrası dinlenmek amacıyla odalarımıza çekilmiştik. Oda arkadaşlarım hemen uyudular. Bende yine uyku yoktu. Sessizce camın kenarına geçip dışarıyı seyrederken, tam karşımda duran tren istasyonunu keşfettim. Caddenin ortasındaki turunç ağaçları, yolu gidiş dönüş olarak ikiye ayırmıştı. Uzaktan portakal sanmıştım onları. O günün bir önemli yanı da, “Öğretmenler Günü” oluşuydu. Biraz sonra, öğretmen ve öğrencilerin telaşlı çalışmalarını imrenerek izledim. Hemen yanımızda meslek lisesi vardı. Müzik aletleri, program için elden ele dolaşan kâğıtlar, eskilere doğru sürükleyip götürdü zihnimi. Törenin başlamasıyla bizimkiler, “Neler oluyor?” diyerek panikle yataklarından fırladılar. “Bugünü unuttunuz.” Dedim. Sonra beni kutladılar. Ancak düğün sahibi Hikmet Bey unutmamıştı. O, aynı zamanda gelin olmak üzere yola çıkan öğrencimin babasıydı. Çok geçmeden kapı çalındı ve Hikmet Bey elindeki paketi uzatarak: “Gününüz kutlu olsun öğretmenim.” Dedi. Nasıl mutlu olduğumu anlatamam. İlk defa olarak bu özel günde ailemin yanında değildim. Belki kızanlar olmuştu, ziyaretime gelip dönenler… Bu mecburiyet için hem seviniyor, hem üzülüyordum.
Düğün, akşam yapılacaktı. Gezip dolaşacak epeyce zaman kalıyordu bize. “Kalkın!” Dedim. “Bütün gün burada uyuşuk uyuşuk oturmayalım. Adana’yı gezelim.” Önce itiraz ettiler. “Kimseyi tanımıyoruz, kayboluruz.” Bahaneleri yarattılar. Güldüm. Sanki çocuktuk. Çarşıya gitmek üzere caddeden geçen bir taksiye bindik. Henüz koltuklara yerleştiğimizi bile anlayamadan taksi şoförü, “Geldik.” dedi. Aslında mesafe çok kısaymış. Yürüyerek bile inebilirmişiz. Ana caddedeki palmiye ağaçları, gökyüzünü delerek tepemizden bakıyorlardı. Aralarında yer yer turunçlar vardı. İçimden, birinin meyvesini koparmak geçti. Sonra düşündüğümden utandım. Dalından meyve koparmayalı ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum bile. Adana çok modern bir ilimizdi. Zihnimde yarattığım ilkellikle hiç mi hiç ilgisi yoktu. İnsanları öyle cana yakın ve samimiydi ki, kendimizi onlardan biri gibi hissediyorduk. Çarşının altını üstüne getirdik. Ufak tefek alışverişler yaptık. Arkadaşlarımın ısrarla, “Dönelim, geç kalacağız.” demeleri üzerine tekrar taksiye bindik. Şoföre; kırk yıldır orada yaşayan biriymiş gibi,“İstasyona!” dediğimde bizimkiler koptu. “Nereden biliyorsun, otelin adını söylesene!” Şoför güldü. “Hanımefendi doğru söylüyor.” Diyerek sözlerini sürdürdü. “İstasyon bilinen bir yerdir.” Artık keyfime diyecek yoktu. Büyük bir zafer kazanmanın sarhoşluğu içinde, onların bıraktığı yerden gülmeye devam ettim. “Vallahi senden korkulur.” Dedi Nigar.
Düğünün, yöresel adetlerle yapılacağını sanmıştım. Ancak düşündüklerimin hiçbiri olmadı. Yemek, orkestra, bir de davul. Fakat nezih bir düğündü. Üzücü hiçbir olay yaşanmadı. Aksine herkes birbirine karşı saygılı, samimi ve güler yüzlüydü. Davetliler arasında çok sayıda işadamı, çeşitli illerden gelen akraba ve dostlarıyla birlikte salon tamamen dolmuştu. Herkes neşeliydi ve tüm gözler gülümsüyordu. Kendi adıma ben de çok eğlendim. Ancak yüreğim buruktu. Ağır hasta olan kuzenimin, yakalandığı kanser yüzünden günleri sayılıydı o sıralar. Telefonumun her an çalabileceği endişesi içindeydim. Tedirginliğimi fark eden Hamdiye kulağıma eğilip,“Canın sıkkın senin, bir şey mi oldu?” diye sordu. “Şu anda haber gelirse ne yaparım diye düşünüyordum.” Diyerek acı bir gülümsemeyle ona baktım. Sırtımı sıvazladı. “Üzülme, olacağın önüne geçilmez. Hadi şimdi bunları düşünme.” Dedi.
Gecenin geç saatlerinde otele döndük. Yorgun ve uykusuzdum. Hemen uyumuşum. Ertesi sabah, kahvaltıdan hemen sonra yine çarşıya indik. Biraz daha alışveriş yaptık. Öğleden sonra yöresel yemeklerden oluşan bir resepsiyona katıldık. Salon boyunca uzanan, upuzun bir masadaydık. Üzeri çeşitli yiyeceklerle donatılmıştı. Hangisinden başlayacağımızı bilemiyorduk. O kadar çok çeşit vardı ki birçoğunu tadamadım bile. Hemen her yemeğin acı ağırlıklı olduğu dikkatimden kaçmadı. Farklı lezzetlerde olmasına karşın, damak zevkime uygundu. Manzara ise harika… Camın kenarından Seyhan’ı seyrederken, nehrin enine doğru uzayıp giden asma köprüye takıldı gözlerim. O anda kararımı vermiştim. Köprünün üzerinde yürümeden dönersem, içimde ukde kalacaktı. Yemek sonrası bu fikrimi arkadaşlarıma açtım. Anında, korkudan gitmeyi reddeden itirazlar başladı. Düğün sahiplerinden birkaç kişinin rehberliğinde köprüye çıktık. Muhteşem manzarayı seyrederken, geçen yıl tesadüfen katıldığım bir kır düğününü hatırladım. Tıpkı bir Peri Masalı gibiydi. Masa ve sandalye üstleri tafta kumaşlarla ve organze fiyonklarla süslemişti. “Tuh!” Demiştim kendi kendime. “Bunca yıl ülkene hizmet verdin, canla başla çalıştın, bir kızına şunun dörtte biri kadar olsun nişan yapamadın.” Köprünün ortasına gelince ben dâhil, gelin, damat ve kardeşiyle birlikte yerimizde zıplayarak köprünün sallanmasına neden olduk. Zıpladım… Zıpladım… Zıpladım. Dünyaya meydan okurcasına, gerçekleşmeyen düşlerim adına, olanca gücümle zıpladım. Korkanlar, çığlık atanlar oldu bu sırada. İyice keyiflenmiştim. Aşağıda su yoktu. Koca nehir kurumuş mu diye düşünürken; içimi okumuş gibi damadın yakınlarından biri, barajın kapalı olduğunu, kapaklar açılınca suyun köprüye kadar ulaştığına tanık olduklarını söyledi. Nehir yatağı balçık doluydu. Onlara baktıkça; düşündüklerimin, içimden geçen seslerin ne büyük hata olduğu fikrine kapıldım. Neden aşağı bakmıyordum ki! Şimdi dingin, sersefil görünen bu koca nehrin çılgınca kükrediği anları tasarladım zihnimde. Kudurmuş günlerine kıyasla, şu masum görünüşü birbirine nasıl tezattı kim bilir! Atalarımızın oradan oraya göç ettikleri, göç sırasında yaşadıkları bu topraklarda konaklayıp, verdikleri mücadelelerin yanında bizimkiler devede kulak değil miydi? “Ayıp,” dedim kendi kendime. “Ayıp!” Bir dilim ekmek kavgası için neler yaşandığını görmüyor musun?”
Nehir boyunca uzanan dev sazlıklar oldukça ilginçti. Orada yaşayanlar için normaldi belki ama ilk defa bu kadar gelişmiş otlarla karşılaştığımızdan olmalı, vahşi, karanlık bir uçurumun doruklarındaymışız hissine kapıldım. Kimi dimdik duruyor, kimi ezilmişliğin acısıyla kendisine yer bulmaya çalışıyordu. Dönmeden önce köprünün hemen yanında bulunan çay bahçesinde oturduk. Suyundan mı, çayından mı bilmem, tadı hala damağımda kalan çaydan, kocaman bardaklarla üç bardak çay içtim. Adını hiç duymadığım çiçek kokuları arasından yürüyerek arkadaşlarımızın yanına döndük sonra. Gelmemekle ne büyük kayba uğradıklarını ballandıra ballandıra anlattım. “Aman kalsın, almayalım” Dedi Hamdiye.
Dönme zamanı gelmişti artık. Eşyalarımızı toplayıp odaları boşalttık. Giriş kattaki salonda uzun süre oturduk. Çay, kahve içerek zamanı doldurmaya çalışıyorduk. Saat beş sıralarında servis arabası geldi. Geride bıraktıklarımızla vedalaşarak oradan ayrıldık. Yol boyunca aynı manzaraları farklı saatlerde yaşamanın hazzı içindeydim. Saatler boyu Güneş’in batışını izledim. Geride bıraktığı kızıl gökyüzü, adeta gülümseyerek el sallıyor, bizi uğurluyor gibiydi.
Sabahın erken saatlerinde evimizdeydik. Uzun bir yolculuğun, zihnimi yoran akortsuz tınıların ardından, dinlenmek üzere uzanmak isterken, beklenen telefon geldi. Acı haberiyle birlikte. Düğünde giydiğim kıyafetleri valizden çıkardım. Apar topar yeniden hazırlandım. Gece boyu hiç uyumadığım için sersem gibiydim. Bu defa uçakla gidecektik. Yolculuğumuz kısa süreceğinden bedenen yorulmayacaktık ama yüreğimiz yaralıydı. Uçak bileti bulmak için bir hayli zorlandık. Gecenin geç saatlerinden birine, bin bir güçlükle yer bulabildik. Havaalanına ulaştığımızda hepimiz suskun ve üzgündük. Bulutların üzerinde, saatte bilmem kaç kilometre hızla gidiyorduk. Arada başımı camdan yana çevirip, havada asılı halde yüzen pamuk yığınlarını seyrediyordum. Bazı yerlerde kule gibi yükselirken, bazı yerlerde tüy gibi ince ve iplikler halinde yayılmışlardı. Bir ara koyu renkli kuleler şeklinde uzanan bulutları kayalık sanarak inişe geçtiğimizi düşündüm. Hatta o kaya sandığım bulutların en büyüğünü bir babaya, yanındakileri anne ve çocuklardan oluşan bir aileye benzettim. Hepsi bir arada, yan yana ve el ele tutuşmuş mutlu bir aile tablosu çiziyorlardı... Ama gözlerinde hüzün vardı. Sanki çok sevdikleri birini yolcu ediyormuş gibiydiler. Şimdi ne yapıyordur bizimkiler kim bilir! Uzun bir yolculuğa çıkan ve dönüşü olmayan yolda bizi bekleyen o güçlü kadın, veda etmek için sabırsızlanıyor muydu? İçim burkuldu. Gözlerimden bir damla yaşın süzüldüğünü hissettim. Eşim ve çocuklar görmesin diye cama dönüp, sağ elimin tersiyle yanaklarımda gezinen yaşları sildim.
Geçen yılın mayısıydı hiç unutmam. Onu ziyarete gitmiştik. Geleceğimizi önceden bildiği için sevdiğimiz yemeklerle donatmıştı sofrayı. Özellikle su böreği ve yaprak dolması yapması beni çok sevindirmişti. Fazladan yaptığı bir tepsi su böreğini giderken elimize tutuşturuşu, gülümseyişi, gözlerimin önünden hayal gibi uzaklaşıp geçti. Neşe içinde yenilen yemek sonrası balkonda çay içişimizi, anlattığı komik olayları anımsadıkça ruhumun yaralandığını hissettim. Anıların yansımaları ile yüzleşiyordum şimdi. Sevindiğim yönü, aramızda herhangi bir dargınlık, kırgınlık olmayışıydı. Bir yaprağın bile toprak olduğu bu geçici dünyada gönül kırmanın, küskünlüklerin kime yararı olacaktı ki! Silaha sarılan elleri, kan davalarını, töre cinayetlerini, mal mülk kavgalarını bir kez daha kınamaktan başka yapacak bir şey yoktu.
Birkaç saat önce gülümseyen yüzlerle tamamladığım yolculuğun tam aksine, aykırı bir yolculukla, paten kaymayı yeni öğrenen bir çocuk gibi havalarda gezinmenin burukluğunu yaşıyordum. Gözlerim isyanlardaydı. Boğazıma Toroslar düğümlenmişti. İnişe geçtiğimizi anlamadan kendimi merdivenlerden ağır aksak inerken buldum. İçimdeki sis perdesi halka halka yayılırken, ayaklarım gitmemek için direniyordu. Nereden gelmişti bu rüzgâr, yüreğimi acıtan, sevincimi, coşkumu kıran neydi? Yine hayal kırıklığı ve yine ruhum, ölümün soğuk denizi gibi dalga dalga köpürürken…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.